İşgal komitesi…
1967-68'ler, sadece ülkede değil, dünyada da ateşli yıllar..
Avrupa'da öğrenci hareketleri hükûmetleri sallıyor, her türlü örf, âdet ve ahlâkî kurala karşı çıkmayı şiar edinmiş olan 'Hippy'lik diye anılan bir nihilist anlayış içinde birkaç yıl hoşça zaman geçiren kendilerine Herbert Marcus gibi filozoflar bile bulan genç nesiller, zevk içinde yaşamakta, 'hedonizm'de doymak bilmez bir noktaya gelince, Kızıl Dany diye anılan bir gençlik hareketi lideri ve diğer öğrenci liderleri bu kez de rejimleri devirmeye yönelmişti. (Aradan 25 yıl geçtikten sonra o Dany, Avrupa Parlamentosu'nda m.vekili olarak görülüyor ve geçmişte yaşananları bir macera olarak değerlendiriyordu.)
O sırada İstanbul'a da sıçramıştı, bu cereyan.. Esasen sosyal hadiseler, bir takım hava akımlarıyla her tarafa bulaşan virüsler gibi, İstanbul Üniversitesi'nde sahneleniyordu.
Üniversitede çok az arkadaşım vardı. Çünkü, Diyarbekir'de Sağlık teşkilatında, Hıfzıssıhha Enstitüsü'nde mikrobioloji ve biokimya laboratuvarında teknik eleman olarak çalışıyor ve sadece sene sonu bitirme imtihanları için, izinli olarak geliyordum, İstanbul'a.. Öğrenciler arasında, geniş çapta bir sosyalizm eğilimi kendisini hissettiriyordu.. Sosyalizm âdeta, bir 'kurtarıcı ideoloji' gibi görünüyordu.
Ama, başı çekenler, genelde Cumhuriyet dönemi boyunca kalburüstü olan ve yoğurdun kaymağını yiyen çevrelerin çocuklarıydı.. Bu ters ve çapraşık bir durumdu.. Bunu o günler Ankara Siyasal'ın öğretim üyelerinden Prof. İdris Küçükömeroğlu, -özetle- 'Bu ülkede ekonomik imkânların paylaşımı konusunda solcu olması gerekenler sağcı oluyor ve aslında sağcı olması gereken ve devletin yönetimini elinde tutup, imkânların kaymağını yiyenler ise solcu olduklarını söylüyorlar..' kabilinden sözlerle ifade etmeye başlamıştı, akademik çevrelerden birisi olarak... Çünkü, bu ülkedeki safların oluşumunda, mes'elenin özü ekonomik imkânların âdilâne paylaşım değil; hele de miladî- 20. Yy'ın başından beri ülke içinde ele geçirilen imkân, mekân ve makamların, bürokratik ve askerî oligarşinin 'vesayet'ini sürdürürken, dünyadaki yeni denge arayışları içinde de bu fiilî iktidar sahiplerinin sırtlarını dünyadaki bir takım güç odaklarına dayandırma ve o odakların temsilcisi durumuna gelmeleriydi. Hele de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, bizdeki sol çevrelerin büyük bir kısmı, sırtlarını Amerikan emperyalizminin temsilcisi olduğu kapitalist dünyaya karşı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin oluşturduğu mukabil emperyalist odağa dayamışlardı. (Bu iddiayı o çevreler tabiatiyle kabul etmek istemiyorlardı, ama, 1990'da Sovyetler Birliği'nin dağılıp tarihin dehlizlerinde kaybolup gitmesinden sonra, hele de Türkiye'deki sol çevreler de bir sabun köpüğü gibi sönüvermişler; dahası, bazı nice marksistler, kapitalist ekonomik düzenin köprübaşlarında yeni siperler elde etmişlerdi.)
*
Bir Haziran sabahında, bir diğer imtihana daha girmek üzere, üniversitenin ana giriş kapısına doğru yaklaştığımda Üniversitenin etrafının askerle çevrildiğini gördüm. Ama, öğrencilerin içeri girmesine engel olunmuyor, ancak, kapının içerisine girdiğimizde öğrenci kimliklerimizin, üniversitenin içinde bir işgal düzeni kurmuş olan öğrencilerce kontrol edildiğini görüyorduk.
Kimse doğru-dürüst bir bilgi sahibi değildi.. Üniversitenin ana giriş kapısından sonraki ağaçlıklı büyük avludan geçip iç avluya geçtiğimde, bine yakın öğrencinin şaşkın ve meraklı bakışlarla bir açıklama yapacak birilerin karşılarına çıkmasını, muhataplarının belirli hale gelmesini bekliyorlardı.
Bu bekleşmeler devam ederken, nihayet uzun boylu, karayağız tipli bir öğrenci, üzerinde asker parkasıyla kürsüde konuşmaya başlayınca, 'De-niiiz! /De-niiiz!' diye tempo tutmaya başlamıştı bazı öğrenciler..
Anlaşılıyordu ki, bir çekirdek grup vardı ve onlar neyi -nasıl yapacakları üzerinde çalışmışlar veya yönlendirilmişlerdi..
'De-niiiz!/De-nizzz!' tempolarıyla öne çıkarılan genç, Deniz Gezmiş idi.
Bir grup öğrenci, 'Sağ-Sol yok, Birlik var.. Öğrencilerin bütün meselelerini çözeceğiz.. Hak verilmez, alınır.. Haklarımızı bir lütuf olarak sunulması şeklinde değil, kendi irademizle ve gücümüzle alacağız..' diyorlardı..
Prof.ların ders kitaplarını öğrencilere çok yüksek fiyatlarla sattıkları bir dönemde buna bir çare bulunacağı; yazılı imtihandan, 'Sözlüye girer..' notu aldıktan sonra, bir sözlü imtihanda başarılı olmamakla sınıfta kalınmasına son verilip, iki sözlü imtihan hakkı verilmesi, ve yemekhanede öğrencilere verilen yemeklerin kalitesinin yükseltilmesi, fiyatlarının düşürülmesi' gibi hemen her öğrenciyi ilgilendiren konular sıralanıyordu.
Bunlar iyiydi de, bu eylemi kimler yapıyordu, nasıl karar almışlardı?
Deniz Gezmiş, 'Arkadaşlar, ben ve iki diğer arkadaş, Nuhoğlu ve Kumkumoğlu arkadaşlar olarak bir işgal komitesi kurduk ve yıllardır hepimizin belini büken bu öğrenci dertlerini halletmek için başka çare olmadığını gördüğümüzden, dün gece saat yarısı, 01.00'de Üniversite'yi işgal kararı aldık..' deyince..
Birkaç bin öğrenciden hiçbir ses çıkmaması ilginçti. Hepimiz üniversiteliydik, ama, bizi sadece üç kişiden oluşan bir işgal komitesi sürüklüyor ve bunu açıkça ortaya koyuyordu..
Rahatsız oldum.. Ama, Diyarbekir'den sadece sene sonu imtihanları için geldiğimden, hemen hemen hiçbir arkadaş grubum yoktu.. Yine de bir söz söylemem gerektiğine kail oldum ve 'Meselâ, biz de dün gece şu kadar arkadaş, saat O1.30'da 'Redd-i İşgal Komitesi kurduk desem, n'olacak?' diye sesimi yükseltince.. Başlar hemen üzerime çevrildi ve birçok öğrenci etrafımı kuşatıp, 'Yani, sen karşı mısın bu harekete?' demeye başladılar.. Bakışlar niyetlerinin 'iyi'(!)liğini anlatmaya yetiyordu, orada esaslı bir dayak yiyeceğim anlaşılıyordu.. 'Bu gerekçe yeterli mi.. Üç kişinin verdiği karara, üstelik de üniversiteli binlerce öğrencinin teslim olması normal mi? O işgal komitesine karşı birileri de 'Reddi-i işgal komitesi' kursa meselâ diye soruyorum..' dediysem de, tatmin olmadıkları anlaşılıyordu. Oradan dayak yemeden sıvışmam gerektiğini düşündüm ve o andaki bir dalgalanmadan istifadeyle sıvıştım.
Akşam.. Hava oldukça tatlı bir Haziran gecesi.. Üniversite çevresinde de binlerce öğrenci de gece yarılarına kadar hayallerindeki dünyayı kurmak arzusuyla, bu üniversite işgalini savunuyor ve semadaki yıldızlardan kendilerine göz kırpan, o hayal ettikleri dünyanın yeryüzüne nasıl indirileceğini bilemiyorlardı. (İşin doğrusu, dünyayı İslâm inancına göre kurmak arzusu içinde olanlar da, hayallerindeki dünyanın, semada kendilerine göz kırpan yıldızlarda olduğunu hisseden bir avuçluk gençler de, aynı hayâl içinde, o yıldızlarda olan nizâm'ı yeryüzüne indirmenin heyecanını yaşıyorlardı, ama, bunun nasıl olacağına dair çok sağlıklı bir çözüm de üretemiyorlardı. Ki, bu sıkıntılı durum Müslüman dünyasında hâlâ da varlığını sürdürüyor.)
Belki, Askeriye'nin üniversiteyi dıştan kuşatmış olmasının da etkisiyle, herhangi bir gerilim olmuyordu.
