İnsanın birikimlerini başkalarıyla paylaşma ihtiyacı, hatıra yazma düşüncesini doğurur. Geçmişi olumlu ve olumsuz taraflarıyla yeniden yaşama, güncele ve geleceğe taşıma düşüncesi, insanları hatıra yazmaya yönlendirir.
Zaten "hatıra", yaşanılmış olayların anlatıldığı otobiyografik eserlerin ortak adı olarak sözlükte yerini alır. Edebi eserlerde eserin arka planında kalan şair ya da yazar, hatıralarda merkez konumdadır. Hatıra yazılarında yazar, kendi iç dünyasına yönelir, fakat bu yönelme dış dünyadan kopuk bir olgu değildir. Hatıra yazarının birinci endişesi kendisini değil, yaşadıklarını anlatır. Bu sebeple toplumsal olaylar ve kişiler hatıralarda geniş yer bulur. Bu tür sayesinde edebiyat tarihinde yer almayan kişisel ayrıntılara ulaşmak daha kolay olur.
SEZAİ KARAKOÇ VE 'HÂTIRALAR'I
Modern Türk edebiyatının öncü şairlerinden birisi olarak edebiyat tarihimizde yer almış Sezai Karakoç, hatıra türünde önemli yazılarını okuyucularına sunmuştu. Henüz kitaplaşmamış olan bu hatıralar, Diriliş dergisinin yedinci ve son döneminde neşredilmişti.
"Hâtıralar" başlığını taşıyan köşe, 25 Temmuz 1988 tarihinden itibaren haftalık olarak çıkan derginin her sayısında düzenli olarak okurla buluştu. Son hatıra, 5 Şubat 1992 tarihli derginin 131-132-133'üncü sayısına ait. Sezai Karakoç bu metinlerin farklı yerlerinde hâtıra türüne hangi perspektiften baktığını ve hâtıralarını hangi amaçla ölümsüzleştirmeyi arzuladığını açıklar.
HATIRALARI YAZARKEN SORUNLARLA UĞRAŞIR
Karakoç, biyografi yazımı sırasında kendisini bekleyen iki çetrefilli sorunun varlığından yakınır. Bunlardan birincisi anıları ayıklama zorunluluğudur. Zira "her hayat, sonsuzcasına zengin[dir]." Sayısız anı parçacığını barındıran hayatı bütünüyle vermek mümkün değildir. Bu durum yazarı ister istemez anılar arasında bir seçim yapmaya itecektir.
Hâtıraları kaleme alırken Karakoç'u üzen, endişelendiren, hatta önemli ölçüde yıpratan ikinci sorun, söz konusu yazıların otobiyografi türüyle iç içe geçmiş olmasından kaynaklanır. Otobiyografi yazmak, sanatçıya biyografi yazmaktan çok daha ağır bir yük yükler. Bu durumda o, "çok aziz" gördüğü geçmişine, kendi benliğine, ruhuna ve kalbine dönmek, yaşadığı acıları ve sevinçleri tekrar yaşamak mecburiyetindedir. Pişmanlıklarını, utançlarını, şaşkınlıklarını, kızgınlıklarını, özlemlerini ister istemez bu hâtıralara yansıtacaktır. Karakoç bu deneyimi "ateşten bir azab" olarak değerlendirir.
"Geriye dönmek belki kimileri için çok zevkli bir uğraştır. Ama benim için hiç de öyle değil. Baştan beri bir daha yaşamak demek olan hâtıraları gözden geçirmek, ateşten bir azab demek benim için. Ama öyle de olsa tecrübelerimizden yararlanacak birkaç kişi çıkacaksa, bu azaba katlanmaya değer…"
HATIRALARIN AMACI İBRET ALMAK DEĞİL MİYDİ?
Sezai Karakoç, 3 Ağustos 1990 tarihli köşesinde, hâtıralarını yazmış olmaktan pişmanlık duyduğunu açık bir şekilde dile getirir. Çünkü özellikle tatsız olayları betimlerken tarifsiz bir keder yaşamaktadır. Yazar yine de anıları vasıtasıyla geçmişin iç yüzünü naklederken genç nesilde taze bir bilinç yaratmanın mümkün olduğunu hatırlayarak teselli olur.
