Kelime-i Tevhidin Ahlâkı: Rızâ, Tevekkül ve Teslimde Tecelli Eden Dindarlık
"Allah ne istemişse o olur." Günlük hayat dilinde bir Müslümanın en çok söylediği tabirlerden birisi olan "maşaallah" bu demektir. Bunun mefhûm-ı muhalifi ise gerçekleşmeyen bir hadise söz konusu olduğunda "Allah neyi dilememişse o olmamıştır" şeklinde ifade edilebilir. Cümleyi şartlı söylemek gerektiğinde ise "inşallah" yani "Allah dilerse olur" denilir. Her ikisi birlikte kelime-i tevhide verdiğimiz "iradeli Tanrı" anlayışının istilzam ettiği ahlâk ve dünya görüşünün en veciz ve en nefis anlatımıdır. Bir Müslüman bu tabirler ışığında yaşar, bu tabirlerle şimdiki zamanı ve geleceği ilâhî irade ekseninde yorumlar, karşılaştığı meşakkatleri bu bilinçle göğüsler, en nihayetinde ise "Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler" diyerek bu anlayışı taçlandırır.
İmam Matürîdî, Mu'tezile'nin "Tanrı'nın iradesi mutlak bir şekilde kabul edilirse insan fiillerinin anlamından söz edilemez" mealinde birtakım eleştiriler dile getirdiğinde Müslüman toplum içinde adet haline gelmiş bu dile atıf yaparak cevap vermek istemiştir. Der ki büyük İmam,"Mu'tezile çıkıp zihinleri karıştırana kadar Müslümanların dilinde bir sorun yoktu; onlar gelecekle ilgili bir durum olduğunda inşallah (Allah dilerse) veya maşallah derler." Buna rağmen tabirler, işi geçiştirmek, değersizleştirmek için söylenmiyor, insanları fiilden alıkoymuyor, sorumluluklarını üstlenmelerine mâni olmuyordu. Mu'tezile ise provokatif bir yaklaşımla insan fiillerinin üzerine "ilâhî irade" sebebini yerleştirdiğimizde, yükümlülüğün anlamını yitireceğini, ilâhî iradenin insanı âtıl hale getireceğini söyleyerek iradesiz bir Tanrı telakkisine yol açan başka bir tevhid anlayışını savunmuştu: Adaletli Tanrı! İmam'ın reddettiği tam olarak bu iddiaydı. İlâhî iradeye inanmak, insanı âtıl hale getirmeyeceği gibi sorumluluklarını da ortadan kaldırmayacak, meseleleri Tanrı'ya havale ederek başıboş ve anlamsız bir yaşama yol açmayacaktır.
Tevhidin özünü teşkil eden ilâhî irade meselesi, Müslüman düşünce ekolleri arasındaki en ciddi sorundu ve bu sorunun farklı alanlarda yol açtığı tartışmalar Müslüman düşünce ve ahlâk hayatının istikbâlini şekillendirmişti. İlâhî iradeyi kabul edenler daha doğrusu tevhidi ilâhî irade ve kudret ile özdeşleştirenler, bu anlayış dahilinde ahlâkî teoriler ortaya atmış, din ve ibadet anlayışını bu istikamette yorumlamışlardı.
Tanrı'yı iradeli veya iradesiz düşünmenin sonuçları, bu disiplinleri farklı yaklaşımlara icbar etmişti. Önce iradeli Tanrı telakkisini reddederek Tanrı'nın âleme müdahalesini tezyif eden ekollere bakalım. İnsanın yeryüzündeki yaşamı dünyayı anlama çabasının gayesini belirler. İnsana göre oldukça büyük ve sınırsız bir evren içinde varlığını korumak, varlığını daha güçlü hale getirerek karşılaşabileceği sıkıntı ve endişelerden selamete erebileceği bir düzen içinde insanın yaşaması, evreni tanıma ve araştırmanın saiki idi. Bunun için gereken ise evrenin belirli bir düzen içinde işleyip işlemediğini tespitti. Başından beri bilim insanları daha sonra da metafizikçi filozoflar evrende düzen olup olmadığını tartışmış, farklı gerekçelerle bir düzen fikrini kabul etmişlerdi. "Farklı gerekçeler" diyoruz, çünkü bazı düşünürler Tanrı inancından hareketle düzeni temellendirmek istemiş, bazıları ise Tanrı'ya rağmen veya onu yok-etkisiz sayarak nizamı ve düzeni savunmuştu. Her halükârda insan, varlığını korumanın yolunu nizamda bulmuştu: Evrende bir nizam varsa tedbir alabilmek mümkün olabilir, böylece evrenin bilinmeyen sürprizlerinden korunmak ihtimali belirirdi.
Evrende bir nizamın var olabilmesi ise hadiselerin ve varlıkların nedensellik ağıyla birbirine bağlanması, nedensellik zinciriyle ortaya çıkmasına bağlıydı. Bu nedenle sorunun en önemli kısmı, doğanın ve gökyüzündeki varlıkların nedensellik ilişkisi dahilinde hareket edip etmediğini tespit olacaktı. Filozoflar dikkatlerini nedenler meselesine vermiş, bilgiyi "nedenleri" bilmek olarak kabul etmişlerdi. Lakin nedenselliği kanıtlamak doğanın müstakil bir hakikate ve bunu önceleyen mahiyete sahip olmasını gerektiriyordu. Metafizikçiler bunu mahiyetler teorisiyle çözmek istemiş, mahiyetlerin ezelî ve belirlenimsiz olduğunu düşünmüş, bunların karşısında herhangi bir iradenin veya kudretin müessir olamayacağını iddia etmişlerdir. İlâhî iradeyi reddetmenin ve kudreti sınırlamanın temel nedeni buydu. "Hakikat sabittir" diye bilinen meşhur ilkenin gerçek anlamı budur. Hakikat öyle bir şekilde sabittir ki Tanrı bile hakikati değiştiremez, onu başka bir hale koyamaz, mahiyetleri oldukları halden başka şekilde inşa edemez. "Tanrı'nın bilmesi onun yaratmasıdır" şeklinde dile getirilen ilke bu sınırlanmayı anlatıyordu. Böylece ilâhî irade sınırlandırılmış, kudrete mahal kalmamış, doğanın müstakil düzeni ve mahiyeti Tanrı'ya engel teşkil ederek mümkün dünya alanını genişletmişti; en azından böyle olduğu zannedilmişti. Akıl ise bu düzenin gereğini bilerek insan için gerekli çareleri oluşturan ve yaşama imkânlarını teminat altına alacak olan vasıtamızdı. Bu ise ilkenin ikinci kısmını yani "bilgi mümkündür" ifadesini teşkil eder. Başka bir anlatımla, insanı selamete kavuşturacak çareleri bu nizam içinde bilir ve buluruz demektir. Bunun dinî düşüncedeki karşılığı, insanın hayatının vekâletini Tanrı'ya vermeksizin kendi inisiyatifiyle deruhte etmesi ve kendi gücüne itimatla yaşama gayreti diyebiliriz. Nedenselliğin oluşturduğu bir nizam içinde yaşamanın anlamı budur.
Din, meseleye başka bir açıdan bakarak dünyada aranan nizamın -ki böyle bir nizamın bulunduğu inancı bir iddiadan ibarettir- ilâhî iradede bulunduğunu söyleyerek nizam fikrini başka bir merhaleye taşımıştır. İnsanın itimat etmesi gereken şey bu iradedir. Burada irade karşısında insanların tutumunun iki tarzını görmekteyiz: birinci yaklaşımda insanlar, kudretin sınırsızlığını yaşamlarına bir tehdit olarak görürken ikinci yaklaşımı teşkil eden iradeli Tanrı anlayışında ise selametin yolu olarak kabul edilir. Böyle olunca ilk ortaya çıkan ahlâk teslimiyet olacaktır. Her şeyi bilen ve her şeyin iradesine göre gerçekleştiği bir Tanrı'ya ancak teslim olmak gerekir. O halde kelime-i tevhide inanmak insanda bir teslimiyet, yani Müslüman olma hali ortaya çıkartır. İkinci merhalede ise insan, Tanrı'nın gösterdiği şekilde O'nu vekil edinir. Tevekkül bu demektir. En nihayetinde ise bu hal insanda bir rızâ hali oluşturur.
"Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel eyler" ifadesi de bu rızâ ve tevekkül halinin en nefis anlatımıdır.
Ekrem Demirli