Kasketinden belliydi kafasının büyüklüğü. Kaç numara kasket alırsa alsın (illa ki ucuzundan alırdı) başına tam oturmaz, eğreti bir şekilde, düştü düşecek gibi dururdu tepesinde. O zamanlar kasket, boyuna bağlanmış bir şal eşlik etmediğinden, şimdiki gibi bohemlik değil köylülük işaretiydi. Zaten o da köylü olduğundan gocunmaz, Kadıköyü'nün göbeğinde otursa da kendisine "Bey" diye değil de adının sonuna eklenen ve sadece hizmetli sınıfı için kullanılan "Efendi" ile hitap edilmesini isterdi. İş yerinde amirleri "Ali Bey" diye seslendiğinde bakmaz, ne zaman "Ali Efendi" derlerse o zaman "buyurun" derdi. Bu bir inat meselesi değil, kendi sınıfı ile barışık olma ve bir üst sınıfta eğrelti otu gibi durmaktansa kendi yerinde köklü çınar olmayı tercih etmektendi. (Hayatın ürettiği mizahlardan biri de hizmetlilere "Efendi" diye hitap etmenin "Köylü milletin efendisidir," sözünün tek gerçek tezahürü olarak görünmesidir.)
Neyse, biz karakterimize dönelim. Üzerinde, hafta sonları bile giydiği takım elbisesi, omuzlar geride, göğüs ileride, başında kasketi dimdik yürür, evden Kadıköy'e inen on beş dakikalık yürüme mesafesinde beş on kişi tarafından durdurulup hatırı sorulur, konu komşu, akraba arasında bir niza çıksa hakemliğine başvurulur bu adam, okuryazar dahi olmayan Ali Efendi, benim babamdı. Temizlik işçisiydi, çok çalışkan ve akıllıydı. (Aynı zamanda o devrin babalarının çoğu gibi sert, ciddi, kararlı ve çok disiplinliydi. Ama bu yönler başka bir yazının konusu.)
Köyünü, köylüsünü çok sever, her yaz izine mutlaka köyüne gider, giderken bir tahta bavulu hediyelerle doldururdu. Aklımda kaldığına göre köyün kadınlarına Sümerbank'tan birer eteklik, her eve Hacı Bekir'den bir kutu lokum ve Mehmet Efendi'den bir paket kahve alınırdı. Arada çay ve kesme şeker kutuları da hatırlıyorum. Evet, bizim çocukluğumuzda kesme şeker ciddi bir hediye idi. Gelirken de turşu bidonları, yumurta sepetleri, köy tavukları, tarhana, erişte, tereyağı, kuru yufka ne bulduysa kapıp "vâ sağlığnan" (sağlıkla gidin) demeye gelenlerin hediyelerini kabul eder, onları bin bir zahmetle de olsa mutlaka İstanbul'a getirirdi. O köyünün şehirdeki ayağı, hemşehrileri de onun köydeki hanesiydi. İnsanlar hangi iş için gelmiş olurlarsa olsunlar, çekinmeden evimize gelir, bazen işleri görülene kadar aylarca kalırlardı.
Efendimiz'in hayatında da böyle birinin olduğunu görmek, beni köyünü seven ve köylülükten gocunmayan bu dik adamın hatıralarına götürdü. Şimdi gelelim Peygamberimizin köylüsüne. Onun adı Zahir'di ve Hz. Enes'in naklettiğine göre fiziki olarak bazı kusurları vardı. Allah bilir bu sebepten insanlardan uzaklaşmış, toplumdan elini ayağını çekmiş ve çölde yaşamayı tercih etmişti. Zaman zaman elindeki bazı ürünleri satmak ve kendi ihtiyaçlarını temin etmek maksadıyla Medine pazarına gelir; gelirken de Efendimiz'e çöle mahsus çiçek ve bitkilerden hediyeler getirirdi. Efendimiz onun için "Zahir bizim badiyemiz (çölümüz), biz de onun şehriyiz" der ve işini bitirip çöle dönen Zahir'e şehir ürünlerinden hediye ederdi.
