Alınganlık
Etrafta alıngan insanlar varsa onlarla bir arada yaşamanın ne kadar zor olduğunu bilirsiniz. (Bütün yanlışlar gibi alınganlık da asla bizde değil, sadece çevremizde görülür (!) Bunu biliyoruz da konuya bu yüzden böyle giriyoruz.) Alınmak isteyen insan için sebep hep orada bir yerde hazırdır. Söylediğinize de alınır, söylemediğinize de. Faraza ailede böyle birine kalabalık bir ortamda "hoş geldiniz" deseniz, "bana el muamelesi yaptı, ben yabancı mıyım ayol" der; demeseniz "bir hoş geldin bile demedi" der. Bu çıkmaza düşen de her seferinde suçu kendinden bilip üzülür, sıkılır. Aile yapımızın güçlülüğü ile övünürken bu örnekte sadece bir ciheti görünen bunaltıcı insanları birilerinin devamlı idare ettiğini, bu güçlü aile yapılarının arkasında nice özverili emeklerin, sinir buhranlarının, birilerini memnun etmek uğruna ziyan olup gitmiş gençlik yıllarının olduğunu bilmek gerek.
Neyse, biz dönelim meselemize. Alınganlık alınan kişinin kabahati mi, yoksa buna sebep olduğu düşünülen kişinin mi? Sözlüklere göre alınganlık; "kişinin, benliğine güveninin eksikliği yüzünden, kendisine yöneltilen eleştirilere aşırı tepki gösterme durumu" imiş. Aslında alınganlık, başkalarının bizim hakkımızda söylediklerini zannettiğimiz şeyin gerçek olduğunu düşünmemizden doğarmış. Yani, alınganlığın arkasında hep bize sataşan, bizi kırmaya çalışan insanlar değil, bizim benlik algımızın zayıflığı varmış. Gelin görün ki hiç kimse "benliğime güvenim eksik olduğu için, beni eleştirdiğinizde aşırı tepki veriyorum" demez. Hatta "alınganlık yaptım" bile demez. Şimdi bu satırları okuyan ezelden gücenikler içinden (emin olun buna rastladım) yazar burada bana söz mü işittirmeye çalışıyor, diye düşünenler dahi çıkar. Bu her şeyden alınma meselesi sıklıkla duygusal açıdan kırılgan, hassas olma kavramlarıyla açıklanmış. İnanın bu mızmızlar hassas ve kırılgan sıfatlarını dahi kabul etmez. "Sen de burada aşırı hassas davrandın, yok yere kırıldın" diyemezsiniz alıngan birine. Onunla ilişkinizin devam etmesi için tek yol vardır; "haklısın" demek ve özür dilemek.
Kişisel ve sosyal hayatımızda bunlar gibi pirinci su kaldırmayanlarla yakın ilişkimiz varsa her sözümüzün nereye varacağını dokuz dönemeç önce hesap etmemiz gerekir. İnsan onlarla konuşur ve iş yaparken beyninin hamurlaştığını hisseder. Buluttan nem kapan, alınmak için fırsat kollayan bu insanlarla iş yapmak, ekip olmak, akrabalık, komşuluk etmek yorucudur. O yüzden zamanla çevreleri boşalır ve bu sefer de buna alınırlar. Aslında yapılacak şey basittir. Aynaya bakıp sormaları gerekir: "Herkes mi beni kırmaya çalışıyor, yoksa ben mi kırılganım?"
Buradaki işimiz alınganları teşhis ve tedavi etmek değil, kendimize bakmak. (Hiç olası değil ama biz yine de retorik icabı sormuş olalım:) Biz alıngan biri miyiz? Bunu ölçmek için de çeşitli göstergeler tespit etmişler. Sorulardan birkaçı şöyle:
İnsanların davranışlarında art niyet arar mısınız? ("Bunu aslında şunun için yaptı" gibi açıklamaları sık sık yaptığınız olur mu?)
Kırgın ve küskün olduğunuz insan var mı?
Bir eleştiri aldığınızda küçümsendiğinizi hissedip hemen savunmaya geçer misiniz?
Sık sık incinir misiniz? İnsanların çok kaba ve incitici olduğunu düşünür ve bunu zihninizden uzaklaştırmakta zorlanır mısınız?
Bir grup ilişkisinde dışarıda bırakıldığınızı anladığınızda değersizlik hislerine kapılır mısınız?
Kırıldığınızı ve incitildiğinizi düşündüğünüz ortamlarda bir daha bulunmamaya özen gösterir misiniz?
