İçimizdeki kulübe
Anadolu kökenli, imkanları kısıtlı, küçük evlerde, kalabalık nüfuslu bir ailede büyümüşseniz, bu durum, herkesin, herkesin gizlisini, saklısını bildiği bir hayat demek. Altmışlarda "Anadolu kökenli" bir evde büyümüş olmak demek, bir parça eğitimsizlik ve daha çok da kişisel mesafeye saygı duyulmayan, giysilerin bile ortaklaşa kullanıldığı, neredeyse bir komün hayatı yaşanan evlerde büyümüş olmak demek. Bu şartlardan gelmiş olduğumdan olsa gerek, insanlarla aramda makul bir mesafe olmazsa boğulduğumu hissederim. Kimi mesafeyi sevmez ben de mesafesiz yaşayamam.
Şimdilerde herkesin dilinde olan mesafe kavramı, kişisel hikâyemde başlangıcını hatırlayamadığım kadar eski bir tarihten beri hayati bir anlam taşır benim için. Yalnız benim mesafem fiziki değil, olabildiğince psikolojik. Olabildiğince diyorum, çünkü –aksilik bu ya- bir yandan kişisel alana bunca değer verirken diğer taraftan da dışa dönük ve konuşkan bir yapım var. Eskiden beri bütün olayların ve envai çeşit insanın tam ortasındayım yani.
İşte bu yüzden kendimi bildim bileli, içimde dağ başında bir kulübe saklıdır. Bazen beni, yanlarında, kendileriyle birlikte sananların hiç giremediği ve ben fiziken orada olduğum halde, onları dışarıda bırakıp içine girdiğim bir kulübe.
Bilmiyorum bu durum patolojik midir? Araştırmam lazım. Terapist arkadaşımın dediğine göre zihnim, çocukluk çağındaki olumsuz deneyimleri çok hayırlı becerilere dönüştürme konusunda iyiymiş. Mesela çok çok küçük yaşlarda koca koca yetişkinlerin önemli bir sebebe dayanmayan saçma sapan tartışmalarını yatıştırıp ortamı düzeltmek ve onları mutlu etmek rolünü üstlenen küçük çocuk bunu bir travmaya değil de sosyal sorumluluk anlayışına dönüştürmüşse bu bir zihinsel beceri imiş. Umarım zihnim diğer pek çok konuda başardığı bu hayra dönüştürme işini burada da yapmış ve o kulübeyi bana ilişkiler konusunda yardım etmek için inşa etmiştir.
Böyle dağ başlarındaki kulübelerden bahsettiğime bakmayın ben de kendimden biliyorum ki insan sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla ömrü boyunca bir kulübeye kapanamaz. Evet, içine bakmak, sakinleşmek, içerdeki kargaşayı yoluna sokmak için bir müddet yalnız kalmak gerekebilir. Ama bu hep kaçınılmaz yakınlarımız olan insanlara daha sağlıklı bir şekilde dönmek için olmalıdır. Onlar yaratıcının geniş bir sepetten bizim için seçtikleridir. Seçeni sevdiğimizden ve hikmetsiz iş yapmayacağını bildiğimizden, razıyızdır bu seçime. Peygamberlerin, sonra sufilerin ve adını öyle demeseler de aslında ulemanın da çekildikleri inziva hep bu minvaldedir. Hepsi de topluma yeni manevi açılımlar (fetihler) ve aydınlanmalarla dönmek içindir.
İlişki içinde olmak istediğimiz ve kaçınılmaz olarak olduğumuz insanların seçiminde ilahi takdirle bizim tercihlerimiz iç içe geçmiş durumdadır. Bir, yanında olmak istediklerimiz var, bir de mecburen yanında olduklarımız. Bu ikisi arasındaki mesafe çok açıldığında biraz nefes alıp tekrar aralarına dönebilmek için zihinsel bir kulübeye sığınmak çok sağaltıcı olabilirse de "anlam" ancak başkalarıyla birlikte ulaşılabilecek bir şeydir. Acıları paylaşırken, açlıkla savaşırken veya birinin yüreğine bir sevinç parçası yerleştirirken ulaşırız anlama? Yani hakikate. Yani huzura. Bazen sevinçle ama çoğu zaman acıyla alınan bir yolun sonundadır anlam.
Hayatın son ereği nedir ve anlamlı bir hayat ne demektir konusu ruhumuzun kopup geldiği kaynağa dönme çabasının bize görünen yüzüdür. Şimdilerde söylenen o ki insanın kendi dışında, arayıp bulması gereken bir hakikat yokmuş. Daha doğrusu sonunda bütün insanların ulaşabileceği tek bir hakikat olmadığını söylüyorlar nicedir. Kim söylüyor? Felsefeciler, sanatçılar, yazarlar, psikologlar, hatta din üzerine yazan bazı araştırmacılar. Başlangıçta bunu duymak insanın hoşuna gidiyor. "İyi işte" diyoruz, "arkasından koşmamız gereken bir hakikat yokmuş; hakikat bizim içimizdeymiş." Gelsin içe dönüş çabaları, uzak doğu esintili çeşit çeşit seanslar ve hakikatin çoğulluğuna dayalı popüler hoşgörü açıklamaları. Bunda ne var, diyeceksiniz. Üstelik de ikide bir içinin dağ başlarına kaçan biri o iç görüye oralarda daha da kolay ulaşmaz mı? Tasavvuf da "Allah'a giden yol insanlar sayısıncadır." demiyor mu? Yani herkes kendi yolunu yürüyerek ulaşmaz mı anlama? Evet, bunu biliyorum. Ayrıca tefsirdeki yorum zenginliğini, fıkıhtaki fetva çeşitliliğini, hatta Sünni kelam içindeki açıklamaların farklılıklarını ve bu yorum çeşitliliğinin evrenselliği sağlayan bir zenginlik olduğunu biliyorum. Ama içimde bir yer bu ikisinin (hakikatin yorumlanmasındaki zenginlik ile hakikatin çoğulluğunun) aynı şey olmadığını da söylüyor. Önce bir tek hakikat olmadığını kabul edeceğiz, sonra da herkesin kendi hakikatinin kendine göre doğru sayılacağını. Zor ikna olan muhalif damarım "bu işte bir bit yeniği var" diyor. Bizim içimiz her zaman saf doğrunun kaynağı olabilecek kadar tertemiz mi? İnsan eli değmemiş mi? İnsanlar –özellikle de yetişkin olanları- birbirlerinin –özellikle de çocuklarının- fıtratlarını bozarak onların bakışlarını çarpıtmışlarsa bu çarpık bakışla saf hakikate nasıl ulaşacağız? Yoksa saf hakikat diye bir şey de mi yok?
