Sezai Karakoç'un kaleminden en kapsamlı üçleme
‘Diriliş’ adını verdiği sistemle edebiyatımızda önemli bir yer tutar Sezai Karakoç. İnsanın kazanması gereken şuuru, öz benliğine dönmesi için geliştirdiği sistem felsefesine göre kendini inşa etmenin yolunu oluşturur. Verdiği eserler, Türk edebiyatının son 60 senesinde önemli bir yere sahip olur. Kültüre, sanata, edebiyata dair görüşlerini pek çok yerde, farklı biçimlerde dile getirir. Şiir ön planda olmak üzere deneme, hikaye, piyes, fıkra, inceleme ve düşünce yazıları gibi türlerde eseler kaleme alır. Programlı çıkışı ve estetik yönüyle edebiyatımızın nadir sanatkarlarındandır. Okuyucularıyla paylaştığı “Edebiyat Yazıları” üçlemesi görüşlerini en yoğun ve kapsamlı anlattığı eser olma özelliğini taşıyor.
"Bir güzel sanat olarak edebiyatın akademisyen, araştırmacı ya da amatör okuyucu tarafından değil de bizzat sanatkâr tarafından değerlendirilmesi her zaman ilgi çekicidir. Eğer bir sanat eserini sanat tarihçisi yahut estetik kuramcı ele alırsa ilmi olma, verilere dayanma zarureti doğar; çünkü böyle bir değerlendirmede tarafsız olma kaygısı güdülür. Halbuki sanat eserinin değerlendirilmesi ona adeta veri bankası imiş gibi yaklaşmak dışında bir de sezgi yoluyla sağlanır. Şiir, sezginin en yoğun olduğu sanattır. Onu yorumlarken sezgiye müracaat etmek, şaire ve şiire nüfuz etmek, bir çeşit mistisizmle eserle bir olmak kapılarını açar." (Orhan Okay)
DÜŞÜNCELERİN AÇIKÇA ANLATILDIĞI ESER
Karakoç kaleme aldığı eserini "Edebiyat Yazıları" üst başlıklı üç ayrı kitap olarak yazdı. Hacim bakımından sınırlı olan bu kitap, anlam bakımından zengin ve yoğun bir nitelik taşıyor. Birçok türde eser kaleme alan Karakoç'un bu eserinin diğerlerinden bir farkı var. Tüm eserlerinde görüşlerini dile getiren değerli edebiyatçımız, 'Edebiyat Yazıları'nda söz konusu görüşlerini çok daha belirgin, okuyucuyu yoruma sevk etmeden, doğrudan vermiş olmasıdır.
Bu yazılarda yazar açık ve net bir dille konuşur. "Sanat nedir, sanatkâr kimdir ve onları besleyen düşünce dünyası nelerden oluşur" sorularına özellikle şiirde odaklanan fikirlerle yani 'Diriliş' manifestosunun nasıl teşekkül ettiğiyle ışık tutar. Ayrıca Karakoç'un sanata hangi anlamları yüklediği, bir fenomen olarak onu nasıl tanımladığı, edebiyata olan bakış açısı ve medeniyetlerin harmanlandığı evrensel kültürel zemini ele alışı gibi pek çok temel husus cevabını bulur.
İLK KİTAP 1982 YILINDA BASILDI
İlk kitap 1982 yılında olmak üzere, 1986 ve 1996 yıllarında üç kitap da basıldı. Bu kitaplar, sanatkârın fikirlerinin perçinlenişini göstermesi ve edebi- estetik yönden birbirini pekiştirmesi bakımından da dikkate değer.
"Edebiyat Yazıları"nı şekil ve teknik yönünden değerlendirmek gerekirse evvela kitapların hacim bakımından sınırlı olduğunu belirtmek gerekir. İlk eser 1956 – 1976 yılları arasında Büyük Doğu, Pazar Postası, Diriliş gibi edebî mahfillerde yayımlanmış yazıları içerir. Toplam 15 yazıdan oluşur. "Dişimizin Zarı" alt başlıklı ikinci kitap 1957 – 1983 yılları arasında çıkmış, edebiyat konulu yazıların derlenmesinden meydana gelir. İçerisinde 18 yazı bulunur. Üçüncüsü ise 24 Ekim 1988 ile 15 Ekim 1990 tarihleri arasında Diriliş dergisinde yayımlanmış 8 yazının bir araya getirilmesinden oluşur. Bu yazıların kimi tahlil havasında denemelerdir. Belli bir kısmı fıkra türüne girer. Bazılarının inceleme yazısı olduğu söylenebilir. İçlerinde bir de çeviri bulunur.
