Hangi Türkçe?
Genel kabule göre; bir ağacın kökü ne kadar derinlerde ise, gövdesi ve dalları da o kadar yükseklerde, yücelerde olur. Herhangi bir sebeple kökleri kesilen yahut koparılan ağaçların; zamanla gövdeleri ve dalları kurur.
İnsanlar ve toplumlar için dil; ağacın kökünü oluşturan, gövdesini çalıştıran, dallarını çiçeklerle ve meyvelerle buluşturan ana damar gibidir. Bu damarın kuruması yahut kopması halinde; toprak ile yaprak arasındaki irtibat kesilir.
Bir başka ifadeyle; dilin derinliği ve zenginliği ile okuyanlarının, yazanlarının, konuşanlarının düşünme, anlama, kavrama, üretme, yönetme kapasiteleri arasında doğru orantı vardır. Söylem aracı olan kelimelerin sayısı azaldıkça, eylem aracı olan düşüncelerin de alanı, oranı daralır.
Dilsiz düşünce, düşüncesiz kültür, kültürsüz medeniyet olmaz. Dilini kaybeden yolunu kaybeder, yolunu kaybedenin yurdunda ve yuvasında huzur kalmaz.
Yetmişli yıllarda, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde okurken; Osmanlıca, Eski Türkiye Türkçesi, Eski Türk Edebiyatı gibi derslerimiz vardı. Hocalarımız bize, bir yandan eski alfabemizi öğretiyor; öte yandan, Cumhuriyet öncesi dönemlerde yazılmış şiirler ve metinler okutuyorlardı.
Giderek, modern dünyaya ayak uydurmanın ilk adımı olarak takdim edilen "harf inkılabı"nın; bedenini korumak için canlarımızı feda ettiğimiz vatanın ve milletin, ruhunu kaybetmemize sebep olduğunu anladık. Kendi elimizle, ülkemize ve toplumumuza yapılanı yahut yaptırılanı; "cinnet hali" olarak tanımladık:
Bu boşluk ne söyle can, nereye düşüyorum? / Yüreğimde yangın var, ya niye üşüyorum?
Üstüme devriliyor, dev kiprit kutuları; / Rabbim, ne kadar basık göklerin çatıları.
Hayret, nasıl unuttum zeberceti, yakutu; / Hayat ince bir boru, zaman küçük bir kutu.
Vadimi alev alev, bir kuru rüzgar dağlar; / Tepemde uğuldayan fırtına kime ağlar?
Tutunduğum gövde mi, dal mı, yoksa gölge mi? / Böyle nere gidiyor bu sarhoş, hasta gemi?
Güneş neden lekeli, ufuklar perde perde? / Kapıyı kim götürdü, benim pencerem nerde?
Hatırlıyor gibiyim, sararmış benizleri; / Neden kızıl boyalı, dünyanın denizleri?
Bu demir elbiseyi, kim giydirdi üstüme? / İçimde bin can var can, sen aldırma postuma.
Başıma balyoz indi, beynime şok saldılar; / Bildim, kendi elimle hafızamı çaldılar.
O gün bu gündür biz, kaybettiğimiz hafızamızı bulmaya çalışıyoruz. Haritası yırtılmış hazine arayıcısı gibi, kapı kapı dolaşıyoruz.
Şimdilerde, ümit ve heyecan perdesini aralayan yeni bir gündemimiz var. Etkili ve yetkili makamlarda bulunan büyüklerimiz; yetişkinlere ve yaşlılara hatıralarını hatırlatan, çocuklara ve gençlere "eskilerin masalları"nı çağrıştıran adımlar atıyorlar.
Geçtiğimiz günlerde, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan; "Ortaokuldan itibaren, Osmanlı Türkçesini yaygınlaştıracağız" dedi. Ayrıca, "Osmanlı Türkçesine savaş açanların amacının bu günkü dili ve alfabeyi korumak değil, milletimizin mazisi ile olan bağlarını ve bağlantılarını kesmek olduğunu" söyledi.
Hemen arkasından, Milli Eğitim Bakanımız Ziya Selçuk'un "dev proje" açıklamasına şahit olduk. TRT Genel Müdürlüğü ile iş birliği içinde; haber spikerleri tarafından, öğretmenlere "Önce Türkçe" eğitimi verileceğini duyduk.
Doğru ve güzel Türkçeyi daha iyi okuyan, yazan ve konuşan öğretmenler; bu iyiliği öğrencilerine aktarmış olacaklar. Böylece, kültür ve medeniyet dünyamızın bayrağı olan dilimizi; kaleden kaleye, burçtan burca taşıyıp dalgalandıracaklar.
Ancak, bir konuyu hem merak ediyor, hem de endişe duyuyoruz. "Önce Türkçe" projesini memnuniyetle karşılamakla birlikte; eski yaralarımız kanıyor ve "Hangi Türkçe?" diye soruyoruz.
Bin yıllık tarihimizin, kültürümüzün, medeniyetimizin taşıyıcı dili olan ve Türk-İslam dünyasının her bir ferdi ile aramızda gönül köprüleri kuran Türkçe mi; önce Hagop Martayan iken sonra Agop Dilaçar olan zatın öncülüğünde kurulan Türk Dil Kurumu'nun uydurduğu, kaydırdığı Türkçe mi? Cumhurbaşkanımızın sözünü ettiği Osmanlı Türkçesi ile TRT spikerlerinin öğretmenlere öğretecekleri aynı şey mi?
Ayrıca, öğretmenlerimizi yetiştiren onlarca Eğitim Fakültesi var. Onlar bu işin neresinde duruyor, hangi ucundan tutuyorlar?
Yıllardır kendileriyle kültür ve medeniyet savaşı içinde bulunduğumuz Batı dünyasının dillerini öğrenmek ve öğretmek için gösterdiğimiz gayreti ve fedakarlığı, kendi dilimizi ve dünyamızı geri kazanmak için de gösterecek miyiz? Çocuklarımızın ve torunlarımızın, dedelerinin dilini anlayacak, halini kavrayacak seviyeye geldiklerine şahit olabilecek miyiz?
Güya, "Türkçeyi diğer diller arasında değerine yaraşır bir biçimde yükseltmek" amacıyla kurulan Türk Dil Kurumu'nun kurucuları arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ödül verdikleri arasında Kemal Tahir gibi isimler de var. Devrimlerle devire devire dilimizi o hale getirdiler ki; yeni nesiller, onların yazdıkları romanları bile okuyup anlayamıyorlar.
İstikbal, önce köklerde; sonra göklerdedir. Kökü olmayan ağacın ne gövdesi olur, ne çiçek açar, ne de meyve verir.
Onun için, cebren ve hile ile elimizden alınıp iyice kısırlaştırılan dilimizi geri istiyoruz. Dilimiz derinleştiğinde ve zenginleştiğinde, dünyamızın da daha anlamlı ve değerli hale geleceğini adımız gibi biliyoruz.
Zekeriya Erdim
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Yükselişe geçmek için... (27.04.2019)
- Eğitimin geleceği, geleceğin eğitimi (21.04.2019)
- Tabip Odası’nın cinsiyeti, cibilliyeti (19.04.2019)
- Zehirli kitaplardan korunmanın yolları (13.04.2019)
- FETÖ ile mücadelede yurtdışı eğitim hizmetleri (11.04.2019)
- Yeni dünyanın fetihleri, fatihleri (09.04.2019)
- Yeni nesil ailenin açmazları (04.04.2019)
- Her okulun bir “hami”si olsun (30.03.2019)