Zekât ve Mülkiyet
Hikâyeye göre "aceleci" bir mürit şeyhine şeriat, tarikat ve hakikatin ne olduğunu, insanların bu makamlara varınca nasıl davranacaklarını sorar. Menkıbelerden öğrendiğimiz kadarıyla böyle sorular genellikle cevapsızdır, bazen mürit "vehim" kaynaklı sorulardan kurtulsun diye daha hayırlı işe yönlendirilir; müridin aradığı cevabı soruyu sorduğu yerde değil, "takdir" edilmiş hâl ve zamanda bulması temin edilir. Bu süreçte sadece mürit tekâmül etmez; onunla birlikte soru sahici soruya dönüşür, daha önemlisi de cevabın kişiye gelmesi sağlanır. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İbrahim'in "ölüleri nasıl diriltiyorsun, Rabbim bana göster" duasının akabinde kesilen dört kuşu tasavvuf geleneği böyle yorumlar: Gerçek cevapları bulabilmek için tûl-ı emelin (karga), dünya sevgisinin (tavus), böbürlenmenin (horoz) ve rızık endişesinin (ördek) yenilmesi ön şarttır. Bu hikâyede bu kez öyle olmuyor. Şeyh müridi uzaktaki bir camiye gönderir, oradaki üç insana sırayla tokat atmasını söyler. Üç adam müridin öğrenmek istediği üç mertebeyi temsil ediyor fakat mürit bunu bilmiyor. Mürit adamlardan birisine tokat atınca, adam hışımla kalkmış, aynı şiddetle müride mukabele etmiş. Mürit adama bir şey sormadan ikinci kişiye tokat atmış. Adam başını kaldırmış, sadece müride bakmakla yetinmiş fakat karşılık vermemiş. Mürit buna da şaşırmış fakat bir şey sormadan üçüncü adama tokat atmış. Herhalde en şaşırtıcı olan üçüncüsü olmuş. Adam tokat atıldığından oralı bile olmadan kendi halinde tefekkürünü sürdürmüş.
Hadiseyi yaşayan mürit şaşkın ve merakla şeyhin yanına döndüğünde, şeyh tek tek "gördüğü rüyanın" tabirini izah etmiş: Birinci adam "şeriat ehlidir" demiş, onun yaptığı kısastır. Kendisine davrandığın gibi sana mukabele etmiş, ne eksik ne fazla, vurduğunun misliyle sana karşılık vermiştir. İkinci insan ise tarikat ehlidir. O başına gelen her şeyi Allah'tan bilir, fakat sadece kimin eliyle Hakk'ın onu cezalandırdığına bakmıştır. Üçüncü ise hakikat ehlidir. O ise Allah'ta fâni olmuş, dünyada olup bitenin farkında olmaksızın kendisini Allah'a vermiştir. Doğrusu hikâyedeki yanlışlıklar doğrulardan daha fazla görünüyor. Lakin hikâye birçok insanın tasavvuf ezberini şekillendirmeye devam etmektedir. Hikâyenin öteki kısmını daha sonra ele almak üzere şimdilik hikâyenin bir yönüne dikkat çekip zekâtla irtibatını kuralım:
İslam'da bir "ibadet" olarak cömertliğin ve bunun sistematik hale gelmiş tarzı olan zekâtın mahiyetini öğrenmeye katkı sağlayabilecek hikâyelerden birisi budur fakat hikâyenin doğru okunması şartıyla! Hikâye doğru okunmalıdır çünkü birinci adamın atılan köteğe misliyle mukabele etmesini "şeriat aklı" diye düşünürsek, ardından şeriatı "benim olan benimdir, senin olan senindir" düsturuyla izah edecek olursak, aklımız zekâtı ve şeriatı anlamanın uzağına düşer. Bu cümle yani "benim olan benimdir, senin olan senindir" cümlesi ile bunun ortaya çıkardığı düşünülen misliyle mukabele, gerçekte şeriatın ilga ettiği geleneklerin veya örflerin geçmişte veya günümüzdeki ifadesidir. Muhakkak İslam öncesinde Arap kabileci toplumu "benimki benim, seninki (şimdilik) senin" şeklinde bir anlayışla yaşıyor, kabile çıkarları üzerine ahlakı inşa ediyor, kan