Kitabı incelemek veya satın almak için tıklayınız...
EDEBİYAT YAZILARI – 1
Toplam yüz on bir sayfa ve on beş bölümden oluşan kitap, "Medeniyetin Rüyası – Rüyanın Medeniyeti Şiir" alt başlığıyla yayımlandı. Sanat, ana konularından birisi. Sanatkar ve şiir- gelenek ilişkisi şairin en fazla üzerinde durduğu konuları oluşturuyor.
Sanat
Karakoç önce kavramsal bir çerçeve oluşturarak sanatı, kendisinin sanattan anladığını kavramlar ve ilkelerle belli bir zemine oturtur. Eserin en yoğun kısmı burasıdır. Yazar, sanatı metafizik bir zeminde algılar. Konuya pozitivizm, marksizm ve kapitalizm gibi üç ideolojik olgunun/yaklaşımın, metafiziği hafife almasını eleştirmekle başlar. Ardından metafizik ve soyut kavramlarından ne anladığını açıklar. Yazar, metafizikle İslam inancını kasteder:
"Bizim anlayışımızda metafizik, temel bir kavram, bir ilkedir, anlayış ve görüştür. Bizim metafiziğimiz, Tanrı ve âhiret inançlarıyla şahdamarında gürül gürül canlı bir kan akan bir metafiziktir: İslam uygarlığının temel ilkesi olan bir mutlaklık âleminin bu dünya penceresinden görülen manzarasıdır. Bu dünya, aslında o dünya metnine bir çıkma, bir dipnotudur."
Karakoç sanata, kaynağı ve üretim evreleri yönüyle yoğunlaşır. Diriliş mefkûresini sanat planında temellendirmek peşindedir. Bunun için klasik İslam edebiyatındaki mum-pervane misalini kullanır ve sanatının nasıl bir soyutlama içerdiğini, hangi fikrî yolu takip ettiğini, geleneğe yaslanışını şöyle anlatır:
"Klasik şairler ve yazarlar, doğadan aldıkları mum ve pervane motiflerinden bir soyutlama ile insanî psikolojiye ve onun en yüce hali olan 'aşk' kavramına ulaşıyorlar; ordan da metafizik âleme, Tanrı'ya, vücud birliği görüşüne, Tanrı aşkında yok olmaya ve o sevgide yeniden ve ebedî olarak dirilmeye çıkıyorlar. Görüldüğü gibi, doğa – soyutlama – metafizik ve mutlak âlem – yeniden somutlanış: diriliş zincirlemesi bu örnekte mükemmel bir şekilde izlenmiştir. Doğa – insan – Tanrı ilişkisi bu örnekte en soyut ve en somut canlandırılmasına kavuşmuştur."
Eserin üçte birlik bölümü sanata, sanatın teşekkül ettiği zemine ve sanatta bağlı olunan esaslara ayrılır. Bu kısım ayrıca Doğu ve Batı sanatlarının özünde yatan farklara değinir. Yazarın kendi sanatının temellendirilmesine yönelik değerlendirme ve açıklamalarını içerir.
Sanatkâr/ Şair
Eserde en çok üstünde durulan diğer konu sanatkârdır. İlk bölümler mahiyet itibariyle sanat ve metafizik ilişkisine hasredilir. Ardından sanatkâr ve metafizik ilişkisi ele alınır. Sezai Karakoç sanat anlayışını metafizikle yoğurur ve kuramsallaştırırken elbette sanatkârı da bundan ayrı bir çerçevede düşünmez. Sanatkârın arayışı çağlardan beri hakikat ve ebedilik üzerinedir. Sanatkâr Tanrı'yı arar. Mamafih yazılarda sanatkârın, şair sıfatıyla daha da özelleştirildiği müşahede edilir. Dante, Şeyh Galib isimleri zikredilirken klasik Yunan edebiyatına dek gidilir ve metafizikle bağ kurulur.
Karakoç'un idealize ettiği şair tipi, milletin değerleriyle barışık, zulme rıza göstermeyen ve bir zümrenin adamı olmaktan imtina eden yüksek karakterli bir şahsiyettir. Onun en önemli üç vasfı ise kendi olması, kendine yetmesi ve özgüvenini kaybetmemesidir. Yazdığı şiirin özünde ise hakikat ve insan yer almalı; aksi halde merkezini doğru tespit edememiş sanatın çabuk tükeneceğini bilmelidir. Satır aralarından, yazarın, tüm bu prensipleri kendine huy edindiği de anlaşılır.