"Bütün bunları yazmaktan bir zevk duyduğumu sanmayınız. Aksine, çok büyük ıstırap duyuyorum. Hatta kimi zaman üzülüyor, "nerden başladım bu Hâtıralar'a?" diyorum kendi kendime. Ama bir kere başladık. Kader başlattı. Her hafta dergi yakama yapışıyor ve istesem de istemesem de "bir parça" hâtıra koparıyor. Haftalık gıdası gibi. Bunda hâlâ bir tereddüdüm var. Bu Hâtıralar'ı yazmalı mıydım, yazmamalı mıydım? Bunda hâlâ bir tereddüdüm var. Ama mademki yazmaya başladım, hakikatleri yazmalıyım. Bunları gizlersem okura ve camiaya, gençlere karşı görevimi yapmamış olurum…"
Sezai Karakoç'u anılarını kaleme almaya sevk eden esas amaç, kendi hayat hikâyesi etrafında ortaya atılan iddialara cevap verme arzusuydu. Yazar, 1960'lı yıllardan beri kendisini hedef alan ve epeyce bir yekûn tutan suçlayıcı ve aldatıcı yazılar yazılmasından şikâyetçiydi.
Büyük şair, okurların zihninde yanlış kanaatler uyanmasını önlemek istedi. Karakoç, söz konusu iddiaların hepsine tek tek cevap vermenin imkânsız olduğuna işaret ederek hayat hikâyesini ana çizgileriyle anlatmaya karar verdiğini belirtmişti. O, anılarını yazıya döktüğü zaman bir anlamda "İşte benim yaşadığım hayat bu" demekteydi. Böylece söz konusu iddialar ve iftiralar dolaylı biçimde yalanlanmış olacaktı.
HATIRALAR NECİP FAZIL'IN IŞIĞINDA
Metinlerin tamamı okunduğunda şairliği ve fikir adamlığıyla modern Türk şiirine damgasını vurmuş bir şahsiyet olan Necip Fazıl Kısakürek'in çok sık anıldığı fark edilir. Şair, "Üstadımız" diye andığı şairin verdiği toplumsal mücadele, bu uğurda çektiği çile, hapishane yılları, maddi sıkıntılar ve kişisel zaafları birçok hatırada karşımıza çıkar. İkilinin sağlam temellere yaslanmış olan ilişkisi, Karakoç'un, üstadından daima alçakgönüllü bir tavırla bahsetmesine sebebiyet verir. Bu metinlerden yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kısakürek, Karakoç'a özellikle idealist karakteriyle ve engeller karşısında yılmayıp sebat etmeye devam etmesiyle tesir etmişti.
Bilindiği gibi Kısakürek, şiiri ve sanatından ziyade fikirleriyle, "Büyük Doğu" düşüncesiyle, dahası "idealist" karakteriyle Sezai Karakoç üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı. Karakoç, sayısız güçlükle karşılaşmasına rağmen inandığı davadan ömrü boyunca vazgeçmeyen bu şairi ergenlik yıllarından itibaren kendisine rehber edindi. Bundan dolayı uzun müddet onun yanından ayrılmamış, zamanı ve gücü yettiğince Kısakürek'in davasını yürütmesine katkıda bulunmuştu. Onun Kısakürek'e olan bağlılığı, Büyük Doğu düşüncesinden farklı bir yerde duran kendi "Diriliş" idealini oluşturduğunda bile zarar görmemişti.