davaları ve intikam duyguları toplumlarını ayakta tutan en güçlü sâik sayılıyordu. Günümüzde de dinin etkin bir şekilde belirleyici olmadığı toplumlarda ve bireylerde aynı düstur geçerlidir. O zaman geçmiş veya günümüz ayrımı yapmaksızın "benimki benimdir" cümlesini dinden gelmeyen bir cümle olarak kabul etmek gerekir. İslam şeriatı (burada tam olarak şeriat tabirini kullanmak gerekir) büyük devrimini insanın en derin ve en güçlü tutkusu sayılabilecek mülkiyet üzerinde yapmış, "benimki benimdir" yerine "mülkiyet Hakk'ındır" düsturunu getirmiş, bu mülkiyetin devrinin mümkün olmadığını söylemiş, insana ise sınırları çizilmiş bir tasarruf alanı tanımıştır. Mal Allah'ındır, mülkiyet O'na aittir, insan için söz konusu olan ise sadece izinli tasarruflardır. Kelime-i tevhidin "Allah'tan başka güç ve kudret sahibi yoktur", "Allah'tan başka mülk sahibi yoktur" şeklindeki okunuşları bu düsturu tahkim eder. Zekât tam olarak bu inancın bir nişanesi ve delili olarak dinde emredilmiş, dini hayatın esaslı rüknü haline getirilmiş bir tasdik ameliyesidir. Bir insan zekât verirken "benim değil" diye ikrar ettiği malından zekât verir, vehmin ve hayalin "benimdir" dayatmasıyla ortaya çıkan kirlenmeden zihnini arındırmak ister. Bu itibarla zekât, mülkiyeti kendinde olmayan fakat sınırlı tasarruf izni verilmiş olan bir şeyde tasarrufta bulunmaktadır.
Hikâyeye dönersek hikâyede birinci adam kendisine tokat atan insana "bana nasıl vurursun" diye mukabele etmişse, sadece bir beşer olarak davranmış ve anlatılmaya değer olmayan bir hadise yaşanmıştır. Bir menkıbe günlük hayatta onlarcası yaşanan böyle sıradan bir hadiseyi bize aktarmakla nasıl bir gaye gütmüş olabilir? Hikâyenin tahrif edildiği izlenimini veren birinci nokta burasıdır. Böyle bir davranışta bulunan insan şeriat ehli olmadığı gibi davranışı da herhangi bir şekilde şeriatı temsil edemez. Çünkü şeriatta "kötülüğe kötülük onun gibi bir kötülüktür" denilmiş, affetmek sürekli vurgulanmış, üstelik affetmek katil hadisesinde bile Allah'ın "daha hayırlı" dediği bir şekilde yüceltilmiştir. Şeriat ehli sayılan bir insan "mukabele" yolunu tutarsa bunun nedeni tamamen başka bir yolla izah edilmelidir. Şeriat ehli olan bir insan kendisine yönelik saldırıyı veya haddi aşmayı, bireysel ve kendisine yönelik olarak telakki etmez; dince belirlenmiş bir yasayı ihlal eden herhangi bir saldırı kime yönelik olursa olsun ilâhî sınırın aşılmasıdır ve Allah'a karşı işlenmiş bir suçtur. Yasanın ihlali ise mümin için kendi bireysel mağduriyetinden çok daha ciddi bir meseledir. Bir mümin kendisine yönelik bir harekete "af" ile karşılık verirse, şeriatın bir yönünden hareket etmiş demektir; af yerine misliyle mukabele etmek yolunu tutarsa, yasa uğruna hareket eder, başka bir müminin yasayı ihlal etmesine karşı ona tövbe yolunu göstermek üzere "mukabele eder." Çünkü bir mümine ceza vermek veya misliyle mukabele etmek, ona taharet ve tövbe kapısını göstermek demektir.
Sahabe Hz. Peygamber'den söz ederken "Sadece Allah'a dair işlerde öfkelenirdi, öfkelenince de alnında damar bir belirirdi" der.
Zekâtı bir tasarruf eylemi olarak düşünmek, mülkiyetin Hakk'a ait olduğunu tasdik eylemi olarak ona bakmak, insanı şeriat aklına yaklaştırabilir.
Ekrem Demirli