Hristiyanlık teslis, Yahudilik Şabat yasakları veya seçilmişlik, İslam ise tevhid inancı üzerine kuruludur. İslam'da dinin ve hayatın her merhalesi tevhidin izlerini taşır; ibadet, ahlâk, hatta toplumsal hayat doğrudan veya dolaylı olmak üzere tevhit ekseninde döner. Müslüman olmak anlamındaki mutlak hakikat demek olan Hakk'a teslimiyet (İslam) tevhidin anlamıyla doğrudan ilgili olduğu için İslam ahlâk ve ibadet hayatında ortaya çıkan bütün kavramlar tevhidin yorumu veya ona ulaştıran ikincil konular kabul edilebilir. Her şeyden önemlisi bütün ibadetlerin "sahih olmak" şartı sayılan niyet, tevhidin bir gereğidir. Müslümanın başka bir ismi muvahhit yani Hakk'ı birleyen ve tevhid edendir ki Müslümanlar "ehl-i tevhid ve ehl-i kıble" olarak tanımlanırlar. Dinî hayatın merkezinde yer alan bu tevhid anlayışı hiç kuşkusuz Tanrı'nın varlığının yegâne olmasıyla sınırlı bir anlam taşımaz. Tevhid, Tanrı'nın âlem ve insanla irtibâtında ortaya çıkan daha fiilî ve etkin bir kavramdır. Bu yönüyle Tanrı'nın varlığının mutlak birliği üzerindeki vurgu dinden daha çok aşkın Tanrı fikrini varlık anlayışının amacı haline getirmiş metafizikçi filozoflar tarafından benimsenmiş bir teoridir. Öyle ki onlar için Tanrı'ya yönelik en doğru ifade -tam bir isim olmasa bile- Bir veya İlk olabilir. Tanrı'ya bir demek, metafizikçi filozoflara göre herhangi bir şekilde zat ve mahiyet, varlık ve mahiyet, zat ve sıfatlar gibi herhangi gerçek veya itibarî bir ayrıma gitmeksizin Tanrı'nın mücerret bir hakikat olarak tasavvur edilmesi demektir. Onlar, evrenin varlığını da böyle bir ilke üzerinden açıklamak istemiş, Bir ile oluş-bozuluş arasındaki irtibatı tesis etmede dinlere göre tamamen başarısız kalmışlardır. Buna bağlı olarak filozoflar, dinî düşünceleri bu mutlak birlik ve basitlik ilkesini sulandıran "tahayyül" merkezli yaklaşımlar olarak görmüşlerdir. O zaman salt birlikçi Tanrı tasavvuru dinin sözünü ettiği tevhid değil, dinî düşüncenin çözümlemek istediği birtakım sorunların kaynağı olan selbî Tanrı telakkisinin neticesiydi.
Bu meyanda Tanrı'nın birliği sorunu dinlerin ve felsefenin temel meselesiydi. Dikkate değer hususlardan biri, her zümrenin ötekini "pagan" ve göreceli bir şekilde "müşrik" diye eleştirmiş olmasıdır. Bu noktada sorunu doğru saptamak gerekir: Niçin tevhit üzerinde görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor, niçin zümreler birbirlerini gerçek inançtan uzak "putperest" kalmakla eleştiriyor?
Sorunun nedenleri üzerinde düşünmek bize tevhidin mahiyetini verebilir. Tevhid, Tanrı'nın kendi başına ve müstakil olarak varlığıyla ilgili bir konu olarak düşünülmemiştir. Tanrı üzerindeki düşünme faaliyeti zorunlu bir şekilde âlemin varlığı, insanın yaratılışı gibi konuları düşünmeyi istilzam eder. Başka bir anlatımla Tanrı üzerinde düşünmek bir ilişki ve irtibat dahilinde Tanrı'yı tasavvur etmek demektir. Gerçek bir tevhid yorumuna ulaşmayı güçleştiren hatta tevhidin mahiyetini idraki zorlaştırarak zümrelerin birbirini "tekfir" etmesine yol açan temel sebep, ilişkiler ve irtibatlar dahilinde Tanrı'yı tasavvurun anlaşılma problemidir.
Dedik ki Müslüman bilim ve düşünce gelenekleri içerisinde mutlak ve katı birlikçiler filozoflar ve onlarla kısmen paralel düşünen Mu'tezile kelamcılarıydı. Meşşâî filozoflar dikkatlerini Tanrı'nın mutlak birliğine vermiş, katı ve uzlaşmaz tevhitçiler olarak aşkın Tanrı tasavvuru üzerine "sudûr" eksenli varlık görüşlerini inşa etmişlerdi. Tanrı'nın bir ve basit olması, O'nun zâtını aşkın ve bilinemez bir hakikat olarak düşünmeyi icbar ederken bunun dışında herhangi bir hüküm verme imkânını ortadan kaldırır. Lakin filozoflar buradaki esas sorunu ihmal ederek "irtibat" ve ilişkiyi araştırma yoluna gitmediler, daha doğrusu böyle bir irtibatın varlığını kabul etmediler. Din ile felsefe arasındaki esas ve uzlaşmaz ayrım burada tebellür eder. Metafizikçi filozoflar aşkın Tanrı'nın salt birliği üzerine odaklanırken dinî düşünce irtibat ve ilişki üzerine odaklanarak tevhidi âlemle ve insanla "doğrudan irtibat" içerisinde anlama yoluna gitmişlerdir. Vakıa dinî hayat dahilinde her şeyin meşruiyeti Tanrı ile doğrudan irtibata dayalıdır. Tevhit ancak bu irtibat dahilinde izah edildiğinde dinin tevhidi olabilecektir. Hal böyle olunca İslâm'da ibadet ve ahlâk hayatının merkezinde yer alan tevhid; irtibat, yani insan ve âlemle irtibat dahilinde Tanrı'nın birliğinin kabul edilmesi demektir. Bu yaklaşım, Meşşâî filozoflar ile dinî düşüncenin temsilcileri arasında uzlaştırılması imkânsız görüş ayrılıklarının doğmasına yol açmış, herhangi bir dönemde bu tartışmalar bir çözüm yoluna konulamamıştır, konulamaz da! Çünkü filozoflar Tanrı-âlem arasındaki doğrudan irtibatı dikkate almadıkları ölçüde dini, dinî düşünce ise salt birliği ortaya çıkartan "tenzihçi" teoriyi dikkate almadığı ölçüde filozofları anlamamıştır.
Dinî düşünce geleneğinde tevhid, Tanrı'nın salt varlığı sorunu üzerinden değil; âlem ile Tanrı arasındaki ilişkilerin tespitine imkân veren zemin üzerinden ele alınır. Bu zemini Tanrı bakımından ilâhî nitelikler ve isimler mertebesi olarak tespit etmek mümkündür. O zaman tevhid, ilâhî nitelikleri ve bu niteliklerle ortaya çıkan ilâhî isimleri bir kabul etmek demektir. Tanrı, âlemi var eden ve onu halihazırda idare eden kadim niteliklerin sahibidir. Bu nitelikler, Tanrı'da herhangi bir çokluğa ve parçalanmaya yol açmak bir yana, O'nun bir olmasının gereğidirler. Bu sayede Tanrı âlemi var eder, onu yönetir ve onunla çok yönlü olarak irtibatlı olur. O zaman tevhid, dinî düşünce için "âlemle irtibat" dahilinde niteliklere sahip Tanrı'nın birliği ve kemâli demektir. Tevhide inanmak, âlem ve Tanrı arasında doğrudan irtibatı benimsemek demek iken böyle bir irtibat dahilinde aşkınlığın düşünülmesi demektir. Buna metafizikçi düşünürler, tenzih ve teşbih arasında Tanrı bilgisi derler ki kast edilen gerçek anlamıyla tevhiddir.
Ekrem Demirli