Hatıralarımı ve kendime ait bilgileri rahatça paylaşıyor görünsem de ancak dikkatli bir bakışın fark edebileceği, yukarıda anlattığım gibi iyi korunmuş bir çekirdek alanım var. Burada sakladığım bazı yaralar bana insanların hayata, dünyaya geldiklerindeki saflıkla bakabilmelerinin imkânsız olduğunu söylüyor. O çekirdek alanda sadece yaralarımızı değil, bazen zevklerimizi ve bizi biz yapan kimi imkânlarımızı da saklarız. İşte orada sakladıklarımızdan biliriz ki hakikatin ölçüsü tek başına insanın içi olamaz.
İnsan, hayatın sırrını da anlamını da ancak başkaları ile birlikte bulabilir. Yardım ederek, savaşarak, severek, merhamet ederek, hak arayarak, paylaşarak, nefret ederek, yakınlaşarak.
Bunların hiçbiri başkaları olmadan olamaz. Başkalarının varlığı ve acısı karşısındaki tutumlarımız bizi elimizden tutarak yücelttiği gibi diğer başkaları da bizi didikler, tecessüs eder, parmak sallar, yol gösterir, hükmeder, şekil verir, bunaltır, sıkar. Ama aynı zamanda o başkalarına akıl sorarsın, sırtını dayarsın, elini verirsin, karanlıkta kaldığında yalnız olmadığını bilmek istersin. İşte bizim trajedimiz bu. Hem boğuyor bizi insanlar hem ferahlatıyor. Hem hakikati öğretmek istiyor, hem uzaklaştırıyor.
O zaman ne yapacağız? İnsan olmadan da sadece insanla da olmuyor. İnsanlarla birlikte sürmek zorunda olan anlam arayışımızda iki şeye dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum. Birincisi mesafe. Konu insanlarla ilişkilerimizin hakikate ulaşmamıza yardım edip etmeyeceği olunca işin sırrının mesafe olduğunu düşünüyorum. Mesafesizlik yakınlık körlüğü denen zihin bulanıklığına yol açar. Bu nedenle kişisel alanımız olması ve bunun korunması kıymetlidir. Mahremiyet ve öznellik korunmadan, anlamı üzerine yükleyeceğimiz içsel keşif gerçekleşmez. Bütün sufi geleneklerde çeşitli formlarda varlığını sürdüren inziva, mesafenin ta kendisidir. Mesafe olmasa başkaları ile yaşadıklarımızdan bir anlam çıkartmamız da çok zorlaşır. Mesafeyi kurmak ve korumakta zorlandığımız zamanlarda ise içimizde imdada yetişecek şekilde bir kulübenin hazır olması bu nedenle kıymetlidir.
Hakikati keşfetmenin birinci şartı mesafe ise ikincisi de hakikati sadece insanlarla ilişkilerimizde bulabileceğimizi sanmamak, insan ötesini, aşkın olanı da ilişkilerimize katmaktır. Bunu kendisi için imkansız görenlere derim ki aslında hep orada ve bize şah damarımızdan daha yakın olan, sadece bizim onu fark etmemizi beklemekte ve dileyene hakikatin kapılarını sonuna kadar açmaktadır. Bu ikisini; yani insanlarla ilişkilerimizde zaman zaman içimizdeki kulübeye çekilerek ilişkilerdeki anlamı aramayı ve bu anlamı bulma serüvenin de sadece oyuncularla değil, ondan daha fazla oyun kurucu ile bağını görmeyi başarabilirsek hem insanlara dayanmak hem de özümüzü, –o eşsiz, biricik çiçeği- ezmeden, çürütmeden, soldurmadan korumak mümkün hale gelir. Hedeflerimizdeki dağınıklık ve çelişki sona erer. Her şey yerli yerine oturur.
Hep göz hizamıza bakmaktan bu içimizdeki sıkışıklık ve duvarlara çarpma duygusu. Biraz başımızı kaldırsak ne duvar göreceğiz ne de karanlık. Az yukarıda masmavi sonsuz gök ve yükselebileceğimiz sınırsız bir ufuk var. İnsanın duvarları mı gökleri mi göreceği biraz da kendi seçimleri ile ilgili. Bu nedenle içimizdeki kulübe, onu nasıl kullandığımıza bağlı olarak, kişisel miracımızın haceri muallakı olabileceği gibi içine kilitlendiğimiz bir tımarhane odası da olabilir.
Fatma Bayram
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.