'Tecrübe edilen tecrübe edilemez', öteki insanların tecrübe ve birikimlerini dikkate alarak sınırlı gücü ve imkanları verimli ve doğru kullanmayı öneren bir deyimdir. Tecrübe edilmiş olandan sonuçlar çıkartmak yerine onu denemeye kalkmak, öncekilerin düşmüş olabileceği hatalara düşmek demek iken böyle bir tutum düşüncede ve akılda bir zayıflık kabul edilir. Bununla birlikte deyimin bir de gerçek anlamı vardır, daha doğrusu tecrübe edilmiş bir şeyin başkasınca tecrübesinin imkansız olabileceğini belirten gerçek anlamı olabilir. Bu durumda deyim daha çok sofistlerin 'bir nehirde iki kere yıkanılmaz' veya hakikat iki kişi tarafından farklı tarzda algılanır anlamındaki sözlerle aynı bağlama girer. Tasavvuf tarihinde bu cümlelerin benzerleri okunabilir: 'Allah iki şahsa aynı şekilde tecelli etmez' veya 'Bir kişiye iki tecelli ile tecelli etmez' gibi sürekli yenilenmeyi ve değişimi gösteren sözler tasavvuf metinlerinde hakikatin biricikliğini anlatmak üzere söylenmiştir. Sufilerin 'cedid-i halk' yani yaratmanın yenilenmesi teorisi üzerine kurulu varlık anlayışlarında her şey anlık ve biriciktir; dervişlerin kendilerini 'ibnü'l-vakt' diye ifade etmelerinin nedeni budur.
Metafizikçinin mağaradaki insanla ilişkisinde tecrübenin aktarımı düşünce tarihinin ciddi sorunlarından birisidir. Mağaradaki insan metafizikçinin getirdiği bilgiyi idrak edebilir mi veya dil üzerinden hakikatin taşınması mümkün müdür? Müslüman filozofların arasında, mağaradaki insana hakikati götürmeye kalkan filozofun durumunu ele alan metinler arasında Hay. b. Yakzan akla gelen örneklerden biridir: Hakikate aklın doğayı ve evreni tanımasıyla ulaşan Hay bilgisini şehirdeki insanlarla paylaştığında bir çatışma ortaya çıkar. Vakıa Müslüman filozofların metinlerinde nübüvvetin bir mesele olarak tebarüz ettiği yer tam olarak burasıdır. Onlar için nübüvvet, salt hakikat bilgisini aynı tecrübeyi yaşamamış insanlara ulaştırma işini üstlenen kimsenin görevini anlatır. Peygamber yüksek hakikatleri ve mücerret bilgileri tecrübeyi yaşayabilecek kabiliyetten yoksun insanlara sembollerle indirebilen kimse iken Hay b. Yakzan ise hakikati sembollerle insanlara ulaştıramamış olan filozofu temsil eder. Muhayyile gücü ile peygamber hakikat bilgisini insanlara taşıdığında dilin kendisi bir semboller bütününe dönüşerek insanların hakikatle ilişkisini sınırlar. Bu durumda 'tecrübe edilmiş olan tecrübe edilemeyecek', mağaradaki insanın nasibine düşen sadece sembolün sakladığı -fakat çözümünü bilmediği- bilgi olacaktır. Bu sembollerin gösterdiği hakikati ise mağaranın dışındaki insan bilebilecek, sembolü ancak o çözümleyebilecektir.
O zaman felsefenin ferdin kurtuluşu için öngördüğü şart gerçekleşmeyecek, mağaradaki insan hakikate ulaşamayacak, hakikat ile insan arasındaki 'sembol' perdesi baki olacaktır. Felsefenin amacı teorik ve pratik aklın yetkinleşmesiyle insanın kemale ulaşması olarak belirlenmişti. Bu ise hakikat ile aklın açık ve sarih ilişki kurmasıyla mümkün iken yetkinleşmenin ölçütü de Tanrı'ya benzemektir. Bunun sonucunda madde ve ilişkilerinden olabildiğince arınan insan ruhu bilfiil kemale ulaşır. Lakin sembolik bir dil üzerinden bu mümkün olmayacak, ruhun bireyselleşmesi ve kemale ermesi gerçekleşmeyecektir.
Metafizikçilerin görüşlerini ve sözlerini metinlerden takip eden herkes için bu durum az çok geçerlidir, bunda kuşku yoktur. Bu itibarla metinlerdeki metafizik veya metafiziğin tedrisi perde haline gelerek hakikate ulaşmada paradoksal bir işlev kazanacaktır.
Buna mukabil dini bilgide ve bilhassa tasavvufta durum farklıdır. Dini bilginin insanlara taşınmasında iki kavram çiftini hatırda tutmak gerekir: Tahkik ve taklit. Tahkik, hakikati kesin bir yolla bilmek demek iken bunu bilene de muhakkik denilir. Taklit ise bu bilginin ulaştığı insanın onun karşısındaki ilk, bazen de nihai durumunu anlatır. Mağara örneğine dönersek, bilgiyi öğrenen-tecrübe eden tahkik düzeyinde onu bilirken bilgiyi mağarada takip eden ise taklit, yani bileni taklit etme yoluyla öğrenmiştir.
Dinde kelimenin gerçek anlamıyla bilgiyi bilen-getiren peygamberdir, bu açıktır. Bu meyanda konuşulması gereken sorunlardan birisi -Müslüman filozofların dile getirdikleri üzere- Peygamberin sembolik dil kullanıp kullanmadığı meselesidir. Şii teoriyle birlikte Müslüman cemaatte dinin formel kısmının ötesinde bir hakikati olduğunu düşünerek sembolizmi merkeze alan bir yaklaşım vardır. Sünni gelenek ise metnin anlaşılırlığı kadar dilin sınırlı ölçüde sembolizm içerdiğini söylemiştir. Muhakkik, esaslı bir sembolizm içermeyen bir dille bilgiyi aynı tecrübeyi yaşamayanlara aktarırken bilginin ulaştığı insanlar hakikat ile 'gerçek' denilmese bile yararlı ve yeterli bir ilişki kurabilirler. Burada Müslüman filozoflarda ve hatta bazı sufilerde gördüğümüze benzemeyen bir durum ortaya çıkar:
Mukallidin kullandığı kelimelerin taşıdığı hakikat ile muhakkikin dili aynı seviyede ve aynı yerde varlık kazanır. Bununla birlikte her ikisi bir kelimeden aynı anlamı veya aynı derecedeki anlamı idrak etmediğini de söylemek gerekir. Sünnilik dahilinde sorun yani taklit ile tahkik arasındaki çelişki bilgi ile ilişkideki derecelenme ekseninde tahlil edilebilir. Mesela biz Tanrı'nın rahmetinden söz eden cümle işittiğimizde, muhakkik ile mukallidin aynı şeyi ortak bir zeminde fakat farklı derecelerde anladığını kabul edebiliriz. Üstelik din necat için aynı dili kullanmayı/kabulü ise yeterli görür. Dinde ortaya çıkan nazari ekolleri ile Meşşai felsefenin temelde ayrıştığı noktalardan birisi burasıdır: Müslüman filozoflar tahkike ulaşmayı bireyselleşmenin ve yetkinleşmenin sebebi sayarken dini düşünceyi temsil eden geleneklerde ise taklitçinin dille beyan edilen hakikati sadece kabul etmesini necat için yeterli görülür. Bu durumda filozofların bilgi dediği şey mukallit için 'iman' ile karşılanırken sözde dile gelene iman etmek necat için yeterli sayılır.
Ekrem Demirli