Tarihte kalmış sosyo-politik hadiselere, aradan bu kadar zaman geçtikten sonra zihinlerde kalan kalın hatlarıyla bakılması, o hadiseleri yaşamamış olanlar için inandırıcı bulunmakta zorluk oluşturabilir. Ama, bu hatırlananlar o günlerin matbuatında ve sokaktaki politik fısıltılarda ve daha sonra o hadiselerin fail veya mef'ulleri olanların yaşadıklarını- gördüklerini ve duyduklarını anlattıkları hâtıralarında yer alan rivayet, iddia, bilgi ve belge parçacıklarına dayanır, ana hatlarıyla..
Meselâ, Adnan Menderes'in idâm edilmesi için, Yassıada'dan bir motorla İmralı Adası'na götürülmesi sırasında, idâm gerçekleşmeden önce Ankara'dan infaz'ın yapılmaması yolunda bir emir gelirse diye, dönemin en kontrolsüz generallerinden Faruk Güventürk'ün, idâm mahkûmlarını, Yassıada'dan İmralı'ya bir bir motorla götürürken, motorda bile bir dârağacı kurdurduğuna dair iddialar, Güventürk'ü ve onun atatürkçü-devrimciliğini yüceltecek şekilde gazetelerde ballandıra- ballandıra anlatılıyor ve bunlar yalanlanmıyordu.
Gerçi, Yassıada'dan İmralı Adası'na kadarki motor yolculuğu sırasında o idâmların infazlarını durdurmak için böyle bir emir gelmemişti. Ama, Adnan Menderes'in idâmı üzerinden 25 yıl geçtikten, yani suç sayılabilecek eylemlerin, mürur-u zaman'a, zamanaşımına uğramasından sonra, o zamanlar orduda Deli Remzi diye anılan ve zorlukla idare edilebilen darbecilerden bir eski subayın yayınlanan bir hâtıratında yazıldığına göre..
Ankara'dan, Darbe'nin lideri General Cemal Gürsel'den 'İnfaz yapılmasın' diye bir tlf. emri gelir, ama, idâm hükmü infaz edilmediği halde, bu darbeci subay, Devlet Başkanı konumundaki General Gürsel'e' 'Paşam, infazlar yapıldı.' diye yalan bilgi verir. Bunun üzerine telefondaki Gürsel'in, 'Neee.. İdâm edildi miiii?' dediğini duyar ve telefonunun elinden düştüğü anlaşılır. 'Deli Remzi' denilen o subay, aradan 25 -30 yıl geçince, 'Yaptık bir eşşeklik..' diyerek pişmanlığını dile getirmişti.
*
İlginçtir, Adnan Menderes'in iktidarını sona erdiren sosyal karışıklıklar sırasında İstanbul'daki 1. Ordu Komutanı olan ve Örfî İdare /Sıkıyönetim Komutanlığı'na da getirilen ve 'caddelerde 3 kişiden fazla kimselerin bir arada olması halinde, üzerlerine ateş açılacağı'na dair dehşetli Örfi İdare Komutanlığı 'tebliğ'lerinin altında imzası olan Org. Fahri Özdilek, 27 Mayıs Darbesi'nin uygulamaya konulduğu gecenin ilk saatlerinde, darbecilerin 'Aramıza katıl..' teklifi karşısında tereddüt geçirmiş ve 'Aksi halde, bir odaya hapsedileceğini veya hayatının tehlikeye gireceğini' anlayınca, darbecilere katılmış ve böylece darbeciler arasında Gen. Gürsel'den sonraki, ikinci orgeneral olarak yerini almış ve daha sonra da yıllarca, 'Tabiî Senatör' olarak Meclis'te bulunmuş, son yıllarında ise, 27 Mayıs İhtilali için 'Yaptık bir çocukluk..' demişti.
*
Seçimler 15 Ekim 1965'de yapılmıştı galiba... Ve S. Demirel liderliğindeki Adalet Partisi'nin tek başına büyük ekseriyyetle (sanırım yüzde 52 ile) iktidara geldiği açıklanmıştı. Bu sonuç, gerçekte, sadece ekonomik sıkıntılardan bunalan bir tepki değil, Adnan Menderes ve iki Bakanının idâmı ve diğer DP kadrolarının topluca hapis cezalarıyla sonuçlanan 27 Mayıs Darbesi'ne ve onun yapıcılarına gösterilen bir 'kırmızı kart' mesâbesindeydi.. Bu neticeyi, darbeci subayların önceden tahmin ettikleri anlaşılıyor olmalıydı ki, 'İhtilalci-kurtarıcı subaylar' bu sonucu kabullenmemek ve halkı bir kez daha kurtarmak için, 5 Ekim 1965 günü yani seçimlerden 10 gün önce bir ihtilal daha yapmak için örgütlenmişler, -kemalist-askerî vesayetin daha bir perçinlenmesi için yapacakları bu darbenin ordu içinde komitesi dahi oluşturmuşlardı-, ama bu teşebbüs zorlukla engellenebilmişti.
*
Seçimi kaybeden İsmet Paşa ise, mağlubiyetlerini sağlayan bir sacayağından sözetmişti: Konya Müftüsü (Tâhir Hoca), Nurcular ve Amerika..