'BÜYÜK DOĞU' İLE TANIŞMA
Sezai Karakoç, Ergani İlkokulu'nu bitirdikten sonra Maraş Ortaokulu'na kaydolur. Şairin Büyük Doğu ile tanışması da bu yıllara rastlar. Başarısıyla göz dolduran ve okulunda parmakla gösterilen Karakoç, bir cumartesi günü arkadaşlarıyla beraber vakit geçirmek isteğiyle çarşıya çıkar. Gezerken caddenin köşe başlarında, duvarlarında asılı büyük afişler dikkatini çeker. Afişlerde Büyük Doğu'nun yakın bir tarihte "bir nâr-ı beyzâ" gibi çıkacağı müjdelenmektedir. Karakoç, bu sırada on dört yaşındadır. İsmini ilk defa duyduğu derginin çıkışını sabırsızlıkla bekler ve bir bayiye sınırlı sayıda dağıtılan Büyük Doğu'yu temin eder. Aynı zamanda bir arkadaşı aracılığıyla Büyük Doğu'nun önceki sayılarını da gözden geçirme fırsatını bulur.
Karakoç bütün bu okumalar sonucunda tarifi mümkün olmayan bir hayret ve sevinci bir arada yaşar. Öncelikle bu dergi onun aşina olduğu hepsi de birörnek kitap, gazete ve dergilerden oldukça farklı bir kulvarda durmaktadır. Hem politik hem sosyal açıdan kişiler ve kurumlar üzerinde hissedilebilir bir baskı oluşturulduğu, insanların inancını dile getirmeye çekindiği, ezanın Türkçe okunduğu kritik bir zaman diliminde, Büyük Doğu, İslam'ı cesur bir şekilde savunmaktan çekinmemektedir. Egemen güçlerle uzun soluklu çatışmalara girmeyi göze alan dergide yer alan yazılarda İslami bir duyarlılık dikkat çekmektedir. Üstelik bunu İstanbul'da yaşayan, Fransızca bilen, çağdaş bir üslubu benimseyen bir entelektüel, Necip Fazıl Kısakürek başarmaktadır.
NECİP FAZIL BEY İLE İLK MUHABBETİ
"Bir gün yine çalışırken pardesülü, koltuğunun altında çanta, üstad hızla içeri girdi.
"Ankara'dan size müjdelerim var çocuklar" dedi.
Menderes'le görüştüğünü ima etti.
Coşkuluydu. Sonra beni gördü. Kendimi tanıttım."
Sezai Karakoç 1950 yılında Gaziantep Lisesi'nden mezun olduğunda yükseköğrenimine İstanbul'da devam etmek ister. Bu sayede ülkeyi içinde bulunduğu çıkmazdan kurtaracağına inandığı Büyük Doğu hareketine ve Necip Fazıl'a daha yakın olacaktır. Diğer taraftan ailesini güçlükle geçindirebilen baba Yasin Karakoç meseleye başka bir pencereden bakmaktadır. Ona göre Sezai, başarılı öğrencilere burs imkânı sağlayan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi veya İlahiyat Fakültesi'nde öğrenim görmelidir. Karakoç, şansını zorlayıp burs imkânlarını araştırmak amacıyla İstanbul'a gider. Burada Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin sınavlarına "gönülsüz" olarak girer.
Yıllardır mücadelesine uzaktan tanık olduğu önderiyle tanışabilmek umuduyla Vilayetin karşısındaki Büyük Doğu idarehanesine gider. Heyecanla içeri girer ve sessizce çalışmakta olan çalışanlara "Selam size" der. Bu, Büyük Doğu camiasında uygulanan bir ritüeldir. İki kişi karşılaşınca biri "selam size" diyecek, öbürü de "size selam" diyerek karşılık verecektir. Ne yazık ki şairin selamına kimse karşılık vermez. Ayrıca Üstat Ankara'dadır. Karakoç bu duruma aldırmaz ve idarehanenin işlerine yardım eder. Birkaç gün sonra pardesülü biri hızla içeri girer ve çalışanlarla heyecanla konuşur. Babacan tavırlarıyla dikkat çeken bu adam, üstattır.
