Mehmet Hakan Kekeç

4 Kapı 40 Makam Bağlamında Yûnus’un Mezhebi ve Tarikatı

Mutasavvıf şair Yûnus Emre, artık herkesçe malum ki Fuad Köprülü'nün 'Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar' eserinden sonra, aydın/okur-yazar kesimin yoğun ilgisine mazhar oldu. Köprülü ile birlikte bu yoğun ilginin müsebbibi olan münevverler arasında Rıza Tevfik Bölükbaşı ile Burhan Ümid'i de anmak gerekir. Bilhassa Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte Yûnus Emre üzerine üst üste çalışmalar yapıldı ve her kesimden araştırmacı kendine göre bir Yûnus Emre portresi çizdi [İleri okuma için: Beşir Ayvazoğlu / Yûnus Ne Hoş Demişsin]. Tabii bu iptidaî evre portrelerinin ekserisi ideoloji güdümlü ve talihsizdir.

Mehmet Kaplan, Yûnus Emre'yi parçalara bölen; hümanist, komünist, melankolik, hurufi, ismaili ya da salt şair ve benzeri şeklinde 'detay' yorumlara neden olan modern/seküler/ideolojik yaklaşımları bütünüyle reddeder ve "İslamiyetsiz ve tasavvufsuz bir Yûnus olamayacağını, şairimizin muhakkak bu bütüncül bakış ile değerlendirilmesi gerektiğini" söyler [İleri okuma için: Mehmet Kaplan / Yûnus Bir Haber Verir]. Gerçekten de Yûnus Emre'nin alemetifarikası olan mutasavvıf yönü uzun süre inkâr edilmiş (veya görmezden gelinmiş) ve Köprülü sonrası Yûnus özellikle -anakronik bir biçimde- etnik ve seküler bir temele oturtulmak istenmiştir.

YUNUS'UN TARİKATI NEDEN ÖNEMLİ

Mutasavvıf yönüne gerekli ehemmiyet ve dikkatin verilmemesi nedeniyle 'Yûnus Emre'nin tarikatı' hakkında da doyurucu tartışmalar yapılamamıştır. Tabii evvel bu tartışma ve nihayetinde varılacak sonucun neden mühim olduğunu açıklamak gerekiyor... Bu noktada şunu da belirtmek isterim ki, ilk etapta kulağa romantik/hoş bir söz gibi gelen "Tarikatı ne fark eder, o herkesin Yûnusudur" gibi cümleler karanlığın üzerine bir örtü daha çeken gayri-ilmi ve gayri-ciddi ifadelerdir. Yûnus'un tarikatını tespit etmek, menhecini de tespit etmek demektir. Unutulmamalıdır ki Yûnus yalnızca bir şair değildir. Aynı zamanda tarihsel bir karakterdir. Yûnus'un tarikatı ancak 'Hikmet Burcu'nda önemsizdir.

Yûnus Emre, edinilen son bilgilere göre 1240 doğumlu. [İleri okuma için: Mustafa Tatcı / Yunus Emre Divanı]. Türkiye Selçuklu Sultanlığı, Yûnus'un doğumundan üç sene evvel (1237'de) Babai İsyanı ve ardından gelen 1243 Kösedağ Savaşı nedeniyle oldukça sarsılmış ve bir daha toparlanamayacak şekilde dağılmıştı. Konya'nın bu darbeler sonrası otoritesi zayıflamış ve 'iktidar' merkezden çevreye yayılmak durumunda kalmıştı. Bu tabii beraberinde kaos ve -ancak tahmin edebiliriz ki- ahlaki çöküntü de getirdi. Sezai Karakoç'un ifadesiyle, "Selçuklu ikindisinden sonra akşam çökmüştü. Haçlı ve Moğol, Oğuz Türklerinde metafizik yaraya neden olmuştu." İşte Yûnus, böyle bir çağ, böyle bir iklim içerisinde doğup büyüdü.

Ejder Okumuş, Yûnus için "olağanüstü ikindilerin adamıdır" der. İster Sezai Karakoç gibi "avize yerde dağılmış ve hava kararmıştı" deyin, isterseniz de okumuş gibi "olağanüstü ikindiler" ifadesini kullanın, 300 yıllık Selçuklu otoritesi sonuna gelmişti artık. Yûnus Emre dönemin metafizik çöküntüsünü, ruh yarasını ve kaosu şu cümlelerle açıklar: "Gitdi begler mürveti binmişler birer atı / Yidügi yohsul eti içdügi kan olısar". Haramilik dört bir yandayken sahte hacı hocalar da türemiştir: "Fakîrler miskînlikden çekdi elin, Gönüller yıkuban heybetlü oldı / Peygamber yirine geçen hocalar, Bu halkun başına zahmetlü oldı".

Sezai Karakoç'a yeniden kulak verecek olursak; yeni bir "diriliş" için evvel metafizik yaraların iyileştirilmesi gerekiyordur. İşte bu noktada başrolü ahiyan ile abdalan alır (Lütfen bu noktada Aşıkpaşazade'nin dörtlü tasnifini hatırlayın). Tekke ve dergahlar çevresinde dağılan birliğin yeniden tesisine çalışılır ve yeni bir 'ahlak devriminin' tohumları buralarda atılır. [İleri okuma için: Mustafa Kara / Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi]

Her tarikatın bu prosese (Yûnus'un deyimiyle "gönüllerin yapıldığı" sürece) dahil olma şekli ve kendine has bir usulü vardı. Elbette yol bir'di. Ama menhec değişebilirdi. Dolayısıyla "Yûnus'un tarikatı hangisiydi?" sorusunun cevabı, bizi Yûnus Emre'nin aksiyonuna götürecek ve bu Türkmen kocasının karanlıklarda kalmış siluetine bir adım daha yaklaştıracaktır.

BEKTAŞİ ZANNEDİLİYORDU

Yûnus Emre'nin tarihsel kimliği menkıbelerin gölgesinde kalmıştır [İleri okuma için: Mustafa Özçelik: Yunus Emre Menkıbeleri]. Dolayısıyla divanı ve öğütleri ile beraber bu menkıbelere dikkat kesilmek zorundayız… Post-modern tarih algısı modern tarihçiliğin aksine menkıbe ve edebiyata ifrat tefrit zaviyesinden yaklaşmaz ve bunların ardında/çekirdeğinde gizlenen "tarihsel bilgiyi" bir arkeolog gibi kazıp bulmaya çalışır.

Yapılan -yeni usul- araştırmalara rağmen Yûnus'un tarikatını belirleme konusunda -mutabakata vardıracak- aşamalar kaydedildiğini söyleyemeyiz. Neredeyse her menkıbede farklı bir tarikattan gösterilir Yûnus. Bunlar arasında da en çok Hacı Bektaş-ı Veli Velayetnamesi ciddiye alınmıştır. Velayetname'ye göre Yunus Emre ve şeyhi Tapduk Emre, Bektaşidir. Velayetname'deki himmet-buğday menkıbesi, evet, çok güzeldir (hatta en meşhur menkıbedir) fakat Yûnus Divanlarında o kadar isim arasında Hacı Bektaş-ı Veli'nin adı hiç geçmez. Ki zaten o dönemde Bektaşiliğin henüz tarikatlaşmadığını biliyoruz. [İleri okuma için: Irene Melikoff / Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe]