Buraya kadar anlatılanlar her devirde, her yerde benzerini görebileceğimiz türden. Asıl buradan sonra yaşanan bir sahne var ki insanları değerlendirmekte zıvanadan çıkmış olan akıllarımızın dizginini sıkıca çekiyor, gemlerimiz avurtlarımıza batıyor, olduğumuz yerde kala kalıyoruz. Olay şu:
Bir gün Zahir çölden gelmiş, pazarın kalabalık bir noktasında mallarını satacak yer ararken Peygamberimiz (s.a.s.) onu takip ediyor ve arkasından yakalayıp elleriyle gözlerini kapatıyor. Zahir, bunu yapanın kim olduğunu anlamak için mücadele ederken gözlerini kapatanın Rasûlullâh (s.a.s.) olduğunu fark edince bütün vücuduyla Efendimize yaslanıyor. Peygamberlerinin o güne kadar hiç kimseye bu denli mesafesiz davranmadığını bilen Müslümanlar olayı izlemek için toplanıyorlar. Bu sırada Efendimiz, sırtını göğrüne yaslamış olan Zahir'i sıkıca kucaklayarak: "Köle satıyorum, bu köleyi kim alacak?" diye seslenmeye başlıyor. Zahir bir yandan böyle bir yakınlığa mazhar olmanın iltifatı, diğer yandan ise ömrü boyunca bütün bilincini doldurmuş olan kompleksin etkisiyle, peygamberinin şakasına içine biraz kahır karışmış bir espri ile cevap veriyor. "Yemin olsun ki ey Allah'ın Elçisi, beş para etmez bir köleyi satmaya çalışıyorsun." Bu sözü duyan Efendimiz herkesin duyacağı şekilde ona "Ey Zahir, dıştan bakanlara göre öyle, fakat Allah katında senin değerin çok büyüktür" deyince o günden sonra Zahir kendi ile barışıyor, toplumdan kaçmayı bırakıyor ve Medine halkı arasına karışarak yaşamına devam ediyor. (Tirmizi, Şemail-i Şerif/257)
Zahir'in Allah katındaki değerini bilebilecek kadar vahyi bilgiye mazhar olamasak da iş yerinde en üst kademeye kadar bütün amirlerinden saygı gören, bayramlarda ziyaret edilen temizlik işçisi Ali Efendi'deki insani meziyetleri gören ve takdir eden gözler lazım bize.
Ne yapmamız gerektiğini herkes söyler, asıl olan bu yapılması gerekeni nasıl yapacağımızdır. Buradaki örnek üzerinden gidecek olursak, insanları dış görünüşlerine göre değil, asıl değerlerini bilerek takdir etmeliyiz deyince "Peki, bunu nasıl başarabileceğiz?" sorusu çıkıyor karşımıza. Nasıl olacak da gözlerimiz bedenlerin, mevkilerin, servetlerin ötesine geçip insani özü teşhis edebilecek? Bu konuda âcizane kanaatim şudur: İnsan başkasını takdir ederken elinde ölçü olarak ancak kendi karakterindeki değerler vardır. Kendinde olmayan bir vasfı başkasında da göremez. Mesela o yüzdendir, kibirden en çok kibirlilerin rahatsız olması. Kendisi kibirli olmayan kibri ya fark etmez ya da güler geçer. İşte insani meziyetlerin tamamı da böyledir. Cömertlik, yiğitlik, sözünün eri olmak, ben bir temizlik işçisiyim, etim ne budum ne demeden bütün köy halkının hamiliğini yapmaya kalkmak vs. gibi ahlaki vasıflar, bunlara sahip olmayanların, sahip olmaya da imrenmeyenlerin gözünde bir nevi enayiliktir. Ne zaman ki insan başkasındaki herhangi bir vasfı takdir ediyor, işte orada aslında kalbinin iç yüzünü bize açıyor, kendini bütün açıklığı ile gösteriyor demektir.
NOT: Bu yazı köylü olmayı bir meziyet gibi sunmak için yazılmamıştır. Amacımız, asıl meziyetin yaratılışta takdir edilen evsafın üzerine ne eklediğimiz olduğuna bir kez daha dikkat çekmek ve bunu görebilecek gözlerin artmasını dilemek sadedinde bir niyazda bulunmaktır.
Fatma Bayram