1950 yılının yaz aylarında gerçekleşen bu tanışma esnasında Kısakürek kırk altı, Karakoç on yedi yaşındadır. Üstat kendisine samimiyetle inanan bu genci Moda'daki evine, kahvaltıya davet eder. Karakoç, birçok üniversiteli gencin katıldığı bu sohbetlerde bulunmaktan zevk alır. Aynı günlerde sınav sonuçları açıklandığında Mülkiye'yi burslu olarak kazandığını öğrenir. Artık Ankara'ya gitmek mecburiyetindedir.
ANKARA ONLARI SIK SIK BULUŞTURUR
Sezai Karakoç şanslıdır çünkü Ankara'da yaşarken Necip Fazıl'ı sık sık görme fırsatını bulur. Üstelik şair, Ankara'ya geleceğini önceden o sırada haftalık olarak yayımlanan Büyük Doğu dergisinde duyurmaktadır. Kısakürek ve gençler Ulus'ta bulunan İstanbul Kıraathanesi ya da Havuzlu Kahve gibi mekânlarda bir araya gelirler. Bu buluşmalarda gençler genellikle konuşmaz, üstatlarını dinlerler. Buna ilave olarak İstanbul'a dönmek istediğinde onu kalabalık bir grup halinde uğurlarlar. Ankara Garı'ndaki bu uğurlamalar dikkat çeker. Öyle ki görenler "Acaba kimdir bu uğurlanan?" diye meraka düşerler.
BÜYÜK DOĞU'NUN GAZETE OLMASI
Sezai Karakoç yaz tatillerinde Ergani'ye döner ve harçlığını kazanmak için çeşitli işlerde çalışır. 1951 yazında memleketindeyken Büyük Doğu dergisi tekrar yayımlanır. Üstadın kumar baskını üzerine basın dünyasının iç yüzünü açıkladığı Büyük Doğu'nun ünlü 54. sayısı bu sırada okurla buluşur. Şair yakın bir tarihte dergisini günlük gazeteye dönüştüreceğini müjdelemektedir. Nitekim sonbaharda Büyük Doğu ilk kez günlük olarak neşredilir. İlk günkü manşet "Müslümanlar! İşte şimdi sizin de bir gazeteniz var" şeklindedir.
ARALARINDAKİ KİŞİSEL DEĞİL İDEAL İLİŞKİSİYDİ
"N. Fazıl Üstadımızın sohbetlerinde genellikle ben konuşmaz, soru sormaz, dinlerdim. Bütün eserlerini ve Büyük Doğuları ve hakkında yazılmış hemen hemen her yazıyı okumuş bulunmakla beraber, bunları hiç söylemez ve belirtmezdim. Şiir yazdığımı, hatta bir şiirimin Büyük Doğu'da çıktığını bile söylemezdim. Ancak çok zaruri hallerde, bir konuda bir ismin akla gelmemesi hallerinde gereken kelimeyi hatırlatırdım..."
Necip Fazıl Kısakürek'in sohbetini onlarca genç ilgiyle takip eder. Bununla beraber Sezai Karakoç'un bu gençler arasındaki yeri bambaşkadır. Üstatla sürekli temas hâlinde olan, onun sayısız sıkıntısına tanıklık eden kendisidir. Yine de bir arada bulunduklarında Karakoç, çoğunlukla konuşmaz. Necip Fazıl'a hürmette kusur etmemek için söz ve davranışlarına azami seviyede dikkat eder. Onu can kulağıyla dinler, gerekmedikçe soru bile sormaz.
Onun ilgisini çekmek için aşırılıklar yapmaktan ya da bilgiçlik taslamaktan kaçınır. Hatta kendisiyle iftihar ediyor gibi bir algı doğmasına yol açmamak için üstadın kitaplarını okuduğunu ima etmekten bile uzak durur. Şiir yazdığını ve Mülkiye dergisini çıkardığını gizler. Onun bu mütevazı tutumu sebebiyle üstadın, Karakoç'un şahsiyeti ve müktesebatı hakkındaki bilgisi, çok uzun sürede meydana gelir.
