Prof. Uğur Derman

Üsküdarlı Ressam Hoca Ali Rıza Bey - 2

(Bu makālenin birinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir.)

İçinde iğneden ipliğe kadar her şeyin bulunduğu -dostlarınca "kırk anbar" olarak anılan- çantasını -eline fazla ağırlık vermesini önlemek için- koltuğu altına kopçayla tutturarak, bu keşfinden memnun bir halde gittiği yerlerde hemen yanındaki taşınabilir iskemlesine oturup resim yapmaya başlayan; "içlerinde belki resme karşı arzu uyanır" düşüncesiyle seyreden çocuklara mâni olmayan Rıza Bey'in fazla resim yapmak gayreti nereden ileri geliyor bilir misiniz? Tabiatı temâşâ zevkıyle mest olup, kendi zevk ve hazzını mümkün olabildiğince herkese de tattırmak arzusundan! Arkadaşı, ressam ve şâir Hüseyin Hâşim Bey (1861-1920), bir kıt'asında Rıza Bey'i şöyle tanıtır:

"Kemâlât-ı Rıza tasvîr olunmaz
Eder dil, şânını her lâhza tebcîl.
Çalışmakla eder imrâr-ı evkāt,
Rıza, kıldı rızâ-yı Hakk'ı tahsîl".

(Rıza'nın kemâli tasvir olunamaz. Gönlüm onun şânını her an yüceltir. Çalışmakla vaktini geçiren Rıza, Hakk'ın rızasını böylece kazandı).

Dostlarından merhum Fuad Şemsi İnan da (1883-1974), Ali Rıza Bey'i "Onun her hâli, her hareketi bir ibâdetti" sözleriyle anlatmıştı. Şimdiye kadar bahis konusu ettiklerimiz Rıza Bey'in san'at cephesine dâirdi. Onun bir de ahlâkî cephesi var ki, ayrı bir fasıl teşkil eder. Şimdilerde "ümanizma" denilen ve aslında İslâmî bir gâye olduğu hâlde, tatbîkatda aksadığı da görülen insanî cereyanı, Hoca Ali Rıza Bey bizde en güzel anlayıp yürütenlerdendir. Çok bağlı olduğu ve kalın, içli sesiyle her vakit ilâhîlerini okuduğu Yunus Emre'nin:

"Yaradılmışı hoş gördük
Yaradan'ından ötürü"

beyti ona hayatı boyunca düstûr olmuştur. Merhumu iyi tanıyanlardan naklen aldığım, duyulmamış bir kaç hâdiseyle bunu teyîd etmek istiyorum. Aşağıdaki satırların birçoğunu okurken belki yüzünüzde tebessümler uyanacak! Ancak, yalnız tebessüm değil, tefekkür de edilirse, o zaman san'atkârımızın ahlâkî kemâli pırıl pırıl ortaya çıkacakdır:

* Daha Meşrutiyet'ten çok evvel, arkadaşları memleketi istibdaddan kurtarmak için bir teşekkül -yani İttihâd ü Terakkî'yi- kurduklarını söyleyip, Rıza Bey'in de buraya dâhil olmasını isterler. "Hay hay!" der. "Lâkin ölmek var, öldürmek yok!". Çünkü onun nazarında insan, hatâlı da olsa, hemcinsinin elinde ölmemelidir. Bu söz üzerine teşekküle alınmadığını yazmağa bilmem lüzum var mı?

* Üsküdar'da dilenirken gördüğü bitlenmiş bir ihtiyarı çarşıdaki büyük hamama (şimdiki Mimar Sinan Çarşısı) götürüp kendi elleriyle yıkar. Sonra aynı elbiseleri giyerse onun tekrar bitlenip kirleneceğini düşünen melek ruhlu san'atkârımız adama: "Sen burada bekle" der. Hâdisenin geçtiği I. Cihan Harbi sıralarında tifüs çok yaygın olduğu için eve giderek –karısından bir yığın lâf işitmek bahasına– kendininkilerden birtakım iç çamaşırı ve elbise getirmeğe lüzum görür. Hamamda adamı giydirdikten sonra, memnun edip yollar. Bu arada, dünyalık uğruna, varlıklı kimselere yakın olmamayı tercîh eden san'atkârımızın, daima geçim sıkıntısı çektiğini ve resim satmakdan da hoşlanmadığını belirtmeliyim.

* Hemcinslerine böylesine kıymet veren bir hakîki insan, sanmayın ki başka yaratıklara aynı alâkayı göstermeyecek! Meselâ o, bir gülü koparmağa kıyamaz, sâdece seyreder. Merhum şâirimiz Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973):

"Bir gül dalında durduğu müddetçe tâzedir,

Bir gül, çelenge girdiği gün, bir cenâzedir".

mısralarını, sanki Rıza Bey'in hislerine tercüman olmak için söylemiştir!

