Müslümanların bir Ortaçağ'ı var mıydı?
Böyle bir soruya verilebilecek en makul ve en doğru cevap, 'tabii ki vardı' olmalıdır, bunun ötesinde verilebilecek her cevap tabire yüklenen ağır ve genellikle de mesnetsiz ithamları zihnen benimsemek, meşru görmek, buradan hareketle de aydınlanmanın insanlığın varabileceği nihai gerçeklik olduğu iddiasını ikrar anlamına gelecektir. Müslüman toplumların tıpkı Avrupa'nın olduğu gibi kendine mahsus yönleri ve ayrıcalıkları da olan bir ortaçağları olmuştur, günümüzde bu çağın izleri Müslüman toplumlarda görülmeye devam eder, istikbalde de bu 'değerleri' koruma çabaları bir insanlık görevi olarak üzerlerindedir. Haddi zatında çağlar yeni bir çağın gelmesiyle aşılıyor değildir; 'çağ açmak çağ kapatmak' kulağa hoş seda bıraksa bile, anlamsız bir sözdür. Her çağ önceki çağları içinde barındırır, bazen onu malzeme yaparak kendine mal eder bazen yeni sentezlerle yeni bir inşaya dahil ederek yeni bir formla yaşatır. İnsanın en iptidai özelliklerini onun en kalıcı özellikleri gibi en yeni çağda bulduğumuzda bu nedenle şaşırmayız; insan ile birlikte ne kadar eski ve geride kalan var ise tekrar canlanır, yeniden hayat bulur. Bir çağ içinde bile kimin hangi zamanı yaşadığını kim bilebilir ki? Gerçeğe daha yakın olan şey, birçok çağın tedahül etmiş bir şekilde karmaşık ve kaotik bir zihni inşa ederek bir arada bulunduğudur. Zihnin bize bakan yüzeyinde ve hakim dilinde bilim veya aydınlanma çağını görmek onu yönlendiren öteki katmanları ihmale yol açmamalıdır. Her insan farklı çağların izlerini zihninin farklı katmanlarında taşır, yaşadığı anı bilinçli veya bilinç dışı olarak bütün zamanları şamil bir 'an' şeklinde idrak eder.
"Ortaçağ" tabirinin modern zihindeki en yalın çağrışımından hareketle söze başlayabiliriz: Ortaçağ derken akla önce günümüzde sahip olduğumuz araç ve gereçlerin yoksun olduğu çağlar gelir. Bu hiç kuşkusuz doğrudur; günümüzde kullanılan araç ve gereçlerin hemen hiçbiri birkaç asır öncesine kadar ya hiç yoktu veya imtiyazlı bir sınıfın elinde bir iktidar emaresi olarak bulunuyordu. Üstelik sadece araç gereçler değil, zenginlik ve refah bakımından dünya insanları doyurabilecek kadar cömert değildi. Zenginlik ile cömertlik arasında kurulan ahlaki bağ biraz bu umumi yoksulluktan kaynaklanmıştı. Modern insan Turgenyev'in ifadesiyle bir 'fabrika' olarak gördüğü doğanın tüm imkanlarını sonuçlarını hesap etmeksizin hırsla ve şehvetle ele geçirmiş, hiçbir çağda benzeri görülmemiş bir zenginlik ve refah ortaya çıkartmış, kapitalizm sıradan insana geçmiş çağlarda saraylarda kısmen bulunabilen bir refahı sunarak Marks'ın deyimiyle 'gökyüzünde kurulan cenneti yeryüzüne indirmişti.' Ortaçağın müşterek özelliklerinden birisi, kıtlıkların ve bunların getirdiği bireysel veya toplumsal sorunların bütün insanların müşterek kaderi olmasıydı. Belirli bir süre dahilinde Müslüman toplumlar görece daha müreffeh bir refah düzeyine ulaşmış olsa bile, burada da abartılı bir zenginlik yoktu, kıtlık yeryüzünün büyük sıkıntısı idi. Umberto Eco bilhassa 11 ve 12. asırlarda Avrupa'da refahın büsbütün yitirildiği benzeri görülmemiş bir evre yaşandığını söyler.
Bu meyanda ortaçağlarda bilim ve teknolojiye yönelmemek tercih miydi, yoksa zorunluluk mu şeklinde birtakım tartışmalar olagelmiştir. Çin ve Hindistan'ı da işin içine dahil eden tradisyonel ekol yazarları ortaçağ insanlarının kendilerini doğaya yabancılaştıran bir bilim ve tekniğin peşinden gitmeyi reddettiklerini düşünürler. Kanaatimce böyle iddialar, tartışmaya değer yanları içerse bile, gerçekte bir varsayım olmanın ötesine geçemeyecek 'modern' iddialardır. Öyle veya böyle orta çağlarda tüm insanlık büyük kıtlıklar, sıkıntılar yaşamış, yaşamanın çetin zamanları olarak insanlık hafızasına kaydedilmiş, kıtlıkların yol açtığı savaşlar, hastalıklar nüfusun bazı bölgelerde tamamen yok olmasına yol açmıştır.