Karakoç, anılarının değişik yerlerinde Üstat ile münasebetinin yanlış yorumlanmasından dert yanar. İdeal ve dava gibi kavramlardan bihaber olan kimseler, maalesef ikilinin yakınlığını, içli-dışlı iki dostun samimi ilişkisi olarak algılamışlardı. Oysa Kısakürek'le aralarındaki ilişki şahsi temellere dayanmamaktaydı; kesinlikle "kişisel olmayıp bir ideal ilişkisiydi."
NECİP FAZIL'DAN KARAKOÇ'A 'GEL' EMRİ
Necip Fazıl 1954 yılının bahar aylarında Büyük Doğu'yu tekrar çıkarmaya başlar. İlk sayının kapağında ağlayan bir genç kızın resmi üzerinde "Milletçe ağlıyoruz" ifadesi bulunmaktadır. İçerideki yazı ise "Milletçe ağlıyoruz. Çünkü ağlamak kanunen suç değildir. Eğer suç olsaydı, onu da beceremezdik." şeklinde başlamaktadır. İyi bir satış rakamı yakalayan bu sayıda, felsefe yazı dizisinin altında Sezai Karakoç'un imzası vardır. Aslında yazıyı kendisinin kaleme almadığını ifade eden Karakoç, zaman zaman üstadın bu türlü tasarruf ve iltifatlarıyla karşılaştığını ifade eder.
Mülkiye'de oldukça başarılı bir öğrenci olan Karakoç, haziran ayındaki sınavlardan sonra mezun olacağını düşünerek sevinmektedir. Fakat beklenmedik bir durumla karşılaşır: Üstadı, en kısa zamanda İstanbul'a gelip kendisine yardımcı olmasını istemektedir. Genç şair son sınavlarının yaklaştığını söylese de kâr etmez. Kısakürek "Olmaz. Hemen gel. Bu bir emirdir" der. Karakoç, usta şairi gücendirmekten endişelenir, bundan ötürü ona karşı çıkamaz. Hepsi sözlü olan sınavlarını rapor alarak eylül ayına bırakır. Öte yandan babası, kendisine danışılmadan alınan bu kararı tasvip etmez. Yine de verdiği sözü tutması, İstanbul'a gitmesi gerektiğini söyler.
"BEN BİR ARSLANDIM, BENİ FAREYE ÇEVİRDİNİZ"
Çalışma süreci boyunca Necip Fazıl, Karakoç'u Feneryolu'ndaki köşkte misafir eder. Karakoç köşkün kütüphanesinde uyur, sabah üstadıyla beraber vapurla Sirkeci'ye iner. İkili Nuruosmaniye'deki matbaada yoğun bir şekilde çalışır.
Derginin onuncu sayısını hazırladıkları bir akşam Necip Fazıl bazı yazı ve resimleri sadık yardımcısına gösterir ve bunların tehlikeli olup olmadığı konusundaki fikrini sorar. Eleştiri dozu yüksek olan bu resimlerde dönemin önde gelen siyasetçileri ve patriği samimi bir havada gösterilmektedir. Karakoç, resimlerin tehlike arz edeceğini açık bir şekilde söyler. Bunun üzerine Kısakürek hiddetlenir:
"Derginin bu döneminin onuncu sayısını hazırlarken üstad bana bir gece evde yazıları ve resimleri göstererek sordu: "Sence bir tehlike var mı?" Ben de: "Herhalde dergiyi kapatırlar" dedim. Kapakta bir iskelet, kafatasında kanayan bir ay yıldız, kafanın üstünde bir iskemle ve iskemlenin üstünde de altı köşeli bir yıldız vardı. İçerde de Menderes'le İstanbul valisi F. Kerim Gökyay ve Patrik Atenagoras'ı samimi bir havada gösteren resimler vardı. Daha başka resim altları ve yazıları da göz önünde tutarak böyle söylemiştim. Üstad birden kızgınlıkla "Ben bir arslandım, beni fareye çevirdiniz" dedi."
