Birkaç yıl önce, elime Osmanlı'nın son çağındaki örnek münevverlerinden Hüseyin Hâşim Bey'in metrûkâti geçti. Âileyi herhalde ilgilendirmediği cihetle, dedelerinden intikal eden bu mühim evrak, soluğu bir Kadıköylü sahhafda almıştı. Torunlar için çok uzaklarda kalan bu kültürün mahsullerini tasnif ederken Tanbûrî Cemil Bey (1871-1916) hakkında yazılmış dokuz rübâi ile karşılaştım. Onun vefâtı üzerine inşâd edilen bu rübâilerin hepsi de birer mersiye niteliğindeydi. Tanbûrî Cemil Bey'in 150. doğum yıl dönümü münâsebetiyle edebiyat ve mûsıkî sever okuyucularla bunları paylaşmak istedim. Ancak önce, unutulup giden, kendi vatanında bile gurbette kalan kıymetlimiz Hâşim Bey'i kısaca tanıtmak gerekecek:
Hüseyin Hâşim Bey 1861 yılında Yunanistan'ın Teselya bölgesinde yer alan Yenişehir'de (şimdiki adı: Larissa) doğdu (Bu belde, Bursa Yenişehir'inden tefrîk olunmak için, yakınında bulunan Fenar kasabasından kinâye, Osmanlı devrinde Yenişehr-i Fenâr adıyla anılırdı). Aynı sâikle imzâlarında Yenişehr-i Fenârî nisbesini kullanan Hüseyin Hâşim Bey, buna Şerif Abdülkadir Efendizâde künyesiyle baba ismini de bâzan eklerdi. Memleketinde gördüğü tahsile ilâveten, mutasarrıf olarak Yenişehr-i Fenâr'a tayin edilen Said Paşa'nın, kâtiblik vazîfesiyle beraberinde getirdiği Naci Efendi'yi tanıdı ve daha memleketinde iken istikbâlin Muallim Naci'sinden (1850-1893) çok faydalandı. Yenişehir'in Yunanistan'a terkedilmesiyle 1880'de âilecek İstanbul'a hicret eylediler. Bâbıâli'de Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi'ne giren Hâşim Bey câmi derslerinden de ilmiye icâzeti aldı. 1883'de açılan Sanâyi-i Nefîse Mektebi'nde yağlıboya ve karakalem resim tahsilini tamamladı. Sülüs-nesih yazılarıyla uğraştı; meşhur hattat Sâmi Efendi'ye (1838-1912) devamla ta'lîk meşketti. Önce Zekâi Dede'den (1825-1897), sonra da Bolâhenk Nuri Bey'den (1834-1910) mûsıkî öğrendi. Mekteplerde hocalık, Harbiye Mektebi'nde ve Harbiye Nezâreti'nde baş katiplik vazifelerinde bulundu. 1915'de açılan Medresetü'l-Hattâtîn'de "Tarih-i Hutût ve Hattâtîn" dersleri verdi, Osmanlı devlet arşivi için kurulan Vesâik-i Tarihiye Heyeti riyasetine seçildi. 31 Mayıs 1918'de vukû bulan büyük Fatih yangınında, Sarıgüzel'de oturduğu kira evinin, içindeki kitap, yazı, resim gibi sanat eserleriyle birlikte yanması yüzünden zamanımıza hiçbir eseri kalmadı. Bu arada işine de son verildi. O hengâmede dostları kendisine yeni bir memuriyet de bulamadılar. Anadoluhisarı'nda oturduğu kira evinde şeker hastalığından vefât ederek (25 Kasım 1920) Göksu kabristanına defnolundu.
Kimseleri kolay beğenmeyen İbnülemin Mahmud Kemâl İnal (1871-1957) merhum, yakından tanıdığı Hâşim Bey'i şöyle anlatıyor (Son Hattatlar, s.128-129): "Hâşim Bey, son zamanlarında Kur'ân-ı azîmü'ş-şân'ı hıfz etmek saâdetine nâil oldu. Mütedeyyin, afif, müstakim, müeddeb, hamiyyetkâr, zarif, latif, nâzik, mümtezic, rakîku'l-kalb, hassas, müteheyyic, edîb, şair, hattat, ressam, musıkîşinas, hoş sadâ, hoş edâ, güzel ud çalar, beyaz sakallı, orta boylu, sabîhu'l-vech, şen ve şuh bir zat idi. Pek genç iken saçı sakalı ağarmıştı. Fakat yüzünde melâhat ve tarâvet bâki idi. Bazı halleriyle çocuğa benzerdi. Habbeyi kubbe yapardı. Bâzan haftada bir kaç kere ziyaretimize gelir, bâzan haftalarca görünmezdi. 'Benden utanmaz isen ak sakalından utan' derdim. Gülmekten bayılırdı.
