Hikmet, ilim ve marifet olmadan üniversite olmaz
Bir kurumun üniversite olabilmesi için aranan temel şartlardan ilki, ilke ve değerler üzerine kurulmuş olmasıdır. Bu ilke ve değerleri ise toplumun ait olduğu inançlar manzumesi ve dünyaya bakış açısı belirler. Bu bakış açısı aynı zamanda bizim için varlığı anlamlandırmadır. Varlığı anlamlandırmak demek onun bilgisini (epistemoloji) ortaya koymakla da yakından ilgilidir. Kısaca her kurumun altında bir kurucu felsefesi olmalıdır ve bu felsefenin kaynağı o kurumun yapacaklarını belirler.
Biz çok uzun zamandan beri kendi kurucu felsefemizi düşünmüyoruz, dünyamızı ödünç aldığımız düşünceler üzerine inşa ediyoruz ve maalesef hep bir şeylerimiz eksik kalıyor. Bu durum bizi mukallit mesabesine düşürüyor ve ne kadar başarılı olursak olalım birilerini taklit etmiş olmaktan öteye geçemiyoruz. Oysa bizim dünyaya yeni bir şeyler söylememiz lazım ve ödünç düşünce taklitlerle bunu yapmak da mümkün görünmüyor.
Sadede geleyim, lafı üniversiteye getirmeye çalışıyorum. Bizim bir üniversite tasavvurumuz var mı? Bir üniversite nasıl olmalıdır, hangi değerler üzerine inşa edilmelidir? Bir üniversitede ne tür bilgi veya bilgi ne düzeyde verilmelidir? Bu sorulara verilecek cevap aynı zamanda mezun edilecek öğrencilerin evsafını da belirleyeceği için çok önemli. Çünkü ilkeler mücerreddir ve onun mücessem halini mezunlarında ve hocalarında görürüz.
Üniversitelerin kiliseden ayrılıp ayakları üzerine durmaya başladığı ilk dönemde amacı iyi bir Hristiyan ve bir beyefendi yetiştirmek idi. Aristokrasi kan bağıyla geçerdi ve sıradan insanların aristokrat olması pek mümkün değildi. Ancak eğitim ile aristokrat davranışına sahip olunabilirdi ve üniversite bu imkanı sağlıyordu. Burjuvanın gelişmesiyle üniversiteler hukukçu ve doktor yanında beyefendi-centilmen yetiştiren kurumlar da oldu.
Aydınlanma çağı sonrasında bilimin gelişmesiyle birlikte din yerini materyalizme ve beyefendilik de uzmanlığa bıraktı. İkinci nesil üniversiteler belli bir alanda uzman yetiştirmeyi amaçladı. Devlet bununla zenginleşmeyi ve daha güçlü olmayı amaçladı. Nitekim ikinci nesil üniversitelerin vatanı Almanya bu çalışmalarının sonucunda zenginleşti ve buna güvenerek iki dünya savaşı çıkardı.
Üçüncü nesil üniversiteler kapitalizmin büyüttüğü üniversiteler oldu. Her şey para kazanmak içindi. Şimdi dördüncü nesil üniversiteler tartışılıyor ve eğitim başka platformlara yayıldı. Sınırlı sayıda öğrencinin öğrenim gördüğü ilk nesil üniversitelerden neredeyse isteyen herkesin öğrenim göreceği dördüncü nesil üniversitelere geldik. İlahî olanın üniversiteden kovulduğu bir dönemdeyiz ve tekrar en başa döndük. Antik Yunan'da da sofistler öğrencilerine para ile bilgi satarlardı ve öğrenciler de bu aldıkları bilgi ile verdiklerinden daha fazlasını kazanacaklarını düşünürlerdi. Bizi nasıl bir geleceğin beklediğini bilmiyoruz ve korkunç senaryolarla karşı karşıyayız.
Dünya bu haldeyken biz de matah bir şeymiş gibi hızla o dünyayı taklit ederek var olmaya çalışıyoruz. Acaba taklit ederek var olmamız mümkün müdür? O şekilde var olmak gerçekten var olmak mıdır?
Hikmet yıldızı, ilim ayı ve marifet güneşi
O halde "Biz kalarak nasıl var olabiliriz?" sorusuna cevap aramamız gerekiyor. Ben bu sorunun cevabını Kanuni Sultan Süleyman'nın Çankırı'da yaptırdığı camiin kubbesinin altına yazdırdığı kuşak yazısında buldum.*
Daha önce hiçbir yerde örneğini görmediğim ve işitmediğim bu kuşak yazısı aynı zamanda Osmanlı ilmiye teşkilatının üzerine inşa edildiği değerleri göstermesi bakımından da oldukça önemli. Bu kısa ibarenin altında İbn Sina, Râzî, İbnu'l-Arabî gibi feylesofların felsefi görüşlerine verilen bir cevap ve yorum yatıyor. Bunu yorumlamaktan âciz olduğum için o bahse girmeyeceğim. Tüm bu tartışmalardan bağımsız olarak metinden yola çıkarak anladıklarımı aktarmaya çalışayım. Ama öncesinde mezkûr kuşak yazısını nakledeyim.
أول ما يطلع في سماء القلب نجوم الحكمة
ثم قمر العلم
ثم شمس المعرفة
فبنجم الحكمة تشاهد حقائق الأشياء
فبقمر العلم تشاهد عالم المعنى
فبشمس المعرفة تشاهد حضرة المولى
Kalp semasına doğan ilk şey hikmet yıldızlarıdır, sonra ilim ayı, daha sonra marifet güneşi doğar. Hikmet yıldızları ile eşyanın hakikatleri, ilim ayı ile mana alemi, marifet güneşi ile de ilahî hazret müşahede edilir.
Cümle "kalp seması" diye başlıyor. Gökyüzüne benzeyen kubbenin altına bu yazının yazılmasının da özel bir nedeni olmalı. Bizim dışımızda bir dünya olduğu gibi içimizde de bir dünya var. Kalbimiz içimizdeki dünyanın gökyüzüne benzetilmiş. İlim tahsili ile murat kalpte bir şeylerin doğmasıdır. O da belli bir sırayla doğar. O sıralama ise Hz. İbrahim'in "Ben batan şeyleri sevmem" dediği ayet-i kerimelerdeki sıralamadır. İlim tahsili Hz. İbrahim'in müşahede yolu ile gökyüzünde gördüklerini yine müşahede yoluyla kalbimizde görmektir. Her şey kalpte cereyan eder. Kalbe inmedikten sonra sırtında taşıdığı kitapların kendisine faydası olmayan eşek gibi oluruz.
Hikmet yıldızlara benzetilmiş. Yıldızlar sayılamayacak kadar çoktur ve fenomenler alemini temsil eder. Bu teşbih alemidir aynı zamanda. Bilmenin ilk kademesi eşyayı görmek ve tanımaktır. Eşyayı hakikati ile bilmektir. Eşyanın hakikati ise eşyayı eşya yapan şeydir. Buna hikmet denilmiş. Bunu birinci mertebe kabul edebiliriz.
Eşyanın hikmetini bildikten sonra ilmini bilmeye geldi sıra. İlim aya benzetilmiş, demek ki bize fenomenler aleminden bahsetmiyor. Teker teker tüm fenomenlerde olan bir şeyden bahsediyor. Fenomenler dünyasının ideler alemindeki formunu kavrama demek oluyor bu. Bir nesnenin binlerce formu var ama onun başlangıcı bir formdur ve bu formu kavramak, ideler alemini öğrenmek ilmin manasını bilmek olmakta. Nesnenin ilk formunu bilmek ise onu tarif ve tasnif etmek demek. Bu ise bizi nesne hakkında bilgiye götürecektir.
Görünen alemlerden görünmeyen aleme vardık. Varlık burada bitiyor mu? Hayır. O ilk formun da ötesi var ve bunu bilmek de marifettir. O formu yaratanı bilmek demektir. Marifet hikmet ve ilim sahibi olduktan sonra sahip olunan şeydir. Allah'ı layıkı veçhile ancak alimlerin/bilginlerin bilmesinin altında bu hakikat yatar. Marifet ile bambaşka bir mertebeye geçip bir nevi yaratıcının huzuruna çıkıyoruz. Hikmet eşyanın zâhiri ise marifet bâtını. Marifetle varlık mertebeleri idrak edilir. Allah'ın ayetlerinin kulun gönlüne açıldığı mertebe. Müşahede ettiğimiz nesnede tüm kâinatı ve yaratıcısını görmek demek aynı zamanda.
Konunun bir başka yönü daha var. Hikmet bizim dışımızdaki dünya, ilim bu dünyanın zihnimizde var olması, marifet ise bu ikisini gönlümüzde ve amelimizde bir etmek. Yani fikrimizin ve zikrimizin bir olması, amelimizin emelimizle uyumlu olmasıdır.
Önemli bir kelime daha var bu tanımda: Müşahede etmek. Günümüz diliyle gözlem yapmak da diyebiliriz ancak müşahede gözlemden daha fazla anlam ifade eden bir kelime. Gözlemde kişi nesne iken müşahedede hem nesne hem özne olmakta. Müşahede, gözlemlenen şey ile gözlemleyen arasında bir ilişki olması hali, karşılıklı etkilenme hâlidir. Müşahedenin zevkî bir tarafı da vardır ve ilim dediğimiz şey de bu zevki tatmak için yapılır. Varlık aynasında kendimizi görmek ve bilmek müşahedenin bir diğer amacıdır. Bir tahsilin sonunda kendimizi bilmemişsek ona yüksek tahsil denemez.
Bu arada söylenmeyip okurun zihnine bırakılan bir şey daha var. Ayet-i kerimede Hz. İbrahim, yıldız, ay ve güneş zikreder ve bunların geçici olduğu söyledikten sonra geçici olmayan, batmayan bir tanrı arar ve Cenab-ı Allah'ın batmayan ve yok olmayan bir ilah olduğunu söyler. Hikmet, ilim ve marifet bizi Allah'ı bilmeye götürür. Yani kişinin marifet ile kendini bilmesi aynı zamanda onu Rabb'ini bilmeye götürecektir.
Bu sıralamada dikkati çeken bir diğer husus hikmetin ilimden önce gelmesidir. Bu da âdeta ilim verilecek kişide aranacak şartın söylenmesidir. Hikmet sahibi olmayan birine verilecek bilgi yıkıcı ve tahrip edici bir silaha dönüşebilir. Bilgi hikmet sahibi birine verilmekle tamamlanmış sayılmaz. Hikmeti bilgi ile süsleyip onu marifete dönüştürmenin yolunu da öğretmek gerekir. Ancak o zaman gerçek doktor, mühendis, avukat, öğretmen olunabilecektir.
Peki bunların üniversite ile ilgisi nedir, sorusunu duyar gibiyim. İlgisi şudur. Bizim üniversite tahsilinden beklediğimiz nesnelerin bilgisini vererek sadece uzman yetiştirmek olmamalıdır. O uzmanlığı marifete dönüştürmeliyiz. Dolayısıyla bizim üniversitemiz hikmet, ilim ve marifet üzerine kurulmalıdır. Marifet olmadığı takdirde kemal derecede eğitim verilmiş sayılmayız. Üstatlık da marifette gizlidir.
İlim geleneğimiz ve yüksek öğretimimizi ilim, hikmet ve marifet üzerine kurulmadıkça taklitten öte geçemeyiz.
İsmail Güleç
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Akademi-Medrese Çalıştayı (15.10.2022)
- Adı yaman kendi güzel bir şehir (11.10.2022)
- Huzûr-ı Nebî’de can vermek (06.10.2022)
- Can özünden besmele çekmek (02.10.2022)
- Rebîülevvel, Hz. Peygamber’in göç ayı (29.09.2022)
- Nasreddin Hoca’nın Farsça ile imtihanı (24.09.2022)
- İmam-Hatip Ortaokulu ve sibyan mektebi (20.09.2022)
- Üniversitelerin AKTS ile imtihanı (15.09.2022)