Mevlevi kaynaklarına göre Mevlevi; Halveti ve Celveti kaynaklarına göre ise hem bir eski müftü hem de yukarı iller ile (Azerbaycan, Halvetiliğin doğduğu yer Gah buradadır) bağlantılı -İbrahim Edhem gibi zenginliği reddetmiş, malını yağma ettirmiş- bir derviştir Yûnus. Osmanlı'nın orta zamanlarında üretilmiş bu menkıbelerde iki nokta dikkat çeker: 1) Yûnus ümmî değil, müftüdür. 2) Yoksul bir köylü değil, zengindir… Devletin en parlak dönemini yaşadığı devirlerde üretilen bu menkıbelerin Yûnus'a 'alim ve varlıklı' bir üst-baş giydirmesine şaşırmamak gerekir. Zira menkıbeler geçmiş zamanın objektivizminden ziyade üretildiği günün insanlarına vereceği derslerle ilgilenir. 'Geçmiş – Bugün – Gelecek' doğrusallığını ihtiva eden lineer anlatım menkıbeler için söz konusu değildir. Menkıbelerde zaman daireseldir ve şartlar sübjektiftir. [İleri okuma için: Ahmet Yaşar Ocak / Evliya Menkıbeleri]

MEZHEP VE MEŞREBİ

Tüm bunların ötesinde artık emin olmaya yaklaştığımız bir konu var… O da Yûnus'un sünnî mezhep olduğudur: Divanında yer alan Ciharyar-ı Güzin medhiyyesine bir örnek: "Ebubekr-ü Ömer ol dîn ulusu / Aliyy-i Murtazâ Osman benümdür." Bu örnekler, söz gelimi dört halife öven Caferî şairler (Hayretî gibi) ya da Şiî – Sünnî müslümanların birlikte yaşadığı -daha doğrusu yaşamak zorunda olduğu- devletlerin (Karakoyunlular gibi) paralarındaki dört halife tazimi gibi kanıtlarla çürütülmek istense de, bunlar 'birliktelik' mesajı veren ve bambaşka şartların ispatı olan maddi delillerdir. İbn Battuta'nın da tespit ettiği gibi "Hiç şiî nüfusu olmayan" 13.yy Anadolusu bağlamını karşılamazlar. Pek tabii her şey gibi 'sünnîlik' de tarihseldir. Bugünün (Tarihin) ürettiği sünnîlik ile 13.yy'da yaşamış sünnîliğin eş olduğu asla iddia edilemez. 13 ve 14.yy sünnîleri Maktel okur, muharrem orucu tutardı. 16.yy'a geldiğimizde artık bu ibadet biçiminin -sünnîlik tarafında- yok olduğunu görüyoruz.

Mustafa Tatcı hoca, Karaman nüshasında yer alan bir ifadenin bizi bu tartışmada sonuca bir adım daha yaklaştırdığını ifade eder: "İy dünyâya aldanan hayırla ihsân kanı / Unutdun âhireti şefkatla îmân kanı / Kimde ki şefkat vardur rahmet dahı andadur / Şimdi bir gönli açuk sünnî müsülmân kanı".

Yûnus'un, farz ibadetleri ele alış şekli de bu bağlamda çok kez tartışılmıştır. [İleri okuma için: Emrah Dindi / Türk Dervişi Yûnus Emre'nin Şeriat - Hakikat Makamı Namaz, Abdest, Oruç ve Hac Anlayışı]. Yûnus, bir yandan "Bana namâz kılmaz diyen ben kıluram namâzumı / Kılurısam kılmazısam ol Hak bilür niyâzumı / Hak'dan artuk kimse bilmez kâfir Müselmân kim durur / Ben kıluram namâzumı Hak geçürürse nâzumı" derken, diğer yandan "Oruç-namâz zekât hac cürm ü cinâyet durur / Fakîr bundan âzâddur hâss-u havâs içinde" gibi 'şeriat oğlanlarının ibadetlerinin reddi' şeklinde yorumlanan ifadeler kullanmıştır. Oysa burada 'ikilik' gibi görünen karmaşanın cevabı çok net ve basittir.