Andre Gide, Rilke, Oscar Wilde, Rimbaud, Claudel, Tolstoy, Camus, Beckett, Materlinck gibi modern Batı edebiyatını inşa etmiş isimlerin devamlı surette metafizikle ilgilendikleri kanaatinde olan yazar, eserlerindeki ironik ve kaotik durumlarla ilgi çekmeyi başarmış Kafka'nın bile negatif bir metafizik içinde bulunduğu görüşünü savunur. Batı'nın önemli isimleri kısaca ele alındıktan sonra Doğu kültürüne geçilerek Fuzulî, Nabi, Senai, Câmi, Attar, Yunus Emre gibi örneklerle bu tez tekrarlanır. Özetle metafizikle münasebeti olmayan, onu kurcalamamış sanatkâr yoktur, fikri vurgulanır.
Kitabın devamında, sanatkâr ile eser irdelenir. Yazara göre bir sanat eserinin daimi özgünlüğü kazanması için onun tabiattan alınması, modellenişi, işlenmesi yeterli değildir. Tüm bunlar ne kadar ustaca yapılmış olsa da özünde yalnızca yaratılanı taklit içeren çalışmalar kalıcı olamaz. Asıl başarılı olacak çalışma, yaratılandan değil, yaratıştan esinlenen çalışmadır; zira yaratıştaki o sır, hep yeni kalabilmeyi sağlarken, yaratılanı taklit etmek, -zaman ilerledikçe- değer kaybı yaşanmasına neden olur. Bu noktada sanatkâr, gerçekle karşılaşacaktır.
Karakoç gerçeği ikili bir yapıda görür. İlki ham haldeki dış dünya yani renkler, sesler ve intibalardan oluşan tabiattır. İkincisi ise varlığın birikimi demek olan tarihtir, ele alınmış o gerçeğin gelenek içinde nasıl işlendiğidir. İşte bu manalardaki bir gerçeklik, sanatkârın muhayyilesini harekete geçiren nedendir. Ardından fizik ötesine, kendi iç dünyasına geçen sanatkârın üretim safhası başlar. Zihinde belirenler yavaş yavaş kâğıda akseder. Vakalar teşekkül ettikçe, birbiriyle bağları kurulur, özgün bir yapı ortaya çıkmaya başlar. Nesneler, intibalar, dış âlemin her türlü gerçeği eserin içinde sanatkârın gücü nispetinde erir. Bir noktadan sonra gerçek(lik) sözüyle ifade edilen her tip malzeme eserin harcı olur. Gerçek denilen nesnellik de sanatkârın öznelliğine dönüşür. Sanatkârın, sanat eserinin dönüştürücü gücü budur.
Kitapta yer alan "Şair" başlıklı bölümle birlikte sanatkârın bundan böyle şairle özdeşleştiği görülür. Şair, hakikatle temas halinde olmalıdır. "Mutlak"la bağını diri tutmalıdır. Bunu açıklarken peygamberin şairleri olduğundan ve İslam'ın şiiri reddetmediğinden bahsedilir. Sahabeden şairlik yönü bulunan Hz. Ebubekir, Hz. Ali ve İbn-i Abbas'ın isimleri örnek olarak sayılır. Ayrıca şiirin hikmet çizgisinden çıkması halinde "şeytanın dil sürçmesi" olacağını belirtir. Karakoç, şiirsiz bir manevi âlemi de fakir bulur. Karakoç evvela şairin ahlakından söz eder ve onun ahlakını üstlendiği vazife ilgili bulur. Toplumu anlamak, aydınlatmak, onun sorunlarını ifade etmek, kitlelere yön verip liderlik etmek bu vazifenin cümlesindendir.
Karakoç ayrıca şairlerin divanlarını okumadan Osmanlı tarihinin tam olarak kavranamayacağını ileri sürer. Edebiyatsız tarihin noksan kalacağı fikrindedir. Edebiyatın, tarihin içini dolduran büyük bir rezerv olduğunun farkındadır. Şair de işte bu birikimin teşekkülünde rol alır.
