Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Haziran 5, 2017
Kalemden Başka Silah Kullanılmayan Bir Savaşın İçinden.. 1
-Sizi tanıyalım önce..

*Bir mülâkat veya röportaja başlanırken, kendisiyle konuşulan-görüşülen kişiyle ilgili olarak genelde önceden bir takım biografik bilgiler verilir, 'Filanca yerde doğdu, şuralarda okudu..' vs..

Bu bilgiler belki bugün için gerekli veya önemli bulunabilir, ama geçici olarak.. Hayattan çekilip gittikten ve hele de üzerinden bir süre, bir yıl, on yıl , yüzyıl, bin yıl.. geçtikten sonra..

Bazı meraklılarına da belki ve en fazla, 'Haa, bu da filanmış..' dedirtir..

En fazla.. O da mezar taşın kaldıysa veya üzerindeki yazıları zaman denilen müthiş değirmen öğütüp tozunu havaya savurmadıysa..

Önemli olan, kişinin nerede, ne zaman, nasıl yaşadığı değil; niçin var olduğunu ve yaşadığını idrak edip etmediği, kendisine, çevresine, insanlığa nasıl bir hizmet sunduğu, ne gibi hayırlı şeyler bıraktığıdır.

Bu sözlerden sonra, kimliğimi açıklamam yine gerekliyse, kestirmeden gideyim, Hz. Âdem Peygamber'in torunlarındanım. Bu kadarı, yeter.. Gerisi konuştuklarımız arasından elde kalanlara göre değerlendirmelerle şekillenir.

***


-İyi ama, yine de aid olduğunuz bir coğrafya, bir sosyal kesim, bir kültür ve inanç dünyası vardı..

*Coğrafya olarak, Orta Karadeniz bölgesinde bir köyde doğmuşum. Karadeniz kıyıları ekime elverişli toprağı az olan bir bölgedir. Nerede bir düz arazi varsa ve biraz da su.. Orada hemen bir yerleşim birimi kurulmuş geçmişte.. Onun için küçük küçük köyler, köycükler serpilmiştir, ormanlar arasında..

Ben de işte o köylerden, 25-30 haneden oluşan küçük köylerden birinde dünyaya gelmişim. Miladî takvimle söyleyeyim, 1945'lerde..

Bunu bilhassa belirtmeliyim.. Çünkü çocukluğumda babamın nüfus cüzdanına bakardım, doğum tarihi olarak 1341 yazılıydı. Aklımca bir hesap yapardım; babamın yaşı 600 küsur yıl çıkar ve anama sorduğumda, 'Ne bileyim ben oğul.. 600 yaşında olur mu hiç..' diye bir karşılık verirdi. Bunun bir takvim değişikliğinin sonucu olduğunu, Hicrî-1341'den sonra, 1927'ye geçildiğini çoook sonralarda öğrenecektim.

Köyümüzde mekteb /okul yoktu. Köyümüzün en tahsilli kişisi herhalde, görmediğim dedemin arkadaşlarından olduğu söylenen ve köy camiinde karşılıksız imamlık yapan Molla Ahmed idi. Sadece üç öğün yemeğini her gün bir aile keşikleşe /nöbetleşe karşılardı..

Bir diğer tahsilli kişi de tahsildar Ahmed Efendi'ydi, o da yeni harflerle okuma yazmayı öğrenmiş, tahsildar yapılmıştı. Ahmed Efendi, köyden 5 km. ötedeki kasabaya atla giden tek adamdı. 'Devlet adamı' olduğu için korkulurdu, ondan; tıpkı köye gelen jandarma veya orman muhafaza memurlarından korkulduğu gibi.. Başka köylere gidip, zorla Yol Vergisi topladığı, veremiyenlerin evlerindeki tabak-tencere, ne varsa onları haczettiği söylenirdi.

Köyümüz yoksulluğun dibinde yaşardı. Kocaman adamlar ve kadınlar, çamur içinde tarlalara giderken bile yalın ayak idiler. Kesilen hayvanların derilerinden çarık yapanlara bile imrenilerek bakılırdı. Köy içinde ise, hali-vakti biraz iyice olanlar 'nalin' denilen takunyalar giyerdi. 40 yaşına gelen erkeklerin kamburu çıkar, kadınların da beli bükülmeye başlardı. 60 yaşını geçip de iki büklüm olmayan kadın veya bastonsun güç-belâ yürümeyen erkekleri hatırlamıyorum.