Necip Fazıl gözü pek, cesur bir mizaca sahipti. Fakat benimsediği düşünceleri yüksek sesle haykırdığı için defalarca hapiste yatmak zorunda kalmıştı. Bu olumsuz durum, onu olduğu kadar dostlarını da üzerdi. Onlar usta şairin hırpalanmasına mani olabilmek için devamlı olarak "itidal" tavsiye etmişlerdi. Karakoç'un dergi malzemesi hakkındaki değerlendirmesi, bu tavsiyeyi hatırlattığı için Kısakürek Karakoç'a sinirlenmişti.
Ertesi gün Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın buyruğu üzerine Büyük Doğu dergileri bütün bayilerden toplatılır. Karakoç, şairin tutuklanacağını düşünerek endişeye kapılır fakat beklenen olmaz. Yalnızca dergi kapatılır.
NECİP FAZIL'IN EDEBİ YÖNÜNÜ ÖN PLANA ÇIKARIR
Vücutça oldukça zayıf olan, Ankara'nın yağmurundan ve karından şikâyet eden Karakoç "incecik bir pardösü içinde titreyerek" dolaşmak zorunda kalsa bile üstadının yanına koşar. Meydan Palas ile Osman Yüksek Serdengeçti'nin kitabevi, şairin uğrak yerleri arasındadır.
Karakoç bu ziyaretlerin birinde 1955 yılının Ocak ve Şubat aylarında tek başına çıkardığı Şiir Sanatı isimli sanat ve edebiyat dergisini üstadına takdim eder. Okurla sadece iki defa buluşabilen bu dergi Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Gülten Akın, Erdal Öz, Muzaffer Erdost ve Orhan Duru gibi isimlerin ürünlerini içermektedir. "Apaçık bir ret, bir protesto, bir isyan olmamakla birlikte statükoyu kabul etmediği belli olan bir dergi[dir]." Salt şiir ve şiir üstüne yazılara yer verdiği için yankı uyandırır.
Dergi, Necip Fazıl'ın yeni yayımlanan Sonsuzluk Kervanı adlı kitabı üzerinde de durur. Buna ilave olarak Karakoç, gelecek sayılarda söz konusu metni merkeze alan incelemeler yapacağını da not düşmüştür. Karakoç'a göre bu, Necip Fazıl'ın edebiyat ortamında algılanışı hususunda önemsenmesi gereken bir hamledir. Çünkü Nurullah Ataç gibi eleştirmenlerin birçoğu Kısakürek'ten hiç bahsetmemeyi ya da "vebalı bir adammış gibi bahset[meyi]" alışkanlık hâline getirmişlerdi. Bundan dolayı Sonsuzluk Kervanı'nı da görmezden gelmişlerdi. Karakoç'un yazısı bu boykotu kırmayı başarır. Hatta Ataç, kitap üzerine bir eleştiri kaleme alır.
Yine de Şiir Sanatı'ndaki yazı, büyük övgüler içermeyişinden olsa gerek, Necip Fazıl'ı memnun etmeye yetmez. Üstat dergiyi dili dolayısıyla tenkit eder. Ayrıca Karakoç'u teşvik edecek herhangi bir yorum yapmaz. Onun bu tutumu, genç şairin dergisini devam ettirmeyişinde etkin rol oynar.
ÜSTAT İLE KARAKOÇ ARASINDA SOĞUK RÜZGÂRLAR
Sezai Karakoç'un Necip Fazıl'a darılmasına neden olan olay 1956 yılında gerçekleşir. Büyük Doğu gazetesinin Edebiyat-Sanat sayfasında Karakoç'un bilgisi dışında başarısız ve "seviyesiz" şiirler yayımlanır. Şiirler, nezaketsiz tavırlarıyla dikkat çeken yazı işleri müdürünün bir arkadaşına aittir. Sayfayı cazibe merkezi hâline getiren Karakoç, bu duruma oldukça üzülür. Yazı işleri müdürüyle "çirkin bir şekilde" tartışırlar. Karakoç "Burası Büyük Doğu'dur. Burada kavga etmeyelim." diyerek tartışmaya son verir.