Şiir ve gelenek
Gelenek aslında ölçüdür; beğeni düzeyidir. Söyleyişteki usul ve seviyedir; niteliğin mihenk taşına vurulmasıdır. Şair gelenekle yarıştıkça kendini görür, eksiklerini anlar, yukarılara çıkar; nihayetinde "bir nevi manevi baba" olan seleflerine hayret ve hürmetle yaklaşır. Gelenek, şairin kaçınılmaz biçimde hemdem olacağı süreçtir. Taklitle, kuru tekrarla gelenekten yararlanılmış olunmaz.
Gelenek anlaşılması gereken birikimdir. Onu anlamak, sormak, hissetmek gerekir. Genç şairler içinse bir sınavdır. Geçmişle karşılaştığında sendelemeden yoluna devam edebilen şair, geleneğin onayladığı bir şairdir.
Kitabı incelemek veya satın almak için tıklayınız...
EDEBİYAT YAZILARI – 2
Bizde şiir
Edebiyat Yazıları 2, "Dişimizin Zarı" alt başlığını taşıyor. Edebiyat Yazıları II'nin henüz giriş kısmında, "Kendini Arayan Şiir" adıyla üç kısa fıkradan oluşan bir yazı dizisi bulunur.
İlk yazıda şiirimizin kısa bir panoraması çıkartılır. Cumhuriyet sonrasında 40'lar bocalama, 50'ler dünyaya uyum ve deneme aşamasıdır. Kuşkusuz, dünyayla karşılaşma, şiirimizin ihtiyacını gözler önüne serer. Onun için gerekli olan, geçmişteki tecrübeleri ihmal etmemek, ondan istifade etmeyi bilmektir. Eski şiirimiz bugünün imkânlarıyla değerlendirilmelidir. Bizde bunu yapanın, bu yolda gayret sarf edenin Yahya Kemal olduğu belirtilir. Nitekim şiir dünyamızda onun önemi, farkına vardığı bu gerçekten ileri gelir. Edebiyat Yazıları serisinin 108 sayfalık bu ikinci kitabının da ana konusu (bizde) şiirdir. Eserin üçte ikisi şiire, yakın dönem edebiyatımızda şiirin aldığı seyre ve kimi şairlerin yazdıklarına dair yapılan değerlendirmelere tahsis edilir. Geriye kalan kısımlarda ise roman, piyes gibi düz yazı türlerine değinilir ve edebiyat sanatının çeşitli örnekleriyle ele alınıp irdelendiği görülür.
"Kendini Arayan Şiir" dizisindeki ikinci yazı, edebiyatımızın sahip olduğu tarihi potansiyeli anlatırken; ilk ve son yazılar Yahya Kemal üzerinden şiirimizi ele alması bakımından bir bağ oluşturur.
Bu yazıda Necip Fazıl, Ahmet Hamdi ve Ahmet Kutsi soyut; Fazıl Hüsnü, Cahit Sıtkı ve Ahmet Muhip insanın belirdiği; Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat ise gerçekçi ancak alelade bir anlatımın olduğu şiir hatları olarak belirlenir. Garip, güçlü bir şok olarak nitelenirken, karşı şokun Attila İlhan olduğu düşünülür. Garip'in düz, bayağı şiir anlayışına mukabil trajiği, bireysel bir melankoliyi getiren şiir anlayışıyla Attila İlhan, bir çeşit "reaksiyon şiiri" ortaya koyar. Yeni şiirin, Cemal Süreya'nın, "Laleliden dünyaya doğru giden bir tramvaydayız" mısraında tecessüm ettiğini düşünen Karakoç, İkinci Yeni'yi de buradan yola çıkarak tahlil eder. Karakoç bir çeşit yaşama ve somutlaştırma şiiri olarak gördüğü İkinci Yeni'de, İlhan Berk'e ayrı bir yer verir. Onu, öncü bir dil ustası olarak değerlendirirken Galile Denizi'nden yola çıkarak tarzını, temalarını, şiir dilini ve özelliklerini tahlil eder.
Âkif / Yahya Kemal / Necip Fazıl – Tahliller
Yazarın hayata ve sanata bakışına tesir eden isimler, eserin sonraki bölümlerinin konusunu oluşturur. "Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Necip Fazıl" başlığını taşıyan bölümde, bu üç isim etrafındaki yorumları ilgi çeker. Türk şiirindeki realist şairleri zikrederken Karakoç, Mehmet Akif'i, Tevfik Fikret'e nazaran sıhhatli bir realizm içinde görür. Nazım Hikmet'e göre ise Akif'in realizminin daha sıcak ve millî olduğunu düşünür. Bu realizm Orhan Veli'ye göre ise yapmacıksız, içtendir. Türk şiirinin realizminin Akif'in açtığı şiir kanalından ilerleyeceğine inanır.