Senede bir Kurban Bayramı'nda bile et yüzü görmezdik. Çünkü Kurban kesebilen de pek olmazdı. Bir hastalık veya tren çarpması yüzünden ölmek üzere olan sığır veya mandalar hemen kesilir ve onun eti de alacak durumda olanlara satılırdı.. Bir de, tavukları kırıp geçiren ve bunun için ' tavuklara kıran geldi' denilen cinsten hastalıklar olduğunda, tavuklar ölmeden kesilirse, öylece de et yüzü görürdük. Bir de besi'ye konulan bir kaz, eve çok hatırlı bir misafir geldiğinde kesilir ve ona ziyafet çekilir, biz de öylece istifade ederdik.. Tabii, çay'ı da ancak eve misafir geldiğinde içebilirdik. İlk kez peynir ve zeytini yediğimde herhalde 6 yaşında filan olmalıyım.

Bizim bir ineğimiz vardı meselâ.. Süt, yoğurt, yağ.. Her şeyi ondan beklerdik. Ama, tereyağını da biz yiyemezdik. Çünkü anam o yağı ve birkaç tane de yumurtayı biriktirir, kasabaya gönderir, babam onu satar, onun parasıyla, şimdiki ayçiçeği gibi kaliteli de olmayan pamuk yağı denilen bir şişe yağ, anama bir tülbent, biz çocuklara da anamın dikmesi için zıbınlık / gömleklik bez alırdı. Kasabadan gelirken, bir de somun ekmeği getirebilirse, artık mutluluğumuza diyecek olmazdı.

-Bu anlatılanlar sanki asırlarca önceye aid imiş gibi yabancı geliyor bize..

*Köyümüzde ilkokul yoktu.. Köy camiinin hocasından Elifba ve Kur'an okumayı öğrenmeye çalışırdık, ama gizlice.. Çünkü yasaktı ve bir şikayet olursa, jandarma köye gelip hocayı atının kuyruğuna bağlayıp köy meydanında yerlerde sürüklermiş.. Ben görmedim, ama, öyle derdi büyüklerimiz. Tam bir faşist dönem yani..

Köye jandarma filan gelirse, Molla Ahmed'in hemen Kur'an'ı görünmez bir yere gizlediğini hatırlıyorum.

Köy camiinin avlusundaki iki çınar ağacının arasında bir basamak yapılmıştı, Molla Ahmed o basamaktan yukarı çıkar, ezân okurdu. Ama, ezân okumadan önce biz çocuklara, 'Köyde misafir var mı?' diye sorardı. Misafir varsa, şikayet edebilir diye endişe eder, özensiz bir şekilde, 'Tanrı uludur, tanrı uludur..' bir şeyler okur ve biz onun sözleriyle gırgır geçerdik.. Köyde yabancı veya misafir olmadığı zaman ise, Molla Ahmed gayet güzel bir ses ve makamla, 'Allah'u Ekber! Allah'u Ekber! ' diye başlardı ezân okumaya ve biz de huşû içinde dinlerdik..

-Köyünüzde 'mekteb' olmadığını söylediniz, nasıl okudunuz pekiy?

*Yaya olarak 40 dakikada filan gidilen bir yakın köy vardı, oraya gönderildim. Hele de yağmurda- çamurda, ayağım çamura saplanınca, çarığın ipleri kopar ve oturup ağlardım. Hele kışın, bazan 1 metreyi aşan kar yağdığında, babam almaya gelirdi beni ve sırtına alır, kar -tipi içinde donmak korkusu ile düşe kalka köyümüze dönerdik..

O komşu köydeki okula giderken, anam, 'cızlak' denilen ve lahmacun büyüklüğünde bir bazlama ekmek verirdi. Bazan yanında bir de kesme şeker.. O kesme şekeri kenarından tırtıklayıp ekmeğime katık yapardım. Bir de su oldu mu, benden mutlusu yoktu herhalde.. Çünkü, hiç kimsede de yoktu.. Aramızda zengin çocukları olsa, kıyaslama yapıp hased, gıpta veya özenme hallerine giriftar olabilirdik herhalde..