Hacı Bektaş Veli'nin sistemleştirdiği 4 Kapı 40 Makam öğretisinde bir dervişin seyr û sülûk süresince 'yukarıya' doğru aşacağı merhaleler işlenmektedir. O kapılar şunlardır: Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat. Her Kapı'nın da 10 makamı -adımı- vardır. Buradaki en mühim nüans bu adımların 'ileriye' doğru değil, 'yukarı' doğru atıldığıdır. Çünkü burada temel olarak anlatılan aslında salikin seyri; yani miracıdır. İslam'ın zaman ve terakki felsefesinde 'ileri – geri' yoktur. Makamlar 'aşağı – yukarı' şeklinde tanımlanır. Tin Suresi'nin 5. Ayetinde "aşağılara" (اَسْفَلَ) ifadesi çok nettir. Eşref-i mahlukat özünü (şerefini) ararken seyrini yukarı doğru yapmak durumundadır.

4 Kapı 40 Makam öğretisinde her makam bir sonrakinde mündemiçtir. İç içe geçen daireler düşünmenizi istiyorum. Her makamda dışa bir daire daha çizilir. Dolayısıyla her makam bir sonrakinin çekirdeğinde kalmaktadır. "Namaz bizden düştü" gibi komik ifadeler 4 Kapı 40 Makam seyrinin biçimini bilmemekten kaynaklanır. Nihayetinde Şeriat makamında 'temiz olmak' da vardır. Eh, şeriat kapısını aşan temiz olmasa da olur o vakit?

"Yûnus, haccın, namazın, orucun ve zekâtın yapılmaması gerektiğinden söz etmez. Tam tersine, bunları yapmakla yetinip kâfi ve şafi görüp bir türlü işin mana boyutuna -özüne- inmeyenlerden, ona önem vermeyenlerden yakınır." [Emrah Dindi]…

"Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat Marifet andan içeri
Süleyman kuş dili bilir dediler
Süleyman var Süleyman'dan içeri"

SiLSİLESİNE DAİR DELİLLER

Tarikat meselesine ricat edelim... Delil aramak için yeniden Yûnus Divanı'na başvuralım: "Ol Seyyid Ahmed Kebîr müyesserdi ana nûr / 'Iyâlleri cümle şîr ol hulkı merdân kanı" şeklinde Ahmed er-Rifâî'den bahseder ve tarikatı konusunda ilk ipucunu verir. Tabii gene de buradan net bir sonuca varamayız. Çünkü bir cümle önce Hz. Mevlana'yı da benzer tazim ifadeleriyle anmıştır Yûnus. Hatta 10 ile 13.yy arası meşhur mutasavvıfların neredeyse tümü Divan'da bir kez dahi olsa anılır.

Şimdilik durumumuz karmaşık olsa da pes etmeyelim. Bakın Yûnus, divanında, nasip aldıklarını teker teker sıralarken hangi adları anıyor: "Yûnus'a Tapdug u Saltug u Barak'dandur nasîb / Çün gönülden cûş kıldı ben niçe pinhân alam". Yûnus'un mürşidinin Tapduk Emre olduğunu biliyoruz… Nasıl? Yine Divanı sayesinde elbette: "Tapdug'un tapusında kul olduk kapusında / Yûnus miskîn çigidük bişdük el-hamdüli'llâh". Nasip kelimesinin bu noktada anahtar bir işlev gördüğünü belirtmek isterim: Velayetname'de Hacı Bektaş Veli, Yûnus'u Tapduk Emre'ye 'nasip alması' için gönderir. Nasip burada rızk-ı manevidir.