Bu sorular uzayıp gidiyor ve uzmanlar alınganlığın kişinin hayatında hafif düzeyden gerçeklik algısında bozulmaların görüldüğü psikotik durumlara kadar değişen bir tabloda ortaya çıkabildiğini söylüyorlar. Sözüm meclisten dışarı, faraza kendimizde çok hafif düzeyde böyle bir limonîlik olduğunu tespit ettik diyelim. Ne yapacağız? Şahsen ben kendimi alınganlık yaparken yakaladığımda (ki zihnim bunu asla alınganlık olarak değil, perdenin arkasını görmek, feraset, akıllılık, ince anlayış gibi kabul edilebilir paketlerle servis ediyor.) Bu kıytırık duygu yüzünden kimseyi üzmemek ve kırmamak için hiç anlamamış gibi yapıyorum. Eğer ortada gerçek bir ima varsa, onu görmezden gelmenin vereceği zarar ile habire üzerime alınıp, ona göre hareket ettiğimde oluşacak zararı kıyasladığımda birincisinin çok daha küçük olduğunu da biliyorum. Üstelik bu durumda o imada bulunan şahsın eylemi havada kalacağı ve imalarıyla beni manipüle edemeyeceği için sinsice bir zevk de almıyor değilim.
Çoktandır aklımda bir soru var. Efendimiz ve sahabelerinin ilişkisinde böyle gücenmeler, alınmalar görülmüş müdür? Doğrusunu isterseniz bütün külliyatı bu açıdan gözden geçirmedim. Ama yukarıda kriter olarak ortaya konan soruları onların hayatlarına uyarladığımda alınganlığın "kişisel değersizlik duyguları, niyet okumak, insanlar hakkında kötü düşünmek (sui zan)" gibi temellere dayandığını ve "küsmek ve toplumdan uzaklaşmak" gibi sonuçları olduğunu gördüğüm zaman cevabı buldum. Efendimizin ahlakı küçük de olsa kötü sonuçlar verecek hiçbir tohumu içinde barındırmıyordu. Mesela hiç kimse hakkında kötü düşünmezseniz alınganlık başta olmak üzere şiddeti giderek artan günahlardan; gıybetten, iftiradan, tekfirden korunmuş olursunuz. Kendinizi değersiz ve kıymetsiz bulmazsanız (tevazu ile karıştırılmamalı) her lafı üzerinize alınmaz, her kaş göz işaretinin sizi kast ettiğini düşünmezsiniz. Hele de "bunu şunun için yaptı" gibi insanların kalbinin içindekini bildiğinizi iddia etmeye kalkmaz, "Biz zahire göre hükmederiz" diyen Peygamber sözünün nasıl bir özgüvenden kaynaklandığını görebilirsiniz. (En azından, en kıymetlileriniz olan çocuklarınızda deneyin.)
Efendimizin, hayatı boyunca, hemşehrilerinden, Arap müşriklerinden, münafıklardan ve Yahudilerden gördüğü, en hafifi alaydan başlayan bütün o kötü muameleleri kişiselleştirdiğini düşünebiliyor musunuz? Üzülmekle alınmak arasındaki farka işaret etmekle yetinip, onun Taif'ten taşlanarak kovulup da vücudundan akan kanları temizlemek için sığınıkları bağda yaptığı dua, başımıza gelenleri nasıl kişiselleştirmeyeceğimizin mükemmel örneğidir. Şöyle demişti âlemlerin efendisi:
"Allahım, güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim. Ey merhametlilerin merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği biçarelerin Rabbi Sensin. Allah'ım! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir. Allah'ım, gazabına uğramaktan, rahmetinden uzak kalmaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahireti salâha kavuşturan ilâhi nuruna sığınırım. Rızanı dilerim. Sana iltica ederim. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sendendir, Ya Rabbi!"
Onun her davranışında gördüğümüz gibi, onun insanlarla ilişkisi her aşamada ilahi mercekten geçerek kırılan, ona göre istikamet bulan bir ilişkiydi. İnsanlarla yaşadıklarını Rabbinin rızası perspektifinden değerlendiriyor, hiçbir şeyi kişisel almıyordu. Bu bağlantıyı eksik kurar ve insanların onayını, Rabbimizin rızasının önüne geçirmenin bir sonucu da sürekli depresif bir haleti ruhiyedir. Kendisini iyi hissetmesi hep diğerlerinin ona nasıl davrandığına bağlı olan birinin başka türlü olması nasıl beklenir? Yüzümüzü, özümüzü var edene çevirip, ondan başkasına minnet etmediğimizde ulaşacağımız huzurun bir hediyesi de evvelce sürekli bizi kırdığını düşündüğümüz insanların aslında sadece kendi özlerinin gereğini yapıp durduklarını ve bunun bizimle hiçbir ilgisinin olmadığını görmek olacaktır.
Fatma Bayram
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.