***


Tabiatiyle, Molla Ahmed'in öğretmeye çalıştıklarıyla okuldaki dersler arasında hiçbir benzerlik yoktu.. Bunu Molla Ahmed'in beni gördüğü zaman sorduğu da çok iyi anlatırdı.. 'Selahaddin, öğretmen sana, karga suya indi diye ders okuttu mu?' diye sorardı. Elimizde artık elifba değil. alfabe vardı..

Öğretmen de, sabah idmanı yaptırır bize ve 'Çocuklar, ana-babanız bu idmanı bilmedikleri için, namaz kılıyorlar..' der, bizim dünyamızı kendisine göre yeniden şekillendirmeye çalışırdı.

Sanırım, bu iki dünyanın birbiriyle zıtlaşmasının bir çocuk için önemli ipuçlarıydı bu söylemler..

***


-Dünyayı nasıl algılıyordunuz?

*Dünya neydi ki? Bizim dünyamız, etrafı ormanlık yüksek dağlarla çevrili küçük bir ovadaki birkaç köyden ibaretti.. Hani, arada bir şoseden geçip giden bir iki araba veya vadiler- dereler içinden başka dünyalara giden trenler de olmasa, dünyamız işte o dağların ufukla birleştiği yer içindeki ovadan ibaretti.. Radyo- gazete yoktu.. Köy odasında büyüklerimizin anlattıklarından gayri dünyadan habersizdik..

Herhalde ilkokul ikinci sınıftan itibaren olmalı, okumayı söktüğümüze göre, yaşlılar köye gazete diye bir şey getirirlerdi. Orada acaip karikatürler vardı. Sonra anlıyorum ki, o Karagöz isimli bir mizah gazetesiydi ve Karagöz'le Hacivat'ın günlük politikayı işleyen dolaylı atışmalarını ben pek anlamadan bile okudukça, köylülerimiz zevkle dinlerlerdi.

Bir de o sırada Kore Savaşı çıkmış, Türkiye de Kore'ye asker gönderecek.. Şimdiki jet uçakları yoktu henüz, ağır posta tayyareleri geçerdi göklerimizden, Samsun'a doğru.. Herhalde uçuş hızları saatte 250 km. kadardı. O tayyareler köylerimizin üzerinden alçaktan uçar ve tomar tomar kağıt atarlardı.. Biz de üzerinde ne yazıldığını anlamasak bile o kağıtları kapışır, büyüklerimiz de onları tütün sarmakta kullanırlardı, cıgarası daha iyi oluyor diye.. O günlerde, gökte epeyce yüksekten uçan tayyarelere bile, -sanki duyacaklarmış gibi-, koro halinde, 'Tiyareeee!.. Bize kiyat at!..' diyen yalın ayak, yırtık-pırtık elbiseler içindeki köylü çocukları arasında beni de tasavvur edebilirsiniz.

Bir Mart günü olmalıydı, ilk olarak yüzlerce arabanın km.lerce uzunluğundaki bir konvoy halinde Samsun'a doğru ilerlemekte olduklarını görmek, bizi heyecanlandırmıştı.. Öğretmenimize sorduk.. 'Aslan Menderes Samsun'a gidiyor..' dedi.. Elbette Öğretmenimiz Adnan demiş olmalı, ama bizim oralarda Adnan ismini hiç duymadığımızdan onu hemen Aslan'a çevirmiştik.. Bizim köylüler de ona Aslan Menderes diyorlardı..

Akşam, babam kasabadan geldiğinde gururla, 'Ben bugün Adnan Menderes'in elini sıktım.. Ne kadar alçakgönüllü, yavv.. Arabasından indi, hepimizin elin sıktı, güleç bir yüzü vardı..' diyordu.. Ve ekliyordu: 'Ama, daha birkaç sene önce Sağır, buradan beyaz trenle geçerdi ve biz köylülerin perişan halini görmesin diye, bizleri iki km. uzakta tutarlar ve biz de hayret ve korku içinde bakabilirdik o beyaz trene..'

Babamın 'Sağır' dediği, kulakları az işittiği için kulağında özel işitme cihazı takılı olan İsmet Paşa'ydı.

Adnan Menderes'in iktidarının millete az da olsa, ekonomik bir rahatlık kazandırdığı hissediliyordu.

Düşünelim ki, köyümüzden kasabaya giderken, ayakkabısı olmadığı için başkasından lastik ayakkabıyı ödünç alanlar olurdu.. Şimdi ise artık herkesin ayağında bir lastik ayakkabı gözükmeye başlamıştı.. Bir, kara lastik denilen basit ayakkabılar, bir de Cislaved denilen dışı parlak ve iç yüzüne bez yapıştırılmış lüks lastik ayakkabı..

O zamana kadar anam sadece ndan ekmek pişiriyordu. Onun da hiç tadı- lezzeti olmazdı.. İnsanın ağzında büyüyordu lokmalar.. Şimdi ise artık, arpa unun içine biraz da şehirden aldıkları buğday unundan biraz karıştırıyor ve ekmeğin tadı- lezzeti değişiyordu. Bize yetecek kadar toprağımız yoktu. Kasabadan bir yaşlı kadının tarlasını ekip biçerdik. Bu işe 'yarıcılık' veya 'ortakçılık' denilirdi. Çünkü, hasad mevsimi olunca, o kadın gelir-oturur bir gölgeliğe , anam o kadar 'çalış-çabala'dan sonra elde ettiği buğdayın yarısını onun tarafına ayırır ve çektiği onca zahmetlerden sonra o ürünü paylaşırken, hıncını o kadın için ettiği beddualarla çıkarırdı. Ama, o kadın artık kendi payını alıp götürürken, 'Gelecek sene de yine bize ver tarlayı, başkasına değil.. ' ricasında bulunur ve bunu anlamadığım için, anama o çelişkili tutumunu hatırlattığımda, 'Aman oğlum, bunalınca ne dediğimi biliyor muyum ki..' derdi. Yoksulluk ve çaresizlik insanı gerecekten de böyle çelişkili tutumlara sürükleyebiliyordu.

***


İlkokuldayken, kasabamıza bir de ortaokul yapılmaya başlanmıştı; bir küçük elektrik santralıyla birlikte.. Kasabaya en azından akşamları elektrik veriliyordu.. Biz de uzaktan bize göz kırpan lambaları hayranlıkla seyrederdik..

Kasabamız Kavak, Samsun'a 45 km. güneyde, Ankara yolu üzerindeydi. Ama, yol Canik sıradağlarını ancak kıvrıla-kıvrıla geçebildiğinden yaz aylarında bile Samsun'a otobüsle ancak üç saatte varılabiliyordu. Kışın ise, 6-7 saati buluyordu o dağları aşmak, tabiî, kazasız –belâsız aşılabilirse… Ve ben, 45 km. ötedeki Samsun'u ve denizi ilk olarak ortamektep 1'de iken görebilmiştim.

Bizim kasaba 2 bin kadar nüfuslu küçük bir ilçeydi; Samsun ise, 55 bin nüfuslu kocamaaaan bir şehir!.

***


Ortaokula başladığımda, bizim önümüzde sadece 2. Sınıf vardı. Çünkü okul yeni açılmıştı. Biz normal yaşımızda girmiştik okula.. Ama, bizden öncekiler, daha önce ortaokula gitmek imkanı bulamayan ve 15-16 yaşında kocaman çocuklardı.. İster istemez de öğrenci mümesssiliği onlara verilirdi ve onlardan korkardık veya bizi döverlerdi de.. Hattâ bazan öğretmenleri bile döverlerdi. Bunlardan birisi de Burhaneddin ağabeydi, biz ufak olduğumuz için o bize izbandut gibi gözükürdü.

Burhaneddin ağabey, sonraları Millî Türk Talebe Birliği' (MTTB)'nin Genel Başkanlığı'na kadar gelen, Kavak- Sıralı köyü çerkezlerinden ve daha sonraki yıllarda yakın dost olduğumuz ve 35 yıl kadar süren mecburî ayrılık yıllarımda yurt dışında da zaman zaman buluştuğumuz (rahmetli) Burhaneddin Kayhan idi.

-Siz de etnik yapı olarak çerkez misiniz?

*Yoo.. Ya da belki.. Çünkü bizim özellikle Samsun'dan başlayıp Batum'a kadar uzanan Karadeniz kıyı şeridi, bir ırklar, kavimler anbarı gibidir. Laz, gürcü, çerkez, abaza, türk, kürd, çepni, arnavut gibi yığınla Müslüman halklar ve rum, ermeni gayrimüslim halklar.. Tabiî, bir de Müslüman olan rum ve ermeniler.. Bu farklı etnik gruplar genel olarak birbirleriyle barış içinde yaşarlar, Allah'ın arzında.. Bizim o yörelerim Müslümanların eline geçmesinin 500-550 yıllık bir geçmişi vardır ve geçmişten gelen yerlilerden müslümanlaşmış olanlar olduğu gibi, daha sonra, Osmanlı'nın 'iskan siyaseti' gereği başka bölgelerden yerleştirilen ya da özellikle Kafkasya ve diğer rus diyarlarından hicret etmek zorunda kalan Müslüman halklar da vardır. Bizim köyümüzün de geçmişi herhalde 250 yılı geçmez.. Çünkü orada daha önce bir köy olduğunun emâresi bile yoktur. Bu bakımdan bizim Kavak köylerinde de her etnik unsurdan insanlar vardır. Bize de çerkez veya gürcü diyenler de olmuştur, türk, kürd, laz diyenler de olmuştur. Ana dilim Türkçedir. Ben ise kestirmeden sözün başında Hz. Âdem'in torunlarından diye hallediyorum etnik köken mes'elesini... Çünkü, hiç kimse ırkını, kavmini, ana-babasını, cinsiyetini, doğduğu coğrafî ve sosyal çevreyi kendisi belirlemedi. Bu bakımdan, kişinin kendi iradesiyle olmayan yaratılış gerçeklerinden dolayı öğünmesi veya döğünmesinin bir mâkul mânâsı yoktur. 'Ne mutlu filan etnik kavimdenim, ne mutlu filan sosyal kesimdenim, falan cinsiyetteyim veya filan coğrafî çevredenim..' demek, diğerlerinin yakınması, döğünmesi gerektiği gibi bir zihnî kabulü de içinde taşır, eğer insanî bir açıdan bakılırsa.. İnsan, yaratılıştan kendisiyle gelen özelliklerini insanlığın hayrına kullanacak şekilde geliştirip işletebilir se, onunla öğünebilir, ancak.. Huc

Yûnus Emre 800 yıl öncelerde ne güzel söylüyor, 'Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan, / Halka müderris bile olsa, Hakikat'e âsidir..'

Resul-i Ekrem (S)'in Vedâ Haccı Hutbesi'nde, 'Ey insanlar, hepiniz Benî Âdemsiniz, Âdem de topraktandır..' meâlinde ve Hucûrat Sûresi'nde, 'En faziletli olanınız, Allah'ın emirlerine en çok riayet edeninizdir, en taqvâlı olanınızdır..' meâlindeki 'inne ekremekum indallahi etqâkum..' âyetinde işaret edilen ölçü temel ölçüdür, insana bakışımız açısından..

-Yazı yazmak eğilimi nasıl gelişti ve yazı hayatına nerede ve nasıl başlamıştınız?

-Bunu kesin olarak belirlemem zor.. Çünkü, ilkokul çağlarından itibaren ders kitaplarından çok, başka kitapları okudum. Onlar benim ilgimi ders kitaplarından daha az çekmiyordu… Soğuk kış gecelerinde yorgana sarılıp, bir gaz lambasının ölgün ışığı altında gece yarılarına kadar kitap okurdum ve babam gelir bakar ki, hâlen uyumamışım ve bir şeyler okuyorum.. 'Yahu oğlum, gecenin bu saatine kadar nedir böyle.. Bu lamba gaz yakıyor. Gaz da parayla..' diye çıkışırdı.. Yani, benim uykusuz kalmam filan değildi derdi, gazyağının tükenmesiydi.

N'apsın, fakirlik.. O zamanki parayla velev ki 5 kuruş da olsa yaktığın gaz, o bile zor alınırdı.. Düşününüz ki, bir kurşun kalemi bile ortasından keser de bana öyle verirdi, idareli kullanmam için.. Ama, o yoksulluk bizim için bir itici güç oluşturuyordu herhalde.. Onun içindir ki, hali vakti yerinde olan ailelerin çocuklarından geride kalmamak için gizli bir yarış duygusu içinde bulurdum kendimi..

(Devamı, inşaallah gelecek yazıda..)

*



Selahaddin E. Çakırgil



Fikriyat.com






Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN