Müslüman filozoflarca yazılmış oto-didaktik eserlerin en iyisi sayılabilecek Endülüslü İbn Tufeyl'in eserinde insan, hayata ve kendine dair derin düşüncelere ancak ölümü tanımakla varabilmişti. Ormanda hayvanlarla birlikte yaşayan Hay (Hay b. Yakzan) anne ceylanın ansızın ölümüyle büyük sarsıntı geçirmiş, ölüm üzerinden var olmanın anlamını keşfe yönelmiş, bütün canlılardan kendisini ayrıştıran nitelikle birlikte insanlığın ne olduğunu fark edebilmişti. İnsanın kendini tanıması ile ölümü müşahedesi arasında irtibat tesisi etmek, insanlık mirasıyla uyumlu bir tavır teşkil eder. Felsefi düşünmenin başlaması ölüm karşısındaki tavra irca edilebileceği kadar mitoloji ve masallarda sürekli aynı tema işlenir.
İnsanlık tarihinin bilinebilen en kadim hikayelerinden birisi olan Gılgamış'ta mutlak güce ve hükümranlığa erişen insanın ölümsüzlük sırrına ulaşmada başarısız kalması müşterek kaderimizdir: Ne yaşarsak yaşayalım ne kadar ömür sürersek sürelim her şey bitecek, her şey geçecek ve biz de öleceğiz. Lokman Hekim'den insanlar bedenin hastalıklarına çare bulmasını talep ederken kendisi ölümsüzlüğe derman arıyordu. Her şeyin imkan dahilinde olduğunu hatırladığımız masallarda ise tek imkansız olan şey ölümsüzlüktür: Her şey yolunda giderken 'birlikleri dağıtan, sevenleri ayıran ansızın çıkageldi' dendiğinde Hz. Peygamber'in 'ağız tadını kaçıran' diye betimlediği ölümden söz edilmiş olur.
Felsefenin doğuşu daha doğrusu günümüzde takip ettiğimiz haliyle felsefi düşüncenin sistematik hale gelişinde ölüm karşısındaki tavrın belirleyici rolü vardır. Socrates insanlara düşünmeyi öğretmeye çalışıyor, alışkanlık ve adetlerin oluşturduğu mağaranın dışına çıkma cesaretine çağırıyordu. Bunun üzerine Atinalılar tarafından inançsızlık ile suçlanmış, ölüme mahkum edilmişti. Socrates'in felsefesinin gücü tam bu noktada tebarüz edecektir: Her insanın kendisinden ürktüğü ve kaçtığı ölüme Socrates cesaretle gidince kendisinden sonraki insanlara takip edebilecekleri bir düşünme yöntemi ve ahlak nizamı bırakabilmiştir.
Ceylanın ölümü Hay'ı bunalımın ardından gelen bir düşünmeye sevk edince, İbn Tufeyl'in eserini yazma gayesi ortaya çıkar: Hikayenin temel meselesi 'insan neyi bilebilir ve neyi yapabilir?' sorusu idi. Ölümle gerçekleşen yalnızlık bu temel soruna dikkatle bakmaya yol açmış, Hay yalnızlıktan ve ölüm endişesinden müspet bir tutumla çıkabilmiş, içine kapanma ve çaresizliğe maruz kalmadan hayatı imar edebilecek bir yol bulabilmişti. Burada Hay b. Yakzan'ın tavrının derin ve güncel bir tahlile ihtiyaç duyduğunu hatırlamak gerekir. Daha doğrusu ölüm korkusu ve yalnızlığın zihne bir alan açarak onu düşünmeye icbar ettiği, bunun sonucunda ise insanın büyük bir sorunu yönetmekle varlığını koruyabildiğini görmek gerekir. Bir korkunun -ölüm veya yalnızlık korkusu- insanı müspet davranışa sevk etmesi her zaman mümkün olmaz; ansızın gerçekleşen büyük korkular, yıkımlar ve yalnızlıklar insanı savurabilir, onu hayattan kopartabilir, değerler alanını ilga ederek onun kaçışına yol açabilir. Hay'da ortaya çıkan durum ise büyük sıkıntıların zihnin harekete geçirebilmesi olduğuna göre burada yazar insanın hadiseleri yönetebilme kabiliyetini görmek istemiştir. Hikayede dikkatimizi çekmesi gereken en önemli yönlerden birisi bu olmalıdır: Hadiselerin üstesinden gelebilme. Kabiliyetimizi büyük sarsıntılarla fark edebilir, gerçekte kim olduğumuza ancak hakiki bir yalnızlık yolunu yürümekle erebiliriz.
Hay'ın durumu Adem'e benzer, gerçekte Hay, Adem kıssasının bir yorumudur:
Adem'in ağaca yaklaşması ile ölüm korkusu arasındaki irtibatı farklı ayetlerde zikredilmiş, belki de ilahi irade ancak özel bir dikkatle bunu hatırlamamızı murat etmiştir. Bu gerekçeyi unutuyoruz, çünkü ağaca yaklaşmak ile ortaya çıkan 'günahkarlık' hadisenin üstünü kapatarak dikkatimizi suçluluğa çekiyor. Adem-Havva ağaca şeytanın kendilerine ölümsüzlüğün orada olduğunu göstermesiyle yaklaşmışlardı. Ağaca yaklaşabilmek onları ölümsüz kılacak, bu şekilde 'ebedi' varlıklar haline gelecekler, 'tükenmez iktidar' elde edeceklerdi. Müslüman düşüncenin hakim geleneklerinin bu büyük ve temel meseleye yeterince ilgi göstermediği, insan doğasının derinliklerini keşfederek buradan hareketle Tanrı ile insan irtibatı bulmak yerine daha geleneksel anlatımlara gittiği aşikardır. Bunda Hristiyan teolojinin 'günah' sorununa odaklanarak Tanrı'nın lütufları karşısında insanı itham etmek kolaycılığını seçmiş olmasıyla hadisenin tüketilmesinin etkisi vardır.
Adem'in ağaca yaklaşmakla aradığı şeyi bütün insanlık 'ab-ı hayat' ile aramayı sürdürmüş, halen başka yollarla sürdürmeye devam ediyordur. Hepimizin içindeki sonsuzluk arzusu Adem'de de vardı. Bu nedenle her insana hayat yetmiyor, yaşarken ölüm korkusu bizi kışkırtıyor, yalnızlık korkutuyor. Hay b. Yakzan'da ölümsüzlük arzusunu görmedik. Fakat ölüm korkusuyla ortaya çıkan yalnızlık onun düşünmesinin önünü açacak, bunun sonucunda ise ahlakın ilkelerini keşfedecek, insanca hayat yaşamanın yolunu belirleyecekti. Bu nedenle ölümle yaşadığı yalnızlık, onun mağaradan çıkarak hadiseleri olduğu hal üzere idrak etmesinin başlangıcı demekti. İbnü'l-Arabi ise ölüm korkusunun içerdiği derin var oluş tutkusuna dikkatimizi çekerek korkunun altında yatan var olma sevdasının insanı yönlendirdiğini düşünür. Öyle görünüyor ki Hay'da yaşanan buydu: Ölüm ile birlikte gerçekte yaşama sevgisini keşfetmiş, himayenin ertelettiği kendini tanımak ve derin ben sevgisini gerçekte keyfetmiş, ahlaklanma yoluyla varlık ile yeni bir ilişki kurmuştu.
Ekrem Demirli