Vefatının 750. Senesinde Büyük Metafizikçi Sadreddin Konevî’yi Yâd: Zâhidâne Olmayan Ölüm Var mı?
Sadreddin Konevî yeryüzünden ayrılalı 750 sene olmuş. Allah bilir ya, yaşarken yeryüzünün kendisini taşımakla bahtiyar olduğu, gökyüzünün ise ölümüne ağladığı müstesna isimlerden birisi olduğu zannıyla hatırlarım büyük metafizikçiyi. Belki de Mevlânâ'nın cenaze namazını kıldırırken şahit olduğu 'mavi giymiş melekler' onun namazına da iştirak etmiş, cenazesi öyle yürümüştür.
Bu sene büyük metafizikçinin ölüm yıl dönümü münasebetiyle birtakım faaliyetler bekledim, bir kısmına teşebbüs ettik, lakin bir türlü muvaffak olamadık. Önce sene 'Sadreddin Konevî Yılı' ilan edilsin diye temenni ettik, bir türlü nasip olmadı; kapsamlı bir sempozyum organize edilebilir diye düşünmüştük, o da olmadı; hakkında halihazırda başladığım yeni çalışma ikmal olur diye düşünmüştüm, olmadı vs. Çeyrek asırdır bütün eserleri Türkçeye çevrilmiş bir veya birkaç metafizikçiden -ki ilk çevrilen odur- birisi olması nedeniyle başka akademisyen arkadaşlar bir şeyler yazar diye temenni ettim, o da olmadı. Nihayetinde senenin son ayında Konya'da değerli akademisyen arkadaşlarımızla (Ömer Türker ve Eşref Altaş) bir yad programı düzenleyelim diye arzu ettik, 12 Aralık'ta -nasip olursa- yapacağız.
Konevî gibi bu topraklarda yetişmiş büyük metafizikçinin yine bu topraklarda ihmal edilmiş olmasının nedenleri üzerinde düşünmeye gerek var mıdır bilmiyorum. Meselenin tasavvufî yanını hesaba katarsak, bir menkıbe bize ışık tutabilir belki:
Konevî ile Mevlânâ arasında geçtiği kabul edilen bir menkıbe -gerçeğe hiç benzemese bile- üzerinde düşünenler için işaret taşıyor olabilir: Menkıbeye göre Konevî sûfîler arasında 'mülûkâne' yaşayanlar arasında kabul ediliyormuş. Konevî'nin bu durumu bir 'melik oğlu idi' diye anlatılır menkıbelerde. Bununla birlikte melik olmanın veya zenginliğin pek delili yoktur: Konevî'nin Konya'ya gelişiyle birlikte kendisine bir yer verilmesi, türbesinin olduğu Meram'a yerleşmesi veraset şeklinde değil, bir âlime yapılan 'hibe' ve hediye sadedinde gerçekleşmiştir. Menkıbe böyle anlatıyor. Bununla birlikte onun zengin -mülûkâne- yaşaması bir eleştiri değilse, kurucusu olduğu düşünce mektebinde meşru bir durumdur. Bu gelenek dahilinde zühd sistematik bir şekilde eleştirilmiş, önceki tasavvufun düştüğü açmazlardan birisi kabul edilmiştir. Üstelik bu zühd eleştirisi farklı nedenlerle daha önceye kadar gider. İbnü'l-Arabî'den önceye tekabül eden bir dönemde zâhitlik tasavvufun ideali olmaktan çıkmış, başta ticaret hayatı ve evlenmek (hem hazlar hem sosyal hayata iştirak) olmak üzere birçok alanda sûfîler erken dönemde ortaya çıkan zühdü reddetmeye, onu eksik bir tasavvur olarak nitelemeye başlamışlardı. İbnü'l-Arabî zâhidler ile dünyaya bel bağlamış olanları birbirinin zıddı görmüş, birine 'dünyanın çocukları' ötekilere ise 'ahiretin çocukları' tabirini kullanmıştır: Her ikisi de çocuktur! Halbuki