Tezatlı varlık olarak insan
İnsan doğru ve yeterli kavramlarla ifade edemediğini düşündüğü 'ben' tasavvurunu tezatlı anlatımlarla konuşmaktan anlaşılabilir bir haz duyar. 'Anlaşılabilir' diyoruz çünkü hemen her insan az veya çok bu duyguda ortaktır, dilin yetersizliği ve kavram ve kelimelere sığamamak, en çok kendi ahvalini beyan ederken tecrübe eder insan. 'Dile ve beyana sığmamak' her insanın az çok beyan ettiği müşterek cümlesidir. Tüm evreni nizam ve düzen dahilinde temaşa etmek isteyen zihin kendisini nizamın parçası saymak yerine düzensizliğin, bilinemezliğin ve ulaşılmazlığın kalesi olarak tüm var olanlardan ayrıştırır. Bunun nedeni tahayyül ile görünen, kuvve ile fiil arasında kestirilemeyen farklılıkta insanın kuvve olanda saklı kalma arzusudur. Bunun için filozofların ve bilim adamlarının kategorik tanımlamalarından rahatsızlık duyarak şairlerin, sanatkarların ve bazen onların yaklaşımlarını andıran sufilerin telakkileri sıcak gelir bize. 'İnsan çelişkiler yumağıdır' veya 'insan paradoksal varlıktır' denilince zihnimiz tüm çelişkileri nihai gerçeklik olarak addederek en muhkem konfora varmış demektir.
Vakıa bilinebilir ve anlaşılabilir bir benlik hiçbir insana yeterli gelmez; göründüğümüzden daha çok, algılandığımızdan daha büyük ve derin olduğumuza dair inancımızı muhafaza arzusu içimizden bizi sürekli tahrik eder. Potansiyeli bir ölçüde görünür kılan mesleklerin insanı mutsuz etmesinin başat nedeni budur. Herhangi bir iş veya meslek potansiyeli izhar ettiği ölçüde ve kabiliyeti görünür hale getirdiği derecede bizi ürkütür, 'ben bu kadarım' demek yerine meslek ile aramızda çatışma başlar, mesleği ve bize onu sunan şartları ithamı yeğleriz. Bunu hayatın başka birçok yerinde tecrübe eder, fiil ile kuvve arasındaki çelişkide kuvvedeki bulunuşumuz son umut kapısı olarak kalır. Kabul ederiz ki, kuvvedeki benliğimiz hiçbir zaman anlaşılmayacak, hiçbir zaman tam olarak yaşamış, tam olarak görülmüş olmayacaktır.
Tezatların Ana Kaynağı: Ben ve Toplum İlişkileri
Peki insanın tezatları nereden gelir ve niçin tezatlarla yaşamayı kabul ederiz? Tezatlarımızı fark etmemiz öteki insanları tanıma ve onlarla ilişkide ortaya çıkmış olmalıdır. İnsan öteki insanların tezatlarını ve çelişkilerini gördükçe kendi tezatlarını fark eder, tezadın müşterek bir insanlık durumu olduğunu idrak eder, bilgece bir yaşama doğru yöneldiğinde ise bunun -düzeltilmesi gereken arızi bir sorun veya bir sapma değil- işin gerçeği olduğunu itiraf etmiş olmalıdır. O halde öteki insanı tanımanın en önemli katkılarından birisi insanın tezatlarını ve çelişkilerini fark etmiş olmasıdır. Vakıa her insan öteki için tezatlarını ve gelgitlerini fark edebildiği gerçek bir aynadır.
İnsanın tezatları ben ile dünya arasındaki çelişkilerden doğar. Ben içinde arzuları ve var olma iradesini barındıran insanın özel varlığına tekabül ederken dünya ise yaşama ve var olma imkanlarımız kadar öteki insanlar, onların arzuları ile karşılaşma sürecinde ortaya çıkan çatışmalar ve güç ilişkileridir. İnsan doğası gereği toplumsal yaşamak zorundadır, bunu biliyoruz. Bu nedenle ben ile dünya arasındaki ilişki her zaman düşünürlerin dikkatini çekmiş, birçok bakış açısıyla bu ilişki tahlil edilmiştir.
