Yakın târihlerde yaşadığı hâlde hayâtı hakkında pek bilgi sâhibi olamadığımız bir hattatdır. Sivas'da doğduğu, nisbesinden belli olmakla berâber, bunun târihi mechûldür. Kendisinin –hılkat husûsiyeti olarak– her iki gözü farklı renkde olduğu için "yek-çeşm" lakabıyla anılır. İstanbul'a ne zaman gelip yerleştiği mâlûm değildir. Vaktiyle Ankara'daki Cumhurbaşkanlığı köşkünde gördüğümüz hicrî 1301 (1884) târihini taşıyan ve durumunda ibtidâîlik hâkim bulunan bir Besmele levhasında, Nûri Efendi, hocasının adını Beylikçizâde Mahmud Hamdi olarak belirtmektedir ki, bunu, herhâlde daha Sivas'da iken yazmış olmalıdır. Esâsen onu "hattat" zümresine sokmaktan ziyâde, "kâtib" sınıfında mütâlaa etmek yerinde olur. Sonraki eserlerinden birinde görülen imzâsı resmî vazîfesine dâir ipucu vermektedir. "Mülgā Dāire-i Meşîhat Mektûbî Kalemi hulefâsından Mehmed Nûri-i Sivâsî,1341" (Kapatılmış olan şeyhulislâmlık dâiresinin yazışma kalemi kâtiblerinden, 1341/1923). Bu dâireye mensûbiyeti, yine oradaki Tashîh-i Mesâhif Hey'eti'nde (mushaflardaki yazı hatâlarını düzelten topluluk) vazîfeli Fehmi Efendi'den (1860-1915) istifâde etmiş olabileceğini akla getirmektedir. Fehmi Efendi de üstâdâne yazdığı gubârî hat uygulamalarıyla tanınır. Mehmed Nûri'nin hurde ta'lîk hattındaki hocasının da Fetvâhâne müsevvidlerinden, ta'lîk-nüvîs Karînâbâdî Hasan Hüsni Efendi (ö.1914) olması muhtemeldir.
Mehmed Nûri Efendi'nin mahâreti, muhtelif hattatların celî sülüs veya celî ta'lîk yazı kalıblarını, koyu renkli (çoklukla siyah veya kırmızı) bir zemîne tebeşirle silkeledikten sonra, zemîn rengine zıd olan renkli mürekkebler kullanarak, bu kalıbın içini gubârî hattıyle doldurmasındadır. Celî yazı yerine herhangi bir şekli (meselâ ay-yıldız) yazı sâhası olarak seçdiği de vâkîdir. Lâkin Nûri Efendi'nin ustalığı, bir sûreyi, bu incecik yazılarla, bir sıkışıklık göstermeden celî hattının içine muntazam bir şekilde sığdırmasındadır; bu hususda takdîre şâyândır. Bâzan yazı sâhasının dâhilinde sülüs veya ta'lîk bir âyeti boşluk bırakmak sûretiyle ortaya çıkartdığı da görülür ki, bu da pek kolay bir uygulama değildir.
Rahmetli hocam Necmeddin Okyay'dan işittiğim şu hâtıra, Nûri Efendi'nin çalışmasındaki sabır ve tahammül payını teyîd eder mâhiyetdedir: " Üstâdım, hattât-ı şehîr Sâmi Efendi Hazretleri (1838-1912) tahmînen 1910 yılında bir gün imâmet vazîfesiyle bulunduğum Üsküdar Yeni Vâlide Câmii'ne uğradılar. Üsküdar ulemâsından Debreli Vildân Efendi (1853-1924) ve Yek-çeşm Nûri Efendi de cemâat arasında bulunuyordu. Namaz bitip de herkes dağıldıkdan sonra, bizbize kaldık. Fakat Nûri Efendi kendisiyle tanışmadığı Sâmi Efendi'den çekindiği için bir sütûnun arkasına gizlenmeğe çalıştı. Bunun üzerine Vildân Efendi ona hitâben: 'Ne duruyorsun, Hazret-i Pîr burada!' dedi ve Sâmi Efendi'nin elini öpmesini, ona yazılarından göstermesini istedi. Üstâdımız, bunlara göz gezdirdikten sonra, nasıl bulduğunu soran Vildân Efendi'ye: 'Çıldırmadan yazılmaz!' vecîz ifâdesiyle cevâb verdi"
Nûri Efendi, eserlerine nazaran, 1930'lu yıllarda hayatdadır ve şimdiye kadar görebildiğimiz en geç târihli yazısı hicrî 1350 (1931)'dir. Şu hâle göre vefâtı bu târihten sonra vukû bulmuş; kabrinin yeri de tesbît edilememiştir.
Nûri Efendi burada yer alan hicrî 1339 (1920) tarihli levhasında, muhtemelen Necmeddin Okyay'a âid celî ta'lîk bir Besmele kalıbını siyah zemîne silkeleyip beyaz, sarı, yeşil ve kırmızı renklerle harflerin içini gubârî hattıyla doldurarak "Fâtiha, Âyetü'l-Kürsî ve Sübhânallâhi ve Bihamdihî…" âyet ve duâlarını yazmıştır. Ertesi yıl, henüz Tıbbiye talebesi olan Ahmed Süheyl (Ünver, 1898 - 1986) Bey, yazının etrafını, çiçekli ebrûyu henüz tecrübe eden Necmeddin Efendi'nin ebrûlarıyla çevrelemişdir. İç pervazı olmayan bu levhada kendisinin: "Zehhebehû Süheyl türâb-ı akdâm-ı Hz. Mecdi" imzâsı görülüyor. Süheyl Hoca, o yıllarda mutasavvıf şâir Abdülazîz Mecdi (Tolun, 1865-1941) Efendi'ye intisâbı dolayısıyla, "Hz. Mecdi'nin ayaklarının tozu" mânâsına dervîşâne bir imzâ koymuştur.
Mehmed Nûri Sivâsî'nin hicrî 1339 (1920) tarihli levhası.
Prof. Uğur Derman