Şimdi bir soru daha soralım: Yûnus'un şeyhi Tapduk ile beraber Saltuk ve Barak isimlerini bir silsile niyetiyle verdiğinden nasıl emin olabiliriz? Şimdi bu üç mürşidin birbirleriyle alakalarını inceleyelim: Saltık-name vasıtasıyla biliyoruz ki Sarı Saltık Nallıhan'da Tapduk Emre'yi ziyaret etmiştir. Fakat bu ziyaret Tapduk Emre'ye özel değil, Anadolu'da teferrüç eylerken uğramıştır diyelim. Barak ile Saltuk arasında bir bağ var mı, ona bakalım… Abdülbâki Gölpınarlı'nın eseri 'Yunus Emre ve Tasavvuf'ta yer alan Kelimat- ı Barak Baba'nın şerhi bölümünden öğreniyoruz ki Barak Baba şeyhinin Sarı Saltuk olduğunu net ifade etmiştir: "Heyhate heyhut / Saltuk Ata miskin Barak". Miskin burada 'derviş' manasıyla kullanılır. Yani Şeyh ile Mürid arasına bir mertebe farkı konmaktadır. Yûnus'da da gördüğümüz gibi, mürşidinin yanında mürid kendisini miskin/çiğ/düşkün olarak ifade eder.

Yûnus Emre'nin Tapduk ile, Barak'ın da Sarı Saltık ile bağı açıktır. İşte Yûnus Emre de şiirinde silsileyi Yûnus, Tapduk, Barak ve Saltık olarak verir (Kimi nüshalarda Barak Baba'nın adı geçmez. Fakat bu şimdilik bir bahsidiğer). Sarı Saltık'ın tarikatını bizzat Saltık-name sayesinde biliyoruz (Saltık-name, Haluk Şükrü Akalın, sf 46). Buradaki ifadelerde tartışmaya kapalı şekilde Mahmûd Hayrânî adı geçmektedir. Elimizdeki verileri şöyle sıralayalım o zaman: Yûnus Tapduk'un yanında miskindir. Barak ise Saltık Ata'nın… Yûnus bu üç ismin aslında bir silsile olduğunu hepsinden 'nasip' aldığını söyleyerek ifade eder. Saltık-name'ye göre de Saltık, Mahmûd Hayrânî'den nasip almıştır. Öyleyse şu şekilde bir sıralama yapabileceğiz: Yûnus Emre – Tapduk Emre – Barak Baba – Sarı Saltık ve Mahmûd Hayrânî. [İleri okuma için: Necdet Tosun / Yûnus Emre Rıfaî Hacı Bektaş Vefaî].

RIFAİLİĞİNE DAİR DELİLLER

Sarı Saltık Baba ile mektuplaşmış da olan; Tuffâhu'l-Ervâh ve Miftâhu'l-İrbâh'da hem Sarı Saltık hem de Şeyh Barak hakkında menkıbeler anlatan Kadı İbn Serrac, Mahmûd Hayrânî'nin tarikinin Rıfaîlik olduğunu ifade eder. Gerçekten de Tuffâhu'l-Ervâh ve Miftâhu'l-İrbâh, hem Sarı Saltık hem de Mahmûd Hayrânî'nin Rıfaî olduğuna dair delillerle doludur [İleri okuma için: Tuffâhu'l-Ervâh ve Miftâhu'l-İrbâh, Kitap Yayınları]. Bir alıntıyla örnekleyelim:

"Bil ki, Şeyh Mahmud, Ümmü Abîde'ye gitti. Efendimiz Sultânü'l-Ârifîn Seyyidü's-Sıddıkîn Ahmed b. Ebi'l-Hasen er-Rifâî'nin (Allah nûrunu takdis etsin, mezarını nurlandırsın) türbesinin karşısında durdu. Bu bekleyiş, kendisine seçkin bir hal açılıncaya, bol nasip ve pak talih gelinceye kadar ikisinin arasında vasıtasız bir şekilde sürdü. Ahmed er-Rifâî'nin (hasetçilerin ve muhaliflerin öfkesine rağmen Allah onun şanını yüceltsin) şerefli revakında vaktin sahibi de vardı. Şurası aşikârdır ki, Efendimiz Şemsuddin Ahmed el-Mustacil (r.a.) zamanının gavsıydı. Şeyh Mahmud'un velîliğe ulaştığı ve keramet nurlarının yayıldığı zaman Şeyh el-Mustacil ona bir adam gönderdi. Adam şeyhe şöyle dedi: 'Nasibinden bize ne bıraktın?' Şeyh cevaben: 'Dörtte bir.' veya bu anlamda bir söz söyledi. Denilir ki 'Şayet böyle demeseydi nasibinin hepsi gidecekti.' Şeyh Mahmud onun halini kesin olarak kabul etti ve Şeyh'te iyi tesirler bıraktı. Sonra Şeyh Saltuk onun yoldaşı oldu, ondan nasibini aldı ve zamanının seçkinlerinden oldu." [İleri okuma için: İbnü's-Serrâc'a Göre Sarı Saltuk]