* Talebesinden Nazmi Ziya Bey (1881-1937) yanında olduğu halde, bir gün Çamlıca'ya resim yapmağa gidiyorlar. Yanlarından bir atlı araba geçiyor. Lâkin, sahibi arabayı alabildiğince doldurmuş, üstelik yol da yokuş. Zavallı atın zorlandığını gören Rıza Bey, sırtından hemen üniformasını çıkartıp katlıyor, resim kutusuyla beraber arabanın üstüna koyarak: "Haydi Nazmi Bey" diyor ve yokuş bitene kadar arabayı itiyorlar… Aynı ictimâî seviyeye sâhip olan kaç kişi bu yardıma girişir?

* Tesirli haşerat ilâçları sayesinde, bugün azalan müz'ic bir mahlûk vardır: Hani Ahmed Haşim'in: "Her hayvanın şikârı, kendisinden daha küçük ve daha müdafaasız bir mahlûk iken, bunun gıdası, kendisinden bir milyon defa büyük olan insanın derisi altındadır. Ne ağlanacak talih!" diye bahsettiği tahtakurusu! İşte Hoca Rıza Bey'in onunla da zikre değer bir macerası var: Sevdiği bir talebesinin (ismini de verebilirim: Dr. Süheyl Ünver) Haseki'deki evine geceyatısına gider. Lâkin uyumak ne mümkün! Sabahleyin kalktığında, akşam için su dolu bir tas ve onun içine sığabilecek bir taş ister. İstedikleri gece yatmadan evvel temîn edilir. Ertesi sabah, ev halkı ne görsünler? Hoca, gece yakaladığı tahtakurularını tastaki suyun ortasına ada gibi oturttuğu taşın üzerinde tecrîd etmiştir ve talebesinin hayret dolu bakışları arasında der ki: "Süheylim! Bu taşı alıp bahçenin öbür ucuna koy ki, bir daha gelemesinler!" Çünkü o, canını yakanların bile canını yakamayacak bir mizâca sahipdir.

* Hayatı boyunca pek çok hâne değiştiren Rıza Bey, Salacak'da ahşap bir evi kiralamaya tâlip olduğu zaman, yakınları: "Sakın ha Hoca! O ev fare doludur, kimse üç aydan fazla barınamaz. Senin kağıdlarını, boyalarını yerler, rahatsız olursun" demişler. Fakat, Rıza Bey aldırmayıp orayı tutmuş. Aylar geçiyor, evi tahliye etmediği gibi, halinden de şikâyetçi değil. Nihayet meraklıların suali üzerine, gülerek der ki: "Yahu, fareler insanı neden rahatsız eder? Aç kaldıkları için! Yuvalarının ağzına yiyeceklerini, sularını koyarsan çıkarlar mı? Onlar da hâlinden memnun, ben de.. Gül gibi geçiniyoruz!"

* Rıza Bey, Haydar adında bir arkadaşıyla İstanbul'un acıkmaya ve susamaya en müsâid bir yerinde, meselâ Köprü başında, bir şerbetçi ve aşçı dükkânı açmaya niyet eder. Gıcır gıcır, tertemiz, bembeyaz elbiseler içinde, özene bezene hazırlanmış şerbet ve yemekleri, oradan geçen aç ve susuzlara sunmak… Onların yiyip içerken duyacakları hazza ortak olmağı bu hizmetin karşılığı saymak… İşte bu ulvî düşünceyi gerçekleştirmek imkânı yoksa bile, hayâl etmek de hoş değil mi?

Yukarıya sıraladığım hadiselerden de anlaşılıyor ki, Hoca Rıza Bey, herkese iyilik etmekden başka kaygısı olmayan ve hiçbir şeyin kendi yüzünden zarar görmesine tahammül edemeyen bir ruha sahiptir. Eserlerindeki sâfiyet ve berraklık, belki de ruhunun onlara aksedişindendir! Yeri gelmişken, üstâdın resimlerinde kullandığı solmaz renklerin sırrını da açıklayayım: Yeni aldığı boyaları fırça ile kağıda sürdükden sonra, renklerin yarısını örterek güneşe karşı koyarmış. Bir müddet geçip de, kapattığı kısmı açınca, açık kalan kısım kapalıya göre solmuşsa, eserlerinde bu boyayı kullanmaz ve resme yeni baştayan talebesine dağıtırken dermiş ki: "Solar haa!".

Onu bazı yönleriyle şu veya bu Avrupalı ressama benzetenler de oluyor. Fakat Rıza Bey, yabancı resim üstadlarına benzemek gereğini duymadan, iç aydınlatıcı çizgileriyle ve samimî renkleriyle kendine has bir üslûp sahibi olmuştur. Eserleri İstanbul'a gelip de aynı konuları işleyen Batılı ressamlarla yanyana getirilirse, onun ne derecede millî bir ruhla çalıştığı meydana çıkar. İtalya'ya gidemeyişi de belki bu cihetden hayırlı olmuştur.