Türk, Arab ve Acem lisanlarına ve edebiyatına vâkıf, letâife mâil olduğundan en ince nükteleri derhal anlar, neşveyâb olurdu. Tuhaf bir söz işitince, tuhaf bir hal görünce şiddetle gülerdi. "Tercemân-ı Hakikat" gazetesi Muallim Naci merhumun riyaset-i edebiyesinde intişâr etdiği sırada "Hüsnî, Avnî, ed-daî Kemâl, Vecdî, Hüseyn Mevcî" gibi müstear namlarla gazeller yazardı. "Şihab" ve "Mülhemat" isimli iki eş'ar mecmuası basılmıştır."
Yine İbnülemin, Son Asır Türk Şâirleri kitabında da (s.562) Hâşim Bey'e dair şunları ilâve etmiş: "Son senelerde rübâiye merak etmişti, dört başı mâmur rübâiler söylerdi. Nazmı gibi nesri de güzeldi. Birlikte neşrettiğimiz Resimli Gazete'de ve Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi'nde yazıları vardır."
Hüseyin Hâşim Bey'i yakın tanıyanlardan Üstâd Necmeddin Okyay (1883-1976), onun son derecede nâzik ve sevimli bir zât olduğunu söylerdi. Nazımdaki kudretine misâl verirken Hattat Sâmi Efendi'nin vefâtından sonra yazdığı ve Son Hattatlar'da neşredilen (s.358-360) mersiye vasıflı kasîdeyi okuduğumuz esnâda, Hâşim Bey'in de bu kasîdesini bizzat inşâd ederken: "Şiir okunduğunda, âb-ı revan gibi akmalı!" dediğini nakletmiş; 1960 yılında da, Hâşim Bey'in pek zarîf kerîmesi Şehriban Hanımefendi'yle teşerrüfümü ve pederine dâir konuşmamızı sağlamıştı.
Hâşim Bey'in Cemil Bey'le yakınlığı hakkında hiçbir mâlumata sahip değiliz. Ancak onun bu kayıpdan nasıl elem duyduğu, hislerin dört mısrâ içine dürülüp büküldüğü her rübâisinde ayan beyan görülmektedir. Kısmen de olsa, anlaşılmasını temin maksadıyla, şimdiki nesillere çok uzak kalan bu ifâde zenginliğini –kalemimin elverdiğince– nesre çevirmek mecburiyetini duydum. Bunları yazarken, hatırıma Tanbûrî Cemil Bey'in sanatkâr oğlu Mes'ud Cemil'in (1902-1963) bir radyo konuşmasında: "Efendim, cânım şiiri böyle tercüme ve tefsir etmek, o teksif edilmiş güzelliği bozuyor" deyişi geldi. Rübâi gibi vezni bile hususi, çetin bir nazım tarzında Hüseyin Hâşim Bey'in kullandığı mûsıkî tâbirlerini (nevâ, nakş, kâr, terennüm, sûzidil...), gösterdiği kelime oyunlarını (negam-ne gam) ve cümleye gizlenmiş derûnî mânâları hakkıyla nesre aktarabilmek elbette mümkün olamadı.
Bütün bu menfî şartlara rağmen, şu dokuz manzum feryaddan, bunca yıl sonra nasib alacak "Cemil-perver" okuyucuların varlığına inanıyor, sözü Hâşim Bey'e bırakıyorum.
Üstâd-ı şehîr, muhterem Tanbûrî Cemil Bey'in irtihâlinde yazılan rübâilerdir:
(1)
Ey şâir-i dil-sâz-ı cemîlü'l-âsâr,
Nağmen ediyordu sırr-ı aşkı ızhâr.
Eylerdi bize o ruh-perver mızrâb,
Elhân ile bîhurûf nazm iş'âr.
(Ey eserlerin güzeliyle gönül yapan şâir! Nağmen aşk sırrını meydana çıkarıyordu. Ruhu besleyen o mızrabın, nağmeleriyle sanki harfleri olmayan bir şiiri hissettiriyordu.)
(2)
Sûzişli karar verdin, eyvâh, Cemil!
Bitdi o nevâ-yı şevk, bîgâh, Cemil!
Tanbur sükûta vardı; giryân oluyor,
Feryâd ediyor şu sîne, billâh, Cemil!
(Yürek yakan bir karar verdin (sûzinak perdesinde karar kıldın), eyvâh Cemil! O şevk nağmesi vakitsiz bitdi Cemil! Tanbur sessizliğe erişip ağlarken, şu gönül de Allah hakkı için inliyor.)
(3)
Mızrâb-ı ecel, âh, ey üstâd-ı gınâ!
Sâz-ı tenini etdi halel-yâb-ı fenâ.
Eyvâh, o nevâ-yı şevk bitdi, bilsen,
Dünyâda negam şimdi, ne gam oldu bana!
(Ah, ey mûsıkî üstâdı! Ecel mızrabı, gelip geçiciliğin boşluğunu senin varlık sazına buldurttu. Eyvah! O şevk nağmesi bitti. Bilsen ki, dünya nağmeleri bana ne kadar gam veriyor!)
(4)
Tanbur gibi âh ederim, sinem çâk,
Giryân oluyor benimle arz u eflâk.
Bir nâdiretü'd-dehr cemîlü't-tab'ı,
Eyvâh, eritdi negam-ı âteşnâk.
(Bağrım yarıldığı için tanbur gibi âh ediyorum. Yer ve gökler benimle beraber ağlıyor. Dünyaya nadir gelen o güzel huyluyu, eyvâh ki ateşli nağmeler eritip bitirdi.)
(5)
Eyvâh, Cemil'e vurdu mızrâb-ı adem,
Sûz-i dili bir vech ile târîf edemem.
Feryâd ediyor hüzn ile sâz-ı sînem,
Her ses, geliyor kalbe nevâ-yı mâtem.
(Eyvâh! Hiçlik mızrabının Cemil'e vuruşuyla oluşan gönül yanığı tarife sığmaz. Bağrımın sazı hüzünle feryâd ediyor. Duyduğum her ses, kalbe matem nağmesi olarak geliyor.)
(6)
Ey hulku cemîl, kâr-ı tab'ı ecmel,
Âvâze-i lerzedâr-ı sâzı ekmel.
Bitdi o safâ-fezâ tanîn-i tanbur,
Biz başlıyoruz enîne, âhenge bedel.
(Ey yaradılışıyla güzel, o yaradılışın yaptıklarıyla daha da güzel! Sazının titreyen sedâsı pek mükemmel (olan Cemil)! Tanburunun o safa artıran tınlaması bitince, biz de onun yerine inlemeğe başladık.)
(7)
Etdikce temevvüc, o İlâhî elhân,
Billâh, tenimde rûh olurdu lerzân.
Bir nâdire-i fıtrat idi âh, Cemil,
Bir öyle vücûdu görmez artık bu cihân.
(O İlâhî nağmeler dalgalandıkça, Allah için tenimde rûhumun titreyişini hissederdim. Cemil yaradılışın nâdir bir nümûnesiydi; artık bu cihan bir daha öyle bir varlığı görmez, göremez.)
(8)
Ey fırka-i erbâb-ı gınâya ser-tâc,
Nağmenle ederdik gamı dilden ihrâc.
Âguşuna geldikce o tanbur, Cemil!
Gaşy eyler idi, rûhu sürûd-ı mevvâc.
(Ey mûsıkîyle uğraşanlar zümresinin baştâcı! Bizler, senin ezgilerinle gamı gönülden çıkarırdık. Ey Cemil! O tanbur kucağına geldi mi, dalgalanan nağmeler, ruhları kendinden geçirirdi.)
(9)
Rûhumdan o âheng-i fürûzân çıkmaz,
Dilden o terennümât, bir ân çıkmaz.
Vicdânıma nakş olup da kâr etdi bana,
Can çıksa da, gönlümden o elhân çıkmaz.
(Rûhumdan o parlak âhenk, gönlümden de o terennümler bir ân çıkmaz. Onlar (iyi ile kötüyü tartan) vicdânıma kâr olarak yerleştiği için, ölsem bile gönlümden çıkmaz.)
Resimaltı:
Resim 1: Hüseyin Hâşim Bey.
Resim 2: Hüseyin Hâşim Bey'in kendi el yazısıyla rubâîlerinden üçü.
Prof. Uğur Derman