İbadetin anlamı üzerinde yazmak-düşünmek, bütün zamanların en büyük metafizikçilerinden biri olan İbnü'l-Arabi okumanın neticesi. Bir ibadetin anlamı hakkındaki ilk yazı 'Amel bir şey yapmamaktır' başlığıyla on beş sene kadar önce yazılmıştı. Yazının ana fikri insanın özne olduğu dil-düşünceye mukabil bir tür 'yapı-söküm' işlevi gören ibadetin mahiyetini keşfetmekti. İbadetler bize gerçek özne olmadığımızı gösteren bir aydınlanma ve özgürleşme imkanıdır. Biz bu sayede kudretimiz dahilinde olmayan bir şeyi yapma iddiasının bir özgürlük değil, kölelik ve cehalet olduğunu fark ederiz; mevhum yüklerden arınmakla özgürleşir insan. İbadet ile marifet arasındaki irtibatı hatırlarsak, dindarlık, alışkanlıkların teşkil ettiği 'mağaradan' çıkmamıza imkan hazırlayan "harikulade' bir hadisedir. Dini literatürde 'harikulade' genellikle keramet ve sıra dışı hadiseleri anlatmak üzere kullanılan bir tabir olsa bile, her ibadet 'hariku'l-ade', yani adet ve alışkanlıkların aşılması anlamında birdir.
Oruç ibadetler arasında 'selbi (yapmamak)' özelliğiyle tebarüz eder. Oruç tutarken insan bir şey 'yapıyor' değildir; yapmayarak ve eylemden uzaklaşarak oruç tutarız (yemek-içmek ve cinsellikten uzaklaşmak gibi). Hiç kuşkusuz ibadetleri anlatırken kullandığımız dil günlük hayatta kullandığımız dilin bir devamıdır. Günlük hayatta konuşur gibi ibadette konuşmayı sürdürmemiz bir zihinsel karışıklık ortaya çıkartıyor. Bu nedenle dilde özne olarak biz yer alırız ve 'oruç tuttum, namaz kıldım, iman ettim' deriz. Gerçekte bu bir yanılsamadır; en azından ana akım dini yorumlarda ve Ehl-i sünnet geleneğinde vakıa böyledir. Başka bir anlatımla Ehl-i sünnet'in talim ettiği ibadet dili, insanın özne olduğu dil değildir. Onun dilinde özne Allah'tır: 'Allah yaptırdı, ettirdi vb.' Bunun sebebi Ehl-i sünnet'in merkezinde hayata ve insan fiillerine müdahil etkin bir Allah anlayışının bulunmasıdır. Bu konuda ilk ve temel hükmümüz 'Allah yarattı' cümlesidir: Yaratma 'olmuş-bitmiş' kadim zamandaki bir hadise olamaz. Allah bizi ve alemi olduğu kadar bizden ve alemde ortaya çıkan her tikel durumu yarattı-yaratmaktadır. Yaratmanın anlamını hiçbir zaman idrak edemesek bile netice itibarıyla, yaratma bizi ve fiillerimizi içeren çerçeve kavramdır. Öte yandan yaratma Allah ile insanın irtibatının sebebidir. Bu bakımdan Allah'ın bize ihsan ettiği her şey O'nun yaratma fiilinde anlamını bulur. Allah bizim bedenimizi ve ruhumuzu yarattığı gibi bizde bilgiyi, imanı, ahlakı, gün içinde karşılaştığımız tüm hadiseleri da O yarattı. Bu yaratma O'nun bilgisi, iradesi ve kudretiyle gerçekleşirken biz onun yaratmasının neticelerini idrak ederiz.
