Şeb-i Arus
Asırlardır süre gelen bir gelenek dahilinde yeni kavram üretmek, bir kavramın veya düşüncenin özdeşleşeceği biri olmak hiç kolay değildir. Şeb-i arus denilince akla ilk gelen hususlardan biri budur: Mevlana'dan önce ölümü benzer tabirlerle anlatan birçok sufi olmuştu. Sufiler arasında kendilerine 'Hakkın gelinleri' diyenler, tasavvufu ölmeden önce ölmek diye görenler çoktu. Hakkın gelinleri bir tasavvuf terimidir: 'Hakkın gelinleri' genç bir aşık gibi sevgiliye kavuşmayı bekleyenler demekti. Kavuşmak ölüm ile olacağı için onlar ölümü gözleyenlerdi. Tasavvuf 'ölmeden önce ölmek' idealiyle yaşamak ise veli de vuslatı arzulayan kişi olmalıdır. Bununla birlikte Mevlana'ya kadar tabir güçlü bir şekilde tasavvufun merkezine gelmemişti. Mevlana ölüm gecesini 'şeb-i arus', bir düğün gecesi olarak yorumlayınca, kavramlar hakiki mecrasını bulmuş, bundan sonra tasavvufi hayatın odağına yerleşmişti. 'Yitik hikmet' Mevlana ile yeniden keşf edildi, mebde ve mead fikrini anlatan bir kavram olarak dini hayatın kurucu unsurlarından biri oldu.
Bu bir nasip, tereddüt yok! Nasibin izini sürerken hikmetini de fark edebileceğimiz bazı ipuçları bulabiliyoruz: Şeb-i arus'u Mevlana ile özdeşleştiren şey, Mesnevi'nin girişinde ustalıkla işlenen düşüncelerde saklı. Mesnevi bir mebde' fikriyle başlar; mebde', sadece insanı ve onun hayatını içermez, -kelimenin teknik anlamıyla- külli bir teori halinde var olan her şeyi kapsar. Mevlana 'Dinle neyden' dediğinde, niçin dinlememiz gerektiğini fark ederiz: Neyin hikayesi ile hikayemiz var oluş bakımından aynı! Her şey köklerden /asıl vatan kopuşla başlar. Tabii ki gerçek bir kopuştan değil, mevhum bir kopuştan, dolayısıyla mevhum bir var oluştan söz ediyor Mesnevi. Her varlık bu kopuşun neticesinde ayrılık acısını, çileyi, sılaya dönüşle bitecek olan hasret ve özlemi üstlenerek var olur. Her şey ve her birimiz aynı kaderi paylaşırız; yeryüzü sakinleri aynı süreçte var olduk, aynı yolun yolcuları olduk. Ney'in yolculuğunu düşünmek bize mebde fikri kazandırırken buradan hikayemize intikal ederiz (buna tabir veya ubur denilir). Mesnevi'yi dini düşüncenin kurucu metinlerinden biri yapan budur.