Bu iddialar doğru da denilebilirdi. Tâhir Hoca'nın vaazları hemen bütün Orta ve Batı Anadolu'da etkiliydi.. Nurculuk Hareketi de, sadece Risale-i Nûr denilen kitapçıkları okuyarak, toplum için bir çıkış yolu arayan kitleler tam olarak anlamasalar bile, yine de geleceğe ümidle bakıyorlardı ve bir kurtarıcının gelebileceği ümidi içindeydiler.
Böyle bir zamanda Türkiye'de Demirel liderliğindeki bir Hükûmet, USA tarafından tercih edilmiş olabilir miydi?
Olabilirdi.. Çünkü, Demirel Amerika'da oku(tul)muş, Amerikan üst yönetim kadrolarıyla yakın ilişkiler kurmuş ve hattâ Morrison Firması'yla da büyük taahhütlük işleri yapmıştı.
Amerikan kaynakları, Adnan Menderes'in büyük kitlelerce sevildiğini ve bu sevginin onun idâmından sonra daha da güçlendiğini biliyorlardı. Böyle bir halk tabanını temsil etmek iddiasıyla ortaya çıkan Demirel'i karşılarına almak gereksizdi. Üstelik, Demirel, Adnan Menderes'in Amerikan emperyalizminden izin almaksızın, Sovyetler Birliği'yle ilişkileri geliştirmek istemesinin ve 26 Haziran 1960'da (yani darbe olmasaydı, 27 Mayıs'tan 1 ay sonra) Moskova'ya gidiş planları yapmasının bedelinin ödettirildiğini de pratik olarak öğrenmiş olmalıydı.
Ayrıca, 27 Mayıs Darbesi'nin hazırlanmakta olduğundan haberdar olan İngiliz ve Amerikan belgeleri de, emperial dünyanın medya organlarında yıllarca sonra da olsa yayınlanmaya başlamıştı.
Bütün bu gelişmeler içinde, Demirel, USA emperyalizmi karşısında teslimiyetçi bir çizgi takip etmek zorunda olduğunu öğrenmiş olmalıydı. Ayrıca, Amerikan Başkanı Johnson'ın Türkiye'yi, Kıbrıs siyasetinden dolayı ağır şekilde tehdit etmesi üzerine, İsmet Paşa'nın, 'Gerekirse dünya yeniden kurulur ve Türkiye de o yeni dünya içindeki yerini alır..' sözünün, Paşa'nın hükûmetten düşürülüşündeki etkisini de mutlaka biliyor olmalıydı. Ki, Demirel, bildiği pek çok gerçekleri açıklayamıyacağını, hatıratında veya günlük notlarında da yazmayacağını, 'Bazı sırlar var ki, onlar benimle birlikte mezara gidecektir..' sözleriyle açıkça ifade etmişti.
*
Biz yine dönelim, 1965 Seçimleri sonundaki gelişmelere..
Seçimin galibi olan Demirel ve ekibi Çankaya Köşkü'ne gittiklerinde, -1961 Seçimleri sonucunda, Prof. Ali Fuâd Başgil'i darbecilerin silah zoruyla istifa ettirip, kendi kendisini 7 yıllık bir süre için seçtirmiş olsa da, Devlet Başkanı konumunda bulunan General Gürsel, çekmecesinden çıkardığı tabancasını masa üzerine koyup, 'Buyrunuz! Beni öldürebilirsiniz..' der; tam bir yenilmişlik ve hattâ suçluluk halet-i ruhiyesi / psikolojisi içinde..
Demirel ise, 'Aman paşam, biz buraya hizmet için geldik..' der. Ve sonra Gürsel, Demirel'e yeni hükûmet'i kurması için Başbakanlık vazifesini verir.
*
General Gürsel, 1965-66'larda, rahatsızdı,. Ancak, bastonla yürüyebiliyordu ve halk önüne pek çıkmıyor ve çıktığı zamanlarda da kısa birkaç dakikalık görüntü vererek, rahatsızlığının önemsiz olduğunu yansıtmaya çalışıyordu. Ama, halk arasında, Gürsel'in 1960'larda Millî Birlik Komitesi /MBK toplantıları sırasında Türkeş tarafından vurulduğu, MBK içindeki 14'ler'in tasfiyesinin ondan sonra gerçekleştiği iddiası yaygın olarak söyleniyordu. Bu iddia doğrulanmamıştı ama, yalanlanmamıştı da. Ne var ki, Türkeş ve lideri olduğu 14'ler denilen grubun MBK'dan uzaklaştırılmasıyla ilgili 13 Kasım 1960 sabahı yayınlanan resmî tebliğde 'MBK toplantılarının savaş meydanı haline dönüştüğü' gibi ifadelerin bulunması da bu iddiayı güçlendiriyordu.
Gürsel'in durumu 1965'in son aylarında ağırlaşınca, tedavi için bir özel uçakla Amerika'ya gönderildi. Orada, durumu daha da ağırlaştı ve komaya girdi. Hemen her gün, radyonun haber bültenlerinde C. Başkanı Gürsel'in sağlığı hakkındaki haberler ilk sırada yayınlanıyordu. Bu koma durumu 3-4 ay kadar sürdü ve artık iyileşme ümidi kalmayınca, ülkeye geri getirildi. Halk kitleleri ise, onun bu kadar uzun süreli koma halinde yaşamasını, 'Adnan Menderes'e yaptıklarına karşılık bir adