Zekat ve orucun ortak niteliği: Bir reddetme eylemi olarak zekat
Oruç üzerindeki yazılarda orucun alışılagelmiş eylemlerin terk edilmesi anlamında selbî bir ibadet oluşu üzerinde durmuştuk. Oruçta bu reddetme insanın mutlak bir şekilde şartlandığı beden ihtiyaçlarıyla arasına mesafe koyması şeklinde ortaya çıkar. Vakıa bütün ibadetler bir reddetme ve terk niteliğinde benzeşirken zekât ile oruç arasındaki benzerlik daha kuvvetli şekilde kendini gösterir. Oruç, beden ihtiyaçlarını geçici bir süreliğine terk etmek iken zekât, "sahip olmak" tutkusunu aşarak insanın mal ve meta bağımlılığından özgürleşmesini gaye edinir.
Zekât ibadetinde gaye olarak zikredilen "temizlik" doğrudan bununla ilgili olmalıdır. Bu itibarla zekât, orucun da ana fikrini teşkil edercesine insanın mülkiyet tutkusuyla arasına sınır çizmek üzere yerine getirilen bir ibadettir. İnsan varoluşunu güçlendirmek, varlığını tehlikelerden korumak sadedinde mutlak bir zaruret şeklinde vehmettiği mülkiyet bağımlılığını zekât ile azaltmak, en azından belirli bir ölçüye indirgemekle mal ile arasına mesafe koymak üzere zekât verir. Haddizatında zekâtı almak da paradoksal bir şekilde mal tutkusunu yenmek amacı taşıyarak "zekât alanı" temizler. Çünkü malın varlığı zengin insanda bir hâlet-i ruhiyye meydana getirirken yoksunluğu ise yoksul insanda başka bir hâlet ortaya çıkartabilir. Her ikisinde değişmeyen durum, mala karşı hissedilen mecburiyet, malı zorunlu ihtiyaç şeklinde görmek duygusudur. Hâl böyle olunca insan malın bir kısmını azaltmak ve vermekle olduğu gibi o parçayı almak yoluyla bir tutkudan arınmak, tutkunun aklının önünde perde haline gelmesini aşmak ister. O zaman zekâtın temizleme özelliği her iki taraf için farklı yönlerden lakin eşit ölçüde geçerli bir durum olarak ortaya çıkar. Zekât ile oruç arasındaki benzerlik bu mesafe koyma anlamında ortaya çıkar: Zekât bir terk eylemi olmakla orucun benzeridir.
Zekâtın temel konusu mülkiyet ve insan ilişkisidir. İnsanın mülkiyet telakkisi doğasından getirdiği bilgilerle, zaman içinde edindiği veya tevarüs ettiği tecrübelerle teessüs eder. İnsan doğasında varlığını sevmek, varlığını geliştirmek ve sakınmak güdüsü hâkimdir. "Hücrenin kendini koruma güdüsü" diye en küçük parçada bile bulabileceğimiz bu duygu bir yaşama ilkesidir. Böyle bir ilke kanıtlanması gerekli olmayan lakin insan davranışlarını takip etmekle fark edilebilecek bir ilkedir. Üstelik her insan kendi tecrübesinden ve gözlemlerinden hareketle bu duyguya şahitlik ediyor olmalıdır. Her varlık kendi özel varlığını korumak güdüsüyle dünyaya gelmiş, bu güdüyle varlığını tahkim edebileceği vasıtalar ve çareler aramıştır. Önce bu yönelimi ve dürtüyü anlamak gerekir: Bu dürtü insanın varlığını koruma arzusu ve hâlihazır acizliği arasındaki ilişkinin icbar ettiği bir yönelime dönüşür. İnsan hem tecrübe yoluyla hem içgüdüsel olarak varlığını koruyabilecek imkânlara doğuştan sahip olmadığını ve bunları edinmek mecburiyetinde olduğunu bilir. Böyle olunca varlığını korumaya vasıta olabilecek araçlar edinmek için zihinsel ve bedenî bir çaba gösterir, hırsla ve kararlılıkla çabalar. Mal kapsamı altında giren şeylere insanın düşkünlüğü temel itibarıyla buradan kaynaklanır. Başka bir anlatımla mal, meta gibi mülk kapsamı altına giren şeyler, bizatihi sevimli ve iyi oldukları için insan tarafından talep edilen şeyler değillerdir. Bunlar sadece vasıtadır; bunları elde etmek isteyen insanın amacı ise kendi varlığını korumaktır. Hâl böyle olunca insan mal ve metaa karşı doğasından gelen bir tutku ve bağımlılık duyar. Kur'ân-ı Kerîm malların insana "güzel gösterilmesi" veya sevdirilmesinden söz ederken buna dikkatimizi çeker. İnsan varlığıyla ilişkisini kuramayacağı bir şeye sevgi göstermeyeceği gibi doğrudan kendisiyle ilişkilendiremeyeceği bir şeye bağlılık duymaz. O zaman insanın mala olan düşkünlüğü mal ile varlığını korumak arasında kurduğu bağdan neşet eder demeliyiz. Malın "gönlün meylettiği" anlamıyla "meyil" kelimesinden gelmiş olmasının nedeni budur.
O zaman insanın mallarla ilişkisini buradan hareketle anlamak, ardından zekât ile ortaya çıkabilecek temizliği yine bu noktadan anlamak gerekir. İnsanın mallarla arasında kurduğu ilişki kendi varlığı hakkında duyduğu sevgi, o sevgi ölçüsünde varlığını korumak üzere vasıta olarak gördüğü şeylere ilgi duymasıdır. Peki böyle bir yönelim haklı mıdır veya böyle bir değerlendirme gerçek midir? Daha doğrusu insan varlığını dünyada güç bela edindiği mallarla koruyabilir mi? Bunun mümkün olup olmadığını başka bir yazıda tartışmak üzere şimdilik şunu söylemek gerekir: Zekât ibadeti, bu mülkiyet ve elde etme arzusunun önüne geçerek insanı araçlardan ayrıştırma amacı taşır. Zekât bir temyiz ve aydınlanma ibadetidir. İnsan zekât verdiğinde, bu mallar ile arasına bir mesafe koyar, kendi varlığını ve kendi tanımını o malların dahil olmadığı bir zeminde tasavvur etmiş olur, mallar ile kendisi arasında mutlak bağ kurmaz. Zekât alan insan ise malın yoksunluğunun yol açtığı geçim endişesi ve korkuyu Tanrı'nın lütfuyla nail olduğu malla giderir, rızkın beklenmedik bir yerden kendisine ulaşmış olmasıyla belirli bir rahatlığa ulaşır. Bu sayede yoksul insan zekât almakla malın yoksunluk halindeki etkisinden temizlenmiş olur.
O halde zekâtı insana sevdirilmiş olan mallar ile arasında bir engel çekmek, bir sınır koymak amacıyla yerine getirilen bir ibadet olarak düşünmek gerekir. Zekâtı oruca benzer kılan bu bırakma ve terk etme eylemidir.
Ekrem Demirli