Geçenlerde İslam'ın ve Müslüman toplumların modern zamanlardaki vaziyetiyle ilgili ciddi değerlendirmeleri hâvi bir röportaj okudum. Gazeteci İslam Özkan'ın Fas'ın önemli entelektüellerinden ve İslamî hareket liderlerinden Muhammet Tullabi ile yaptığı röportajdan söz ediyorum. Tullabi Müslüman toplumların modern dünyadaki hali hazır durumundan başlayarak geleceğe dair birtakım öngörülerde bulundu. Doğrusu röportaj birçok acıdan aydınlatıcı bilgiler ve tespitler içeriyor. Genel olarak karamsar –gerçekçi demek daha yerinde olabilir- bakış hakim olsa bile, Arap dünyasından uzun zamandır görmediğimiz bir birikime ve derinliğe şahitlik ediyoruz: Mısır ve Ortadoğu'daki entelektüel liderlik, düşünce hayatını berhava eden siyasi ve sosyal baskıların neticesinde, yakın zamanlarda Kuzey Afrika'daki entelektüel liderliğe yerini bırakmış görünüyor. Müslüman entelektüeller arasında 'ağlamadan' konuştuğu için söyledikleri anlaşılabilen ender örneklerden birisi oldu Tullabi röportajı.
Muhammet Tullabi'nin üzerinde durduğu konulardan birisi İslam'ın geleceğin dünyasındaki yeri, daha çok da yakın dünyada alabileceği pozisyonla ilgiliydi. Dünyada birçok siyaset adamının ve sosyal bilimcinin konuşageldiği "merkezin doğuya kayması" meselesi henüz gündemimize girmiş değil. Ülkemiz büyüdükçe gündemimiz yerelleşiyor; garip bir paradoks! Tullabi Müslüman dünyada bu tartışmanın ciddiyetle yapılması gerektiğine dikkatimizi çekiyor. Bununla birlikte Tullabi'nin 'medeniyetin Doğu'ya kayması' derken tam olarak neyi kast ettiğini anlamak güç. Günümüzde Çin, Hindistan gibi yeni siyasi, askeri ve ekonomik güç merkezleri ortaya çıkmış olsa bile, bu kaymanın kültürel ve entelektüel anlamını ve varsa boyutlarını hesap edemiyoruz. Tullabi'nin bu bahisteki tespitleri mühim olmakla birlikte genel bir tespit olmanın ötesine geçmiyor. Kanaatimce bugün dünyada yaşanan hadise, merkezin temellice yer değiştirmesinden ziyade, aktörlerin değişmesi, yeni ekonomi ve siyaset güçlerin eski tarz dünyada öne çıkmasından ibaret kalıyor. Çünkü Çin'in ve Hindistan'ın siyasi ve iktisadi güçleriyle uyumlu yeni düşünceler söylediğine ve geleneksel değerlerinden hareketle yeni yaklaşımlardan hareket ettiklerine dair bulgu yok, yakın zamanda olacak gibi görünmüyor. Çin veya Hindistan entelektüelleri dünya ve insanlığın geleceği hakkında ne düşünüyor, nasıl bir dünya tasarlıyorlar, bunu bilmiyoruz, merak da etmiyoruz. Önce Hristiyanlığın ardından İslam'ın modern dünya karşısında yaşadığı büyük mağlubiyetin benzerinin Hindistan ve Çin'in geleneksel değerlerinde ve dinlerinde de yaşanmış olması kaçınılmazdır. O zaman İslam'ın yakın gelecekteki rakipleri arasında Doğu geleneklerinin ve dinlerinin olabileceğini söylemek için henüz çok erken. Yakın gelecekte dünyada değişecek olan siyasi ve iktisadi coğrafyadır: Biz kendi geleneksel değerleri içinde Çin ve Hindistan ile karşılaşmayacağız; Doğu'daki Fransa, Almanya, İngiltere veya Amerika ile karşılaşacağız. 19. asrın ortalarından itibaren ortaya çıkan bilim, felsefe ve düşünce dünyasının alanlarını genişletmesine şahitlik ediyoruz. Batı'da ortaya çıkan değerler dünyanın kalan bölgelerine yayılmasını ikmal ediyor; 'medeniyetteki yer değiştirme' bahsinde gerçekte olan biten budur.
Tullabi'nin dikkat çektiği bir husus daha var, tartışılmaya değer: Biz (Müslümanlar ve İslam) batı medeniyeti ile yıllardır süren savaşlarda (entelektüel alanı düşünelim) kan kaybettik; Konfüçyanizm, Hinduizm gibi yeni karşılaşacağımız geleneklerle savaşmak bize bir şey katmayacak, diyor. Tullabi'nin İslam'ın Batı ile ilişkilerindeki tespiti tashihe muhtaç görünüyor. Haddi zatında İslam Avrupa ile entelektüel zeminde hiçbir zaman tercihli bir çatışma yaşamamıştır. Batı'da ortaya çıkan bilim ve endüstrinin 'dünyayı değiştirme' iradesi karşısında bütün geleneksel kurumlar tehdide maruz kaldı. Gerçekçi olursak, bu süreçte Müslümanlar bir özne gibi pozisyon geliştirmediler; daha çok bir mağdur olarak varlıklarını ve değerlerini savunmak zorunda kaldılar. Yaşanan hadise güçlü ile zayıfın savaşı bile değildi: çok yönlü bir istilaya karşı topyekün var olma mücadelesi idi. Pozitivizmin güçlenmesiyle birlikte modernleşme İslam toplumlarında rakip olarak geleneksel kurumları gördü. Bu kurumlar meşruiyetlerini İslam'dan aldıkları ölçüde İslam da sürece göre tashih edilmesi gereken gelenekler arasına sokuldu. İslam ise bu saldırılar karsısında kendini korumak saikiyle hareket etti. Burada 'bilinç' ve akıl olabildiğince zayıftı, bu nerenle de insiyaki bir var oluş mücadelesinden öteye geçmedi. Bunun neticesinde de İslam dünyasında hemen her alanda büyük kırılmalar ve bölünmeler yaşandı: Müslüman aydınlar dirençlerini ve savunma güçlerini yitirdiler; geleneksel değerlerine olan güvenlerini yitirdiklerinde ise ya mevcut duruma teslim olmak istediler veya 'gökyüzündeki İslam'a aşık olarak' vakıadan tamamen uzaklaştılar. Doğu dinleri ile yeni ve güçlü bir karşılaşma olursa ne olacaktır? Sorunun cevabını bulabilmek için Hindistan ve Çin'deki İslam tecrübesine odaklanmak gerekiyor. Biz bu dinlerle ilk kez karşılaşmayacağız; İslam doğduğu andan itibaren Hindistan'da ve bundan daha az bir süre Çin'de bulunuyor. Bilebildiğimiz kadarıyla İslam ve Doğu dinleri –özellikle Çin'de- birbirine temas etmeden –ve belki birbirini hiç anlamadan- yan yana duran iki gelenek olarak var oldular. Bunun niçin ve nasıl böyle olduğu meselesi üzerinde ciddi araştırmalar yapmak lazımdır. Gelecekteki durum da bunun bir benzeri olabilir. Çünkü İslam "Batılı" bir dindir! Rene Guenon'un yakın doğu dediği Hindistan ile Doğu dediği Çin ile ilişki kurması her zaman zor olmuştur. Bununla birlikte muhtemel bir karşılaşma olacaksa, çatışıp çatışmamak Müslümanların elinde bir tercih olarak ortaya çıkmayacaktır: muktedir olan inisiyatifi elinde tutmak ister.