Karakoç, gelecekteki Türk şiirine yeni hat(lar) çizip ona mana ve hız kazandıracak rezervin Akif'le sınırlı olmadığını, Yahya Kemal ve Necip Fazıl şiirinin de hemen onun yanı başında yer aldığını söyler. Bu şairler Sezai Karakoç'un etkilendiği, şiirleri üzerinde düşündüğü ve son derece önem verdiği isimlerdir. Yahya Kemal, Akif'in uğrunda çırpındığı medeniyeti anıtlaştırmaya çalışır. Bizim klasiğimizi, olgun dönemimizi şiirleriyle günümüze intikal ettirir. Necip Fazıl'ın şiiri ise bir umut, metafiziği kurcalayan sonra şiirini onunla saran metafizik neşe ve metafizik acı şiiridir. Bu üç şair arasında doğrudan bağ kurmak zorlamadır ve aynı zamanda yersizdir ancak üçü de yirminci yüzyıl Türk toplumunun psikolojik peyzajını veren ve Türk şiirinde kurucu rol üstlenen şairlerdir. Bazılarınca reddedilmesine rağmen çağdaş şiiri kuranın "batı taklidi ve solcu eğilimli şiirler" değil; aktüel ve sosyal şiiriyle Akif, maziyi yüklenen şiiriyle Yahya Kemal ve geleneği harmanlayan şiiriyle Necip Fazıl olduğu kanaatindedir.
Karakoç bu kısa kitabında, Necip Fazıl'a oldukça fazla yer verir. Eserde "Necip Fazıl'ın Şiiri" başlığını taşıyan üç seri yazı ve "Bir Adam Yaratmak" başlığını taşıyan bir tiyatro incelemesi bulunur. 108 sayfalık kitapta doğrudan Kısakürek'e temas edilen 41 sayfanın olması, kitabın üçte birinden fazlasının ona ayrıldığını dolayısıyla yazarın ona verdiği önemi gösterir. Bunun dışında, Kısakürek'in sanatına değindiği başka bölümlerdeki kısımlar da sayılırsa, bu oran hemen hemen kitabın yarısına denk gelir.
"Edebiyat Yazıları 2", Sezai Karakoç'un dünya edebiyatında dikkat ettiği isimlerin kimler olduğunu göstererek sona erer. Kitabın son dört yazısı çağdaş yazarlara hasredilir. Sartre, Camus, Malraux bir bölümde, İvo Andriç bir bölümde ele alınır. Bunlar arasında bilhassa Nobel alan ,"Drina Köprüsü" yazarına yakınlık duyduğu hissedilir. Saint-John Perse Fransız şiirinden Karakoç'un takip ettiği bir isimdir. Ölümü dolayısıyla ona değinen yazarın son olarak Amerikalı piyes yazarı ve şair Tennessee Williams'ı kısaca ele aldığı müşahede edilir. Kitaptaki bu kısımlar, Karakoç'un sadece geçmişteki sanatkârlarla değil kendi çağının mühim isimleriyle de alakadar olduğunu ortaya koyar. O, sanatta niteliği göz önünde tutarak güncelin peşinde olmayı sürdürmektedir.
Kitabı incelemek veya satın almak için tıklayınız...
EDEBİYAT YAZILARI – 3
Serinin son kitabı "Eğik Ehramlar" başlığını taşır. Kitap, yazarın yaklaşık iki sene boyunca Diriliş dergisinde çıkan fıkralarının derlenmesinden müteşekkildir. Bu bakımdan son eser, yukarıdaki gibi ayrı konu başlıkları açarak inceleme yapmayı gerektirmeyecek bir karakterdedir.
"Eğik Ehramlar" aynı zamanda kitapta yer alan ilk yazının da ismidir. Yazar bu ifade ile ülkemizi kasteder. Bu yazıda, Necip Mahfuz'un aldığı Nobel ödülünden yola çıkarak bizi, kendi edebiyatımızı, matbuatımızı sorgular ve edebî alandaki geri kalmışlığı, ihmalleri anlatır. Bu muvacehede Mısır ile Türkiye'yi kıyaslar, eksiklerimize değinir. Eserde yer alan diğer yazılar da aynı bağlamda ele alınacak tarzdadır.