Dünya ile benin arasındaki ilişkiler birtakım çatışmalar ortaya çıkarır. İnsan bir şeyi ister ve arzularken dünya onu engeller, bazen ona başka yol sunar, fakat neticede insan arzusu ile dünyanın ona gösterdiği arasında kalır. Çelişkilerin ana kaynağı burasıdır. Acaba bu çelişkiler insana sonuçta ne kazandıracak, onu nereye götürecektir? Acaba dünya insanı arzu ettiğinden daha iyi bir duruma ve hale mi taşıyacak, yoksa onu kendinden uzaklaştıracak mıdır? Burada da ciddi çelişkiler bulunduğunu ve disiplinlere göre görüş ayrılıklarının yaşandığını hatırlamak gerekir. Bu meyanda dikkatimizi çeken hususlardan birisi bu çelişkinin insandaki karşılığının 'akıl' ile heva veya arzular arasındaki çelişki şeklinde şekillenmiş olmasıdır. Kadim düşüncelerde toplum ve şehir, insanı ıslah ederek onu, beni engelleyen geçici ve basit duygulardan özgürleştirerek değerli hayata taşıyan bir imkan şeklinde ortaya çıkar. Bu yönüyle şehir ve değerleri insanda akıl kavramında birleşirken akıl ile arzular arasındaki çelişkiler toplumsallaşma sürecinde insanın varabileceği ideal benlik ile iptidai arzuları arasındaki çelişkileri temsil eder. Fakat toplumsal değerler ile akıl arasında kurulan bu müspet ilişkinin her zaman böyle kalması gerekmez; düşünürler insanı erdemlerden uzaklaştırabilecek değerler ile düşünme tarzlarını tespit ederek 'insana yabancı şehirler-toplumlar' tabirini kullanmışlardır. Böyle durumlarda insanın toplumsallaşması onun kendine yabancılaşması ve tezatlarını insanın aleyhinde olacak şekilde büyütmesi demektir.
Sufiler Müslüman toplumlarda insanın aleyhine gerçekleşen bu toplumsallaşmayı fark ederek beni perdeleyen bir durum olarak toplum, toplumsallaşma ve dış dünya değerlerini şiddetle eleştirdiler. İnsanın tezatlarını onu yetkinleştirecek şekilde muhafaza edebilmesi için böyle bir toplum ve şehirden uzaklaşması, bireyselliğini takip ederek, gerçek erdemlerle mücehhez olması gerekir. Bu durumda insan tezatlarını korur, fakat insani değerlere yabancı bir şehrin yol açtığı benin ezilmesi ve 'adet' ve alışkanlıklarla yaşamasına göre varlığın diline yakın ve münasip bir tezatlı varlık olarak yaşar. En sonunda fark eder ki, tezatlar, varlığın tecelli tarzıdır ve insan ile varlık arasındaki en büyük payda tezatların kendisiymiş.
Tezatları bilmek varlığı tanımak, varlığı tanımak ise insanın kendisi bilmesi demektir.
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Müslümanların bir Ortaçağ'ı var mıydı? (10.01.2022)
- Taklit ve tahkik üzerine: Bilgiyi aktarmanın imkanı (30.12.2021)
- Şeb-i Arus: Ballar Balı ile Kovan (26.12.2021)
- Kalp nedir? (22.12.2021)
- Ölüm ve Düşünce (19.12.2021)
- Kalp ve Sadr (15.12.2021)
- Çanakkale Köprüsü vesilesiyle Muhammed Bican ve Muhammediye’yi hatırlamak (12.12.2021)
- Akıl ve kalp (08.12.2021)