çocuk olmak insan için başlangıçtır, hem de geçilmesi gerekli bir başlangıç. Varılması gereken yer ise 'yetişkinlik', Hz. Hızır karşısında Hz. Mûsâ'da ortaya çıkan 'adam' ahlâkıdır: herhangi bir kesin formu olmayan, her halde nasıl davranması gerektiğini an içinde bilen, vakti tasarruf ile değerlendiren adamın ahlâkı. İbnü'l-Arabî bu yetişkinliği tasavvufun mühim tabirlerden 'eb' (baba) ile anlatır, zâhid olmayan bu ârifleri dünyanın ve ahiretin babası olarak niteler. Üstelik bu zühdün en önemli kısımlarından birisini teşkil eden cinsellik ve kadından uzaklaşmayı ise marifetin bir aracı haline getirerek 'kadının sevdirildiği' nübüvvete ittiba etmeyi yöntemin ilkesi kılar. O zaman Konevî'nin böyle bir tasavvuf ve marifet anlayışı içinde -ki en önemli kurucu isimdir- mülûkâne yaşadığını söylemek mümkün, ilkesel olarak böyle bir düşüncede olduğunu bilmek ise gerekliliktir. Konevî zühdü ancak belli bir döneminde takip etmiş olabilir, o süreçte zühdün gereklerine uymuş olabilir, tıpkı İbnü'l-Arabî gibi mücâhedenin bir evresinden sonra zühdü aşılmış saymış olmalıdır. O zaman bu tabiri yani 'mülûkâne yaşamak' cümlesinin Konevî'de ilkece mümkün olduğunu bilmek gerekir. Buna mukabil Konevî 'ölümümüz zâhidâne olsun' diyerek tam anlaşılmayan bir söz söylemiştir, der menkıbe. Bunu ise daha sonra bir ölçüde Konevî'nin ihmal edilmesi, türbesinin pek dikkat çekmemiş olması gibi hadiselerle açıklar. Bu yorum doğru ise 750. sene-i devriyesindeki hadise de tam olarak budur: Zâhidâne bir ölümün yad edilmesi ancak bu şekilde olabilirdi. Mevlânâ ise 'zâhidâne' yaşantısıyla zikredilir menkıbede. Menkıbeye göre Konevî "mülûkâne yaşarız, zâhidâne vefat ederiz" demişken Mevlânâ ise "zâhidâne yaşayalım mülûkâne ölelim" demiş, her ikisinin temennisi de gerçekleşmiş, insanlar vefatının ardından Mevlânâ'ya 'hükümdar-sultan' gibi muamele etmişken Konevî nisyana maruz kalmıştır.
Yaşarken mülûkâne yaşamak mümkün müdür değil midir sorusu bir yana ölüm her insan için zâhidâne olacaktır, bunda tereddüt yoktur. Hz. Peygamber bu nedenle son nefesinde 'Refîk-i a'lâ'ya yani en yüce dosta demiş, Mevlânâ da bu nedenle vuslatını 'şeb-i arûs' diye isimlendirmiş olmalıdır.
Bu bir temenni değil, hayatın en basit gerçeğidir. Bu nedenle Yûnus'un 'bir garip öldü diyeler' diye başlayan şiiri bütün ölümlerin ortak doğasını anlatır.
12 Aralık'ta Konya'da buluşmak temennisiyle!
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Zeka nasıl gelişir? Merak ve cesaret (29.09.2024)
- Eğitim ve ahlak ilişkisi hakkında: Bilgi ahlak oluşturur (25.09.2024)
- “Her insan iyi” peki bu sızlanmalar niçin? (27.05.2024)
- İnsan ve Doğa: Ağaç İyi midir Faydalı mıdır? (28.02.2024)
- İyi nedir: Faydalı olanın ötesinde iyi var mıdır? (26.02.2024)
- Her insan iyidir: Kötülükler niçin var? (24.02.2024)
- Nefs kötülüğü emreder mi? (22.02.2024)
- Ben ve İdeal Ben arasında daralan nefesimiz: Ahlak kendini sevebilmektir (21.02.2024)