Türk kültür ve edebiyatında son zamanda görülen eksikliklerimiz ve kimi ideolojik yaklaşımlar hatalı yorumlara, kusurlu değerlendirmelere yol açmaktadır. Ehram kültürün, birikimin, geçmişin simgesidir. Bugünün manzarası ise maalesef bir dizi eğik ehramı sunar. Bu sembolik ifade ile yurdumuzun içinde bulunduğu kültür ve sanat ortamı anlatılmaya çalışılır. Kendisine saygı duyulan geçmiş, ona mana veren isimler unutulmaya yüz tutmuştur. Değerler, anlayışlar değişmiştir. Adorno'nun "uygarlaşan barbarlık" ve "çürüyen kültür" ifadeleri ile çizdiği günümüz resmi, yazarın da ıskalamadığı bir gerçektir. Karakoç'un aktüele temas ederek durumu özetlediği ve esef ettiği görülür.
"Yahya Kemal'i Anma", Beyatlı'nın 30. ölüm yıldönümü, "Mehmet Akif ve Dolayısıyla"19 Akif'in 52. ölüm yıldönümü, "Hatırlanan ve Hatırlanmayan" ise Namık Kemal'in ölümünün 100. yıl dönümü için yazılmış yazılardır. Tüm bu yazılar ilki ile aynı paraleldedir. Fıkralarda bu isimlere dair değerlendirmelerle toplumun onları algılayışına yer verilir.
"Batı Korosu" başlıklı yazısında ise Karakoç kendi şiirini izah eder. "Hızırla Kırk Saat" şiirini, ilhamın kendisine nasıl geldiğini anlatır. Bu kitabın en yoğun yazısı ise "Dante ve İslâm"dır. Esasen bir çeviri olan bu yazı, Batı'nın kültürünün önderlerinden Dante'nin eserlerini kaleme alırken İslamiyet ile nasıl temas kurduğunu ispatlamayı amaçlar.
"Dante ve İslâm", Fransız İlimler Akademisi üyesi Louis Gillet'in "Dante" isimli eserinin üçüncü bölümünün tercümesidir. Karakoç, kelimesi kelimesine bir çeviri yaptığını belirterek, Dante'nin "İlahi Komedya"yı yazarken İslam'dan ne derece faydalandığını, bir Batılı'nın gözünden nakletmeye çalıştığını anlatır. Eserdeki Peygamberimiz ve Hz. Ali hakkındaki olumsuz sözlere dair farklı bir kanaati olan Karakoç, bunların esere sonradan ilave edildiğini düşünür; zira bu kısımlar eserin bütünü ile çelişen bir yapıdadır.
"Rimbaud ve İslâm" başlıklı yazısında ise Karakoç, bilimde İslam'ın Batı'ya olan etkisinin az çok ortaya konulduğunu ancak bu etkinin edebiyat ve sanat sahasında tam olarak tespit edilmediğini söyler. Dante, Goethe, Bernard Show, Rimbaud gibi dehaların İslam'la ilgili olduklarını ve bu konularda araştırılması gereken pek çok husus olduğunu ifade eder. Rimbaud'u, zaman içerisinde, çeşitli vesikaların ışığında değerlendirir. Gençliğinden olgunluğuna doğru şiirleri, süregelen rivayetler ve mektupları çerçevesinde onun İslamiyet ile tanıştığına dair bir nevi fikir jimnastiği yapar. Tıpkı bir önceki yazıda olduğu gibi kanaatlerini somut kayıtlarla ispatlamak peşindedir.
Kitabın son yazısı ise "Bağdat Kuşatmasında Şiirle Yazışmalar" başlığını taşır. Yazı, edebiyatın toplum, tarih, siyaset gibi dinamiklerle olan münasebetine değinen kısa, zarif bir fıkra niteliğindedir. Bağdat kuşatması esnasında padişah ile kumandanı arasında geçen nükteli diplomatik dile edebiyatın zenginliği açısından yaklaşılmıştır. Fıkranın Karakoç'un tarih perspektifine ışık tuttuğu söylenebilir. Bu kısa yazı, onun edebiyat ve tarih münasebetini nasıl kurduğunu da gösterir niteliktedir.
(Sezai Karakoç'un "Edebiyat Yazıları"- Murat Turna)