*
Üniversite işgali haftalarca sürdü.. Bu hareket karşısında Başbakan Süleyman Demirel rahat davranıyor ve sadece üniversite çevresinde askerî tedbirler almakla yetinip, 'Yollar yürümekle aşınmaz.. Enerjilerini tüketirler..' derken; o sırada muhalefet lideri olan 80'ine merdiven dayamış İsmet İnönü ise, doğrusu, ilginç bir sorumluluk duygusu taşıyarak, 'üniversitede girişilen boykot ve işgal hareketleri'ni şiddetle ve ağır şekilde tenkıd ediyor ve kendilerini 'gençlik liderleri' olarak göstermeye kalkışanları 'Haytalar!. Orası ilim yuvasıdır, ne demek boykot ve işgal..' diyebiliyor; ama, bu da o gençlik dalgalanmasını kıramıyor, biraz da, başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa'yı saran ve sarsan öğrenci hareketlerinin lider olan Kızıl Dany ile ses benzerliği taşıması hasebiyle daha bir öne çıkan Deniz Gezmiş ve bazı arkadaşlarının üniversite işgali gücünü artırarak devam ediyordu.
Ama, bu arada ilginç bir gelişme de oluyor ve Üniversite Senatosu'nun, (merkez binalar işgal altında olduğundan) Boğaz'da bir yerde toplandığı açıklanıyor ve ders kitaplarının fiyatları neredeyse yarı yarıya düşürülüyor, ve yemekhane konusunda da ucuz, ama kaliteli yemekler verilmesine özen gösterileceği açıklanıyordu. Ancak daha da önemlisi, yazılı imtihanlardan sonra, bir sözlü imtihanla değil, iki sözlü imtihanda başarısızlık durumunda sınıfta kalınması yolundaki talep, çok radikal bir karşılık buluyor ve sözlü imtihanların tamamen kaldırılması kararlaştırılıyordu. Yani, 'Hakkımızı lûtufla değil, gücümüzle, zorla alacağız..' söylemi doğrulanmış oluyor ve böylece o 'işgal hareketi' de böylece gençler arasında daha bir sempati topluyordu. 'Körün istediği bir göz, o iki göze de sahib oldu' misali bir durum ortaya çıkmıştı.
Denilebilir ki, Deniz Gezmiş'in hayatını 5 sene sonralarda, 1972 Nisanı'nda dârağacında noktalatan etken, işte bu başarıydı. Çünkü o 'işgal hareketi'nde başarılı olunmasaydı, belki de, onun ismi ve öğrenci lideri gibi sıfatları gündemde olamayacaktı. Ama, o başarı, onu ve arkadaşlarını perde gerisinden akıl-fikir hocası olarak yönlendiren odaklara, 'güçlü bir öğrenci lideri' figürü sunmuştu. Nitekim, o ilk andaki, 'Sağ-Sol yol , Birlik var.. Hedefimiz, Öğrencilerin kördüğüm olmuş meselelerini çözmektir..' gibi beyanlarla çıkılan 'işgal hareketi' olmasaydı, doğrudur ki, o kocaman kocaman prof.lar, öğrencilerin kanını sülük gibi emmeye devam edeceklerdi. (Bu arada belirteyim ki, yazılı imtihandan, 'sözlüye girer..' notu aldıktan sonra yapılan o sözlü imtihanlar çok faydalıydı. Çünkü yazılıda kopya çekme ihtimali vardı. 'Sözlü'de ise, öğrenci, hocanın karşışına geçip oturuyor, kendisine dersle ilgili sorulan çeşitli sorulara cevap veriyor ve onlarca öğrenci de, ayakta, o sözlü imtihanı, sorulan soruları ve verilen cevapları dinliyor ve kendi bilgilerini kontrol etme imkânı elde ediyorlardı. Bu yüzden, öğrenciler bu imtihanın, verimli olduğunu görüp kaldırılmamasını, ve fakat bir imtihanı veremeyenlerin hemen sınıfta bırakılmamasını, sözlü imtihana bir kez daha girme hakkı daha verilmesini talep ediyorlardı; bu imtihan o kadar faydalıydı ki, kaldırılmasını öğrenciler bile istemiyorlardı.)
*
Sözünü ettiğimiz Üniversite işgalinin bir önemi de, solcu, sosyalist veya marksist eğilimli sosyal yorumların ve cereyanların topluma yeni nesiller ve gençlik hareketi olarak takdim edilmesine büyük bir ivme kazandırması açısındandı.
O sıralarda Cumhuriyet, Günaydın, Milliyet, Hürriyet gibi gazetelerde yuvalanmış bir sol propaganda odağı vardı.
TİP (Türkiye İşçi Partisi) Gn. Başkanı Mehmet Ali Aybar başta olmak üzere, Meclis'teki 20 kadar M.vekili, oldukça etkili bir sol muhalefet örneği sergiliyorlardı. Ayrıca Behice Boran'lar, Zekeriya Sertel'ler, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'lar, Mihrî Belli'ler ve diğer eski tüfek maksistler de çeşitli yayın organlarından düşüncelerini topluma yansıtmaya çalışıyorlardı. Aziz Nesin, İlhan Selçuk ve Çetin Altan gibi isimlerin öncülüğünde başkaları da bazı gazetelerdeki köşelerinde toplumu kendi ideolojilerine göre yönlendirmeye çalışıyorlardı.