AYNI YOL'UN YOLCULARI

Yûnus Emre'nin tarikatına dair yorum yapabilmemiz için ortada olan bütün deliller, aslında açık şekilde Rıfaîliğine işaret eder. İbnü's-Serrac, Rıfaî dervişlerini 'müvelleh' yani Allah aşkından şaşkına dönmüşler olarak tanımlar. Yûnus'un da dediği gibi: "Giderem 'aklum başumdan şaşuban / Yanaram 'ışkun odına düşüben". Yûnus, bu delillerden yola çıkarak anlıyoruz ki Rıfaî tarikatına mensup bir müvelleh derviştir. Seyyah İbn Battuta'dan Rıfaîlerin zaten 13 ve 14.yy Anadolusunda bir hayli yaygın olduklarını öğreniyoruz. Biz iş bu seyyahın gözlemlerinden de yola çıkarak diyebiliriz ki Rıfaî müvelleh dervişler 13.yy sonu itibarıyla Anadolu'daki "metafizik onarımında" etkin rol oynamışlardır. Yûnus Emre de bunların başında gelir.

Delillerin -şimdilik- Rıfaî dervişi dediği Yûnus Emre, tıpkı şeyhinin şeyhi Barak ve onun şeyhi Sarı Saltık gibi gazaya önem veren bir Türkmen atası olsa gerektir. Yoksa Yûnus'u duvar dibinde oturup el etek çekmiş bir melankolik mi sandınız! Yeniden Divanına başvuralım öyleyse: "Benem sahib kıran devrân benümdür, Benem key pehlevân meydân benümdür / Harâmîden benüm korkum kayum yok, Bu zûr u bu kuvvet Hak'dan benümdür / Ebu Bekr ü 'Ömer ol dîn ulusı, 'Aliyy-i Murtaza 'Osmân benümdür / Topı kim alısar çevgânumuzdan, Bu çevgân topıla meydân benümdür". Meydan okumayı görüyor musunuz? Bilhassa Sakarya nehri civarındaki Türkmen gazilerin tekke civarlarındaki eğitimlerinde (ya da seyr û sülûk demeli) Yûnus nefeslerinin tesiri büyük olsa gerektir.

Yazımın bu son bölümünde bir parantez açmadan geçemeyeceğim: Ömrünü 'Yûnus Emre davası'na adamış olan ve neşrettiği Divan tartışmaya kapalı şekilde en nitelikli Yûnus Divanı olan Mustafa Tatcı hoca, Tapduk Emre üzerine yazdığı monografisinde Rıfaîlik iddialarını reddeder. Dev eseri Yûnus Emre Külliyatı'ndan anladığımız kadarıyla aslında Tatcı 'tarihsel Yûnus' arayışını hiç kesmemiştir fakat son yıllarda çalışmalarını şerhler üzerine yoğunlaştırmıştır. Elbette 'hakikat makamı'nda tarikat ve mezhep aramak/sorgulamak 'ayrılık' getirir. Bu ifadeye katılmamak mümkün değildir. 'Tarihsel Yûnus' tartışmalarının Şeriat ve Tarikat merhalesinde -yani belli bir çağın sınırlarında- kaldığını bu noktada itiraf etmek gerekir.

Mehmet Hakan Kekeç

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.