Derin bir araştırmaya ihtiyaç duymadan denilebilir ki insanın kendini ve dünyayı anlattığı metinlerin önemli kısmı kendinden ve çevresinden şikayete, kaderinden ve kederinden ağlamaya, hayata yönelik karamsar ifadelere ayrılmıştır. Böyle metinleri okuyan insan ortada ciddi bir sorun olduğuna kani olur, insan ve dünyasının beter bir şey olduğuna inanır, bu kadar ağlamanın derin nedenleri olduğuna hükmeder. Mesela türküler, deyimler, ata sözleri, masallar vb. edebiyat ürünleri insanı ve onun içinde yaşadığı dünyayı insafsızca kınayan daha çok kötüleyen anlatılarla doludur. İnsanlık ailesinin öteki bölgelerinde ortaya çıkan edebi ürünler de bu anlatıdan eksik değildir. Öyle görünüyor ki en genel anlamıyla edebiyat 'ağlak' bir anlatı olarak dünyayı betimler, gerçeklikle bağı nasıl kurduğu sorunu bir yana, insan ve dünyası hakkında bize karamsar bir tablo çizer, tebessüme yer verirken bile derininde gözyaşını saklar. Peki insan hakkında bunca kötü anlatı, insanı ve dünyasını takbih eden deyim ve tabir var diye iddiadan vazgeçmek mi gerekir? Tabi ki hayır!
İnsanın kendi hakkındaki hükümlerine rağmen kararlılıkla aynı hükmü tespit etmek gerekir: Her insan iyidir, daha doğrusu insanın düşünce ve davranışları ilk var oluş merhalesinde 'iyi ve kötü' diye tasnif edilmeksizin görülebilmeyi hak eden davranışlardır. Ahlaki önermeler bu davranışların toplumsal ilişkiler manzumesinde veya başka bir zeminde (din ve ahlak gibi) yorumlandığında verilebilecek hükümlerdir. Hal böyle ise insan hakkındaki bu kötümser ve kötüleyici dil nereden ortaya çıkmıştır? Akla gelen kaynaklardan birisi, bu yazıların çerçevesini şekillendiren dinin insan hakkındaki telakkisinin bu hükümlerin kaynağı olabilme ihtimalidir. Acaba din insanın ve içinde yaşadığı dünyanın kötülenmesinin nedeni veya kaynağı olabilir mi? Bilhassa Hristiyanlıkta 'asli günah' fikrinin temel bir norm olduğunu kabul ettiğimizde, böyle bir ihtimal gerçeğe yakın kabul edilebilir. Hattı zatında dinlerde insan hakkındaki genel tespitlere bakılınca bu hüküm daha da kabul edilebilir hale gelir. Dinler, özellikle Hristiyanlık ve akabinde İslam insanlığın tümünü şamil bir ahlak ve inanç anlayışı getirmiş, tüm insanların ahlaklanma yoluyla Tanrı'ya yaklaşabileceğini söylemiştir. İnsanın ahlaka ulaşabilmesi için gösterilen çaba ise hali hazır durum ile insanın potansiyeli hakkında eleştiriyi tazammun eder. İnsan hali hazırda iyi değilse ahlaklanmaktan söz edilebilir. Hal böyle olunca din insanlığın 'ahlak' öncesi halini eleştirel bir üslupla beyan etmiş, insanı kötü, zalim, cahil, hatta nankör gibi birtakım ifadelerle betimlemiş olabilir.
Meselenin ikinci kısmı ise ahlakın gerekçesi ve dindarlığın ehemmiyeti için beyan edilen cümlelerin kendisinde bulunur. İnsanın kurtuluşu dindarane bir hayatla mümkün ise hali hazırda insan hakkında karamsar hükümler vermiş olmak, dini düşüncenin istilzam ettiği bir netice olabilir. Vakıa ilahi metinlerin literal yorumu böyle bir telakkiye yol açsa bile, gerçekte bu tespitin gerçeğe mutabık olduğu kanaatinde değilim. Bunun nedenlerini başka bir yazıda ele almak üzere şimdilik ilahi metinleri okumada belirleyici olan öteki amillere dikkat çekmek gerekir. İlahi metinler ortaya çıktıkları (nazil) toplumlardaki hakim psikolojik, tarihsel, ve kültürel şartlar dahilinde yorumlanır, o şartların etkisi altında ele alınırlar. Zaman içinde ise çoğunluğu teşkil eden bu yorumlar yeni nesillerce 'eleştirel' bir gözle ele alınır ve yorumun yorumundan 'hakikate' giden yol aranır. İslam geleneğinde bunun örneği ikinci asırdan itibaren hakikat-zahir ayrımı üzerinden tasavvufun dile getirdiği okuma tarzlarıdır. Tasavvuf bu sayede ilahi metinlerin tarihsel bağlamında ortaya çıkan 'tahrifi' aşarak hakikate gitmenin yolunu zihinsel terbiye demek olan 'ahlak' ve tezkiye' yoluyla bulmak istemişti. Bunu yorumun yorumu veya tevil yani başa dönmek diye ifade edebiliriz. O zaman bu eleştirel süreç içinde metni bozan tarihsel ve toplumsal koşulları da görmek mümkündür. Başka bir anlatımla insan hakkında kötüleyici hükümler veren, onu iflah olmaz bir varlık olarak betimleyen aslında din değil, dinin geldiği zaman ve zeminde hakim olan kültürel ve psikolojik durumlardır.
Peki karamsar insan telakkisini ortaya çıkartan şartlar veya gerekçeler nelerdir?
İnsan ve insanın dünyası hakkındaki bu karamsar ve kötüleyici hükümlerin ilk kaynağı bizzat insan, bunun nedeni ise insanın kendisi hakkındaki sınırsız beklentileridir. İçimizdeki büyüklük duygusu, var olabileceğimiz ve erebileceğimiz seviye hakkındaki belli belirsiz beklentilerimiz, yaşadığımız hali daima eleştirmemizin nedeni olmuştur. Bunu kuvve ve fiil çelişkisi şeklinde düşünmek mümkün olabilir fakat eleştirinin nedeni olan "bil fiil halimizi" nereden öğrendik, ondan emin değiliz. Lakin olabileceğimiz ve erebileceğimiz durum hakkındaki bilgimiz veya sezgimiz bizi müşkülpesent yani vaziyeti beğenmeyen kılar. Müşkülpesent yani zor beğenebilecek bir doğada var olmamız kendimizi eleştirmemizin nedenidir. Bu eleştirel tutum öteki insanlara ve dünyaya yöneldiğinde ise insafı tamamen yitirebilecek bir zihinle daha sert bir üslup kazanırız. Bu durumda öteki insanları kötülemeye, onlardan gelebilecek küçük büyük engelleri abartmaya gideriz. Bunu amacına odaklanmış bir insanın karşılaştığı basit bir engeli ciddi bir sorun haline getirmesi gibi düşünebiliriz. İnsan eleştirisinin temel nedeni insandaki bu müşkülpesentlik olmalıdır. Edebiyat ise bu eleştirinin yayılma aracı haline gelmiş, böylece ortak bir dille insan kendini kınamış, kendisini ve dünyayı 'ağlak' bir halle betimlemiştir.
Ekrem Demirli