Doğan Avcıoğlu çevresinde toplanan isimler ise, bir dergi çıkarıyor ve burada 'Millî Demokratik Devrim Teorileri'ni tartışıyorlardı. Gerçekte ise, tartışılmaya bile gerek görülmeyecek derece iflâs ettiği zımnen kabul edilen, ama toplum huzurunda tartışması yapılmayan bir resmî ideolojiyle, onun ikonlaştırılmış ilk şefine sığınılarak yapılıyordu bu yayınlar..
O yıllarda, İstanbul İktisad Fakültesi'ndeki genç bir öğretim üyesi ise daha farklı bir ilgi görüyordu, Üniversite gençliği çevresinden.. Solcu-sosyalist-marxizan gençler bu genç öğretim üyesini komünistlerin ünlü Enternasyonal marşı okuyarak karşılarlardı.
Bunun kim olduğunu az-çok yakınlığımız olan bazılarına sorduğumda, 'Bu, gelecekteki Türkiye Sosyalist Cumhuriyeti C. Başkanı Doç. Mâhir Kaynak..' derlerdi. Kaynak, parlak bir ekonomist olarak anlatılıyordu. Bir de Cumhuriyet yazarlarından ve kemalist-laik-sol düşüncenin önde gelen isimlerinden sayılan İlhan Selçuk, onu, o dönemin solcu darbe hazırlıkları içinde bulunan General Cemâl Madanoğlu ile tanıştırmıştı.. Madanoğlu, bu akademisyenin gençliğine rağmen çok parlak bir ekonomist oluşundan etkilenmişti. Madanoğlu başkanlığında yapılan gizli cunta toplantılarına artık Kaynak da davet edilmeye başlanmış, o toplantıların vazgeçilmez elemanlarından olmaya başlamıştı.
Bir gün, Madanoğlu ona (M. K.'ın kendi hâtıratında anlattığına göre), 'Mâhir, evlâdım.. Sanıyorum, gizli çalışmalarımız MİT tarafından takib ediliyor.. İçimize sızmış olabilirler.. Bu yüzden, toplantılara katılanların -ben de dahil- her birisini tepeden tırnağa arayacaksın..' der.
Mâhir Kaynak, herkesi arar, ama hiçbir şüpheli şey bulamaz.. Kaynak bu durumu, çok ironik bir şekilde, 'Bir şey bulunamazdı. Zira, dinleme cihazı, benim sırtımda gömleğimin altındaydı!..' diye anlatmıştır.
Kaynak bu arada 1968'de Bükreş'te toplanan Dünya komünist partilerinin ve hareketlerinin 3. Enternasyonal Kongresi'ne de Türkiye Gizli Komünist Partisi'nin Gn. Sekreteri olarak katılır!. (Ama, 12 Mart 1971'de yapılan Askerî Darbe'den sonra, Kaynak'tan bir süre haber alınamaz.. Onu zâhiren kendi 'yoldaş'ları olarak kabul eden ve büyük ümid bağlayan marksist çevreler onun yurt dışına kaçmış olabileceğini düşünürler.
Ancak, 1972 Sonbaharı'nda Ankara- Kızılay Meydanı'nda onu hanımıyla birlikte gezintide ve gayet rahat olarak görünce uyanırlar, ama artık iş işten geçmiştir. Mâhir Kaynak da, bu durum üzerine kendisini hiç gizlemeyip, 'Evet; devletim için casusluk -ajanlık yaptım.. ' demiş ve ömrünün geri kalan yıllarını Gazi Üniversitesi'nde öğretim üyesi ve tv. proğramlarında kimsenin söylemeye cesaret edemediği yorumları gayet rahatlıkla konuşarak toplumu, bağlısı olduğu istihbarat birimine göre yönlendirmeye çalışarak geçirmiştir.)
Selahaddin E. Çakırgil
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- ‘Secde-i Rahmân’da bir vekil!..’ (09.08.2019)
- Nasır’ın Firavunluk hevesi… (03.07.2019)
- Kimine göre ‘eşşeklik’, kimine göre ‘çocukluk’… (14.06.2019)
- 1965’te Diyarbekir… (21.05.2019)
- Hira Dağı kadar Müslüman… (08.05.2019)
- ‘Morrison Süleyman’dan ‘Çoban Sülü’ye… (01.05.2019)
- Solcular sağcı, sağcılar solcu… (20.04.2019)
- Suç aleti olarak takke, tesbih ve risaleler... (04.04.2019)