Fakat ortaçağ derken anlaşılması gereken şey, işin bu kısmı değil, bir dünya görüşü ekseninde derlenebilecek kanaatleriyle geniş bir zaman dilimidir. Ortaçağın hakim düşüncesi yeryüzünü evrenin merkezi kabul etmek üzere kuruluydu. Bu düşüncenin artık herhangi bir anlamı yok, fakat ona yüklenen ahlaki ve metafizik düşüncelerin önemli bir kısmı birçok insan için değerini muhafaza ediyor. Yeryüzünün merkez sayılması gerçekte insanın burada olmasından kaynaklanıyordu. Müslüman coğrafya da dahil olmak üzere, bu çağlardaki hakim düşüncelerden birisi homosentrik yani insan merkezli bir dünya telakkisi idi. Yeryüzünün evrenin merkezi sayılması buradan kaynaklanıyordu. Her şey insana göre ve insan için düşünülüyor, bütün evrenin var oluş maksadının insan olabileceği kabul ediliyor, Grek mirasından gelen felsefi eserler bu istikamet üzere yorumlanıyordu. Bu insan merkezci dünya belirli bir noktada teosentrizme, yani tanrı merkezciliğe varmak zorundaydı. Daha doğrusu insan hakkındaki herhangi bir metafizik düşünce şu veya bu şekilde Tanrı'ya varmak zorundaydı.
O zaman ortaçağ dünyasının iki temel ilkesine varmış oluyoruz: Bu dünya aynı anda hem insan merkezli hem tanrı-merkezli bir dünya idi. Ortaçağın insan merkezciliği göz ardı edilerek sadece tanrı merkezli olduğunu düşünmek ciddi bir hata olacaktır. Bu durumda tüm ortaçağları hümanizmin zirve çağları olarak kabul edebiliriz. Öyle ki çağdaş düşünürler böyle bir insan merkezci telakkiyi abartılı ve yüceltilmiş kabul ederek eleştirmiş, insan meselesini gerçekçi bir zeminde ele alınmak istenmiştir. O zaman yeni hümanizm gelişirken başka bir hümanizmden ayrışarak ve onunla mücadele ederek geliştiğini kabul etmek gerekir. Aydınlanma çağının ortaçağlara yönelik bitmek bilmeyen öfkesinin nedeni budur: Ortaçağların insan anlayışını Tanrı'ya dayandırmış olması insana karşı en büyük ihanet olarak telakki edildi. O zaman insanı Tanrı'dan ayrıştırarak Tanrı-merkezci olmayan bir hümanizmi savunmak aydınlanma sürecinin ruhunu teşkil etmiştir.
Öte yandan bu Tanrı merkezli-insancılık dinler sayesinde geniş kesimlere yayılmıştır. Bilhassa İslam ve Hristiyanlık kabiliyet ve güç eksenli aristokratik yapıları aşabilecek bir düşünceyi inşa ederek geniş zümreleri 'iman' üzerinden varlık alanına taşımış, sıradan insanla birlikte düşüncenin ve makuliyetin alanını genişletmiş, en azından hukuk ve ahlak karşısında görece eşitlik sağlamış, fakat hayatın tüm alanlarına bunu taşıyamamıştır. Modernleşme sürecinde sağlanan şey bu eksik bırakılan noktanın ikmali olacaktı. Modernleşmeyle birlikte sıradan insan üretim ve tüketim imkanlarından hakkını alarak yeni dünyanın esaslı paydaşı olma yoluna gitti. Bu ise bütün siyasetin ve toplumsal yapının değişmesini iktiza etmiş, çağdaş ideolojiler buna göre yeni konular ortaya çıkartmış, ortaçağlara hakim düşünceler ciddi bir eleştirel süreçte tartışılmıştır. Müslüman toplumlar tarihin bu son evresini edilgen bir şekilde yaşamış, hali hazırda da toplumsal yapılarından kaynaklanan dirençlerle ciddi uyum süreçleri yaşamaktadırlar.
Müslüman aydınların yapabilecekleri en önemli iş, dünyanın sürüklendiği bir bilinmezlik girdabına karşı daha eleştirel bir tutum takınarak evrensel konulara özne olarak katkı vermenin yöntemini keşfedebilmektir. Yakın vadede umutlu olmak için bir emare görünmüyor. Lakin bugün dünyaya ve çağdaş insana en çok lazım olabilecek düşünceleri kendisinden devşirebileceğimiz 'Tanrı-merkezli insancılık' düşüncesi İslam toplumlarında anlamını koruduğu ölçüde, umutsuzluk da kadirşinaslığa hakkını vermemek olur.
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Taklit ve tahkik üzerine: Bilgiyi aktarmanın imkanı (30.12.2021)
- Şeb-i Arus: Ballar Balı ile Kovan (26.12.2021)
- Kalp nedir? (22.12.2021)
- Ölüm ve Düşünce (19.12.2021)
- Kalp ve Sadr (15.12.2021)
- Çanakkale Köprüsü vesilesiyle Muhammed Bican ve Muhammediye’yi hatırlamak (12.12.2021)
- Akıl ve kalp (08.12.2021)
- Ahlak zafiyete yol açar mı? (06.12.2021)