Bu meyanda dini felsefelerden ayrıştıran şey, mebde' fikrine kestirmeden intikal etmiş olmasıdır: din insanın idrak ve akıl düzeyi her ne olursa olsun ona yaratılışını anlatmakla işe başlar. Metafizik ise mebde' bahsine -az sayıdaki insanın fark edebileceği bir süreçte- zihni yetkinleşmenin akabinde girerken Tanrı'nın varlığına inanmak üzere kurulu din mebde' fikriyle başlar: Nereden geldiğimizi düşünmek ve gördüğümüz nesnenin niçin var olduğunu anlamak akıllı olmanın iktiza ettiği bir sorumluluktur. Hiç kuşkusuz Tanrı inancı haddi zatında bir mebde' fikri demektir. Tanrı bizi var edendir ve tabirler ne kadar değişirse değişsin O'nunla aramızdaki irtibatı idrak etmek var oluşumuzu anlamamızın tek yoludur. Ağacın kökleri ile ilişkisine benzer, bizim Tanrı ile ilişkimiz; Tanrı inancından yoksunluk kökler olmadan var olma çabasıdır. Mesnevi bu mebde'i ney için 'sazlık' olarak belirtir. Sazlıktan kopartılmış ney, ayrılmış olmanın hasretini sürekli izhar ederek asıl yerini aramayı sürdürür. Kamışın hikayesi bizim hikayemizdir: Neyin nağmelerini dinlerken onun derdini tam olarak anlamasak bile –ki öyle bir görevimiz hatta imkanımız yoktur- derdimize intikal ederiz. Cevabını bulmamız gereken soru 'ney nedir?' veya bize hikayeyi anlatan 'Mevlana kimdir?' sorusu değildir. Mevlana'nın ima ettiği üzere, öyle bir soruyu zaten sormayacağız ve belki cevabı verilse bile anlamayacağız. Hiçbir soru 'ben kimim?' sorusu kadar önemli ve asli değildir. Hayatın telaşesi dahilinde bazen soru ikincilleşebilir, yerine başka bir şeyi ikame etmiş olabiliriz. Fakat gerçekte hiçbir başka merak bu soruyu geçersiz kılamaz: 'Ben kimim?'
Mesnevi bize 'ben kimim?' sorusunu anlayabilmek için derunumuzdaki derdimizi hatırlatır. Her birimiz özünde taşıdığı bilgi sebebiyle ıstırap yaşarız. Üstelik çoğumuz var oluş ıstırabının sebebini yanlış tahlil eder, yaşadığımız hadiseleri doğru tahlil edemez; bize verilenin yetersizliğine dikkat kesilerek saadeti başka bir yerde bulmak isteriz. Mevlana bize ıstırabın sebebinin başka bir şey olduğunu anlatır: Bizi mustarip kılan yegane şey, köklerimizden kopmuş olmamızdır. İki vatanlı olmak fikrini zihnimizde taşıyor olmamız, bizde bölünmüşlük fikri verirken yaşadığımız derdin kaynağı olur.
'Asıl vatandan ayrılmak' düşüncesi hayatı ve varlığı izah edebileceğimiz bir çok kavram ve düşünceyi kazandırır bize. Her şeyden önce yaşadığımız yer, hakiki yurt olmaktan çıkarak bir gurbete döner. Dünya hayatı bir gurbet hayatıdır ve gurbet içinde asıl vatanı özlemekle gün doldururuz; gün gelir gurbet biter ve biz asıl vatana döneriz. İbnü'l-Arabi 'vatan sevgisi imandandır' hadisini böyle yorumlar: gurbette gerçek vatanımızı özlemek! Ben ve dünyadaki herkes gurbette yaşayan yabancıdır; kimse yerli değil, kimse mülk sahibi değil, her şey ve herkes emanet bir hayat yaşar! Özlemek ise aşkın en önemli tezahürüdür. Biz sevdiğimizi özleriz; ona ulaşana kadar da özlemimiz artarak devam eder. Yeryüzünde olmak hasret çekmektir. Mevlana bu özlemenin 'ölüm' ile biteceğini söylüyor, bu nedenle ölüm gecesine 'şeb-i arus' kavuşma gecesi diyor. Bu tabir ile mebde' bilgisi mead bilgisine dönüşerek varlığımızı ihata ediyor: Özlediğimiz Allah'tır ve O'na kavuşmadan özlem bitmeyecektir.
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Bir röportaj üzerine (25.11.2019)
- Olan ile olabilecek arasında insanın krizi: Müşkülpesentlik ve ahlak (06.11.2019)
- Dini zayıf ve çaresizlerin ideolojisi görmek: Dinde ana gaye ve ikincil meseleler (31.10.2019)
- Vadiler geçerken yokuşta kalmak (28.10.2019)
- Dağları aşarak millet olabilmek (11.10.2019)
- Hasan-ı Basri ile Zerdüşt komşusu: İmanın ahlaka önceliğini konuşabilmek (29.09.2019)
- Klasik Düşünce Okulu II. Akademisyenler Kampı/Konya (14.09.2019)
- Emin Hoca (09.08.2019)