Allah-alem ve insan irtibatını Allah cihetinden tahkim eden bu yaklaşımda ortaya çıkan ilk büyük sorun bireyin özgürlüğü meselesidir. Ehl-i sünnet'te bireyin sorumluluğunda bir tereddüt yoktur; lakin özgürlüğünü izahta ciddi çelişkiler ortaya çıkar. Bunun anlaşılır nedenleri vardır: Ehl-i sünnet insanın özgürlüğünü açıklayalım diye daha büyük bir soruna düşmeyi doğru görmedi. O büyük sorun insandan dolayı Allah'ın iradesinin ve gücünün sınırlanmasıdır. Biz alemde Allah'ın kudret ve iradesini sınırsız kabul ederken insan dünyasında aynı iradenin sınırlanabileceğini düşünmek veya Allah'ın bize geniş bir alan açabileceğini veya fiillerimize izin verebileceğini söylemek ikna edici sebeplere dayanmaz. Mutezile böyle bir yolu tercih ederek Allah'ın iradesinin sınırlanabileceğini veya Onun kendisini sınırlamasını kabul ederek insana özgürlük alanı açmak istedi. Bu durumda 'yaptım, ettim' şeklindeki dili ibadet alanında kullanmak hem mümkün hem gerekli oldu. Ehl-i sünnet ise öyle bir yaklaşımı gerçekçi görmedi. Ehl-i sünnet dahilinde kalınca ahlaki hayatımızın ve dindarlığımızın en ciddi sorunu, özgürlüğümüz izah edemezken sorumluluğumuzu kabulde tebarüz eden paradokstur. Ehl-i sünnet bu paradoksu muhtemelen vakıadan hareketle çözerek pragmatik yol takip etmeyi tercih etti. Bununla birlikte muarızları tarafından sıkça eleştirilen 'kesb' dedikleri bir kavramla sorunu tahkim etti: Kesb bizim fiilimiz ve eylemimiz değil, Allah'ın eyleminin ve iradesinin bizde ortaya çıkmasıdır; kulun burada tam olarak ne yaptığını hiçbir zaman açıklamak mümkün değildi.
Ehl-i sünnet ilahi iradenin hayatımızdaki rolünü anlatmak için birtakım deyimleri günlük hayatımıza sokarak 'Allah özneli' varlık anlayışını tahkim ve teyit etti: Tevfik (Allah muvaffak kılsın), nasip, lütuf vb. Biz 'Allah izin verirse' veya 'Allah nasip ederse' veya 'Allah muvaffak kılarsa' veya 'kısmet', 'yazı' vb. bir ifadenin ardından bir şeyi yapmaktan söz ettiğimizde, çelişik bir durum ortaya çıkar: Bir yandan yapacağımız iş ilahi inayete bağlanırken öte yandan onu yapan biz olacağız! Başka bir anlatımla Allah nasip edecek ve biz yapacağız!
Bu meyanda Ehl-i sünnet'in tavrını anlayabileceğimiz en iyi kavram nasip kelimesidir. 'Allah nasip ederse' veya sadece 'nasip' veya 'Ya nasip' dediğimizde, arzu ettiğimiz bir işin gerçekleşmesinin bizim kudretimiz dahilinde olmadığını kabul ederek yaşadığımızı ikrar etmek demektir. Bizim arzu ettiğimiz veya yapmak istediğimiz veya kaçınmak istediğimiz şey, bizim dışımızdaki bir iradeye bağlıdır. Belirleyici irade ise hiç kuşkusuz ilahi iradedir. Bu nedenle 'ya nasip' dediğimizde, Allah'ın iradesine atıf yaparak O'nun ihsanını beklemeye başlarız.
Ramazan ayı nasip kavramını yeniden hatırlayabileceğimiz bir aydır. Bunun için ilk yanılgıyı değiştirmek gerekir: Ramazan bize gelmiyor, biz o aya misafir oluyoruz, o aydaki bereketi ve ihsanı Allah'tan bekliyoruz. Bunun için de kendimizi varlığın merkezinden çıkartarak varlığı olduğu haliyle idrak etmeye niyetleniyoruz. Belki de insanın varlığın merkezinde olmadığını idrak etmesidir, oruç tutmak! Orucun kabul edilmesinin delili ise bu talebin gerçekleşmesi olabilir!
Ne diyelim: Ya nasip!
Ekrem Demirli