Karakoç ertesi gün gazeteye geldiğinde Necip Fazıl'ın asık bir suratla çalıştığını görür. Kısa süre içinde yazı işleri müdürünün kendisine iftira ettiğini anlar. Zira Kısakürek, genç şairin-üstatla aralarındaki ilişkiye binaen-müdürü gazeteden attırmakla tehdit ettiğini zanneder. Oysa Karakoç'un ağzından böyle bir söz çıkmaz. Zaten bir an olsun dürüstlükten ödün vermeyen ve sırtını kimseye yaslamayan Karakoç'un mizacı bu tür bir beyanda bulunmasına manidir. Diğer taraftan Kısakürek, altı yıldır yakından tanıdığı, "Sevgili Sezai Karakoç'um" diye seslendiği genç adama inanmaz. Ona konuşma veya kendini savunma hakkı da vermez. Büyük bir bağlılık duyduğu Necip Fazıl'ın onu tanımaması ve ona itibar etmemesi Karakoç'u derinden yaralar:
"Ne olduğunu bile sormadan; "Sen onlara, Necip Fazıl Bey'e söyler, sizi buradan attırırım demişsin" dedi. Oysa böyle bir söz asla ağzımdan çıkmamıştı. Bunu söylemem mümkün de olamazdı. O kadar yıl beraber olduğumuz üstadın bunu bilmesi lâzımdı. Canım sıkıldı. Ben de "onların bu sözüne inandınız mı?" dedim. O da "Söylemiş olabilirsin" deyince çok müteessir oldum. Bir şey söylemedim."
Karakoç, anılarında Kısakürek'i suçlayıcı herhangi bir ifade kullanmaz. Kırıldığını bile açık bir şekilde söylemez. Yalnızca bu olaydan sonra şairi uzun müddet aramadığını belirtmekle yetinir. Bu dargınlık 1959'a dek sürer.
KARAKOÇ'UN EDEBİ YÖNÜNÜ KEŞFEDEN NECİP FAZIL
Sonraki günlerde Son Posta gazetesinde yazmaya başlayan Kısakürek, genç şair Sezai Karakoç'un ikinci şiir kitabı olan Şahdamar üzerine bir fıkra kaleme alır. Esasen sanatçı, çok yakın olmasına rağmen uzun zaman farkına varılmayan bir hakikatin sebep olduğu hayret duygusunu yaşamaktadır. Elbette Kısakürek, Karakoç'un sanatçı kişiliğini yeni öğrenmemiştir. Onun Büyük Doğu'da neşredilen şiirlerinden ve edebi yazılarından haberdardır. Bununla beraber o zamana kadar genç şairin edebi metinlerine pek fazla dikkat etmemiştir. Toplumu sarsan olaylar, dergi çıkarma telaşı ve hapis çilesi gibi faktörler de onun şairliğini Kısakürek'e unutturmuş olabilir. 5 Mayıs 1962'de Son Posta'da yayımlanan "Onu Anlayınca" başlıklı yazısında şair, onun şiirlerine ilk kez ciddiyetle eğilir. Şaşılacak bir şekilde şiirleri beğendiğini de ekler.
Karakoç bu gelişmeden birkaç gün sonra şairi ziyarete gittiğinde onu darılmış bulur. Zira Kısakürek, "yazıyı okur okumaz koşup teşekkür etmediği[ne]" kırılmıştır. Söz konusu yazı "olay" olmuştur, ama yazının sahibi ortada yoktur. Hatta Sabri Esat Siyavuşgil, Kısakürek'e telefon etmiş, "Sen gençler için yazı yazmazdın!" diyerek şaşkınlığını dile getirmiştir. Karakoç ise ilgisizliğinden değil, utancından dolayı arayıp teşekkür etmediğini belirtir.
(Sezai Karakoç'un Hâtıralar'ı Işığında Necip Fazıl Kısakürek Portresine Çerçeve Arayışı - Büşra SÜRGİT)