Ali Rıza Bey'in 47 yıl süren bir hocalık ve 55 yıl kadar devam eden bir san'at hayatı vardır. İnzivâdan hoşlandığı için ömrü Üsküdar'ın Ahmediye, Toygartepesi, Tunusbağı, Şemsipaşa gibi mütevâzı mahallelerinde; Haydarpaşa, İbrahimağa, Paşabahçesi gibi çevre husûsiyeti olan yerlerde geçmiş, buralarda oturmayı, bu semtlerin resmini yapmayı tercîh etmiştir. Meselâ bu bakımdan karışık bulduğu Adalar'da kalmak, onun için bir cehennem hayatından farksızdır: Bir yaz, kendisini pek seven Abbas Halim Paşa Heybeliada'daki kâşânesini istediği kadar oturması için Rıza Bey'e tahsîs edince, Hoca bu teklîfi geri çevirememiş. Fakat iki-üç gün ancak dayanıp Üsküdar'a kaçmış; bunun sebebini soranlara: "Evlerimizi, yaşayışımızı, mahallelerimizi, çarşı ve pazarlarımızı, doğru insanları, dostlarımı, câmilerimizi, eski mefâhirimizi, hele ezan sesini aradım; bulamadım, bunaldım!" cevabını vermiştir.

San'atkârımızın Gebze, Karamürsel, Değirmendere gibi yakın şehirlere giderek, oradaki tarihî yerleri ve bilhassa bugün olmayan Türk evlerini resimlerle ebedîleştirmesi ne kadar yerinde olmuştur. Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti'nin kuruluş devirlerinin tesbîti için Muallim Nâci'yi (1850-1893) vazîfelendirdiği zaman Söğüt, Bilecik, Eskişehir, Bursa, Yenişehir gibi imparatorluğun ilk şehirlerine gönderilen askerî hey'ete dâhil edilen Rıza Bey, buralarda gördüğü mefâhirimizi de sihirli kalemiyle çizmiştir. Bunlardan bâzılarına daha kendisinin sağlığında, talebesinden Celâl Esad Arseven (1876-1971) tarafından zorla sâhib çıkıldığı biliniyorsa da, şimdi âkıbetleri mechûldür.

Merhûmun eserleri çok dağılmış olmakla beraber, aşağıya sıraladığım koleksiyonlarda topluca bulunmaktadır:

  1. Ankara'da Millî Kütüphâne'deki koleksiyon. Karakalem, suluboya ve yağlıboya eserlerden ibaret olup 441 adeddir.
  2. Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü'nde, vefakâr talebesi Dr. A. Süheyl Ünver tarafından toplanan desen, kroki, eskiz gibi malzemeden başka, merhumun "kırk anbar" ismini verdiği pek çok defteri mevcuttur. Ayrı bir araştırma konusu sayılabilecek olan bu defterlerde krokiler, küçük resimler, Rıza Bey'in meraklısı olduğu kûfî yazı tertipleri, tezyînî motifler, kendi fikirleri, beğendiği hikmetli sözler ve beyitler bulunmaktadır. (Bunlar hâlen Süleymaniye Kütüphânesi, Dr. Süheyl Ünver bölümündedir).
  3. Oğlu merhum Nâsır Çizer'deki resimler "Kemâl Erhan Koleksiyonu" na geçmiştir ve 800 parça kadardır, bunların âkıbeti mechûldür.
  4. Hoca Rıza Bey'in en yakın arkadaşlarından merhum Fuad Şemsi İnan'da 70 kadar seçme eseri vardır ki, sayfalarımızı süsleyen resimler işte bu koleksiyondandır (Bu eserler de 1975 yılında Kemâl Erhan tarafından alınmıştır).

Her yönüyle bizden olan bu eserleri nazarlarınıza sunarken şunu belirtmek isterim ki, bugün ruhsuz bir beton yığını hâline getirilen "Azîz İstanbul" un eski hayatından şâyed kâğıd üzerinde akisler bulabiliyorsak, Hoca Ali Rıza Bey'in bundaki payı, kendi şahsiyeti kadar büyüktür.

O bir askerdi, fırçasını ve kalemini silâh gibi kullanan bir asker… Zamanın insaf ve kıymet bilmezliğine karşı silâhıyla müdafaa ettikleri de, tarihimizin iftihar olunacak levhalarıydı. Onun bu mücâhedesinden gâlip çıkıp çıkmadığının takdîrini muhterem okuyucularımıza bırakıyorum.

Prof. Uğur Derman


(x) Resim 1: Ali Rızâ Bey'in bir kemeraltı suluboyası

(x) Resim 2: Hoca Ali Rızâ Bey'in "fikirden" yağlıboya bir mağara tablosu.

(x) Resim 3: Hoca Ali Rızâ Bey'in karakalem çalışmalarından: Üsküdar Balaban'daki -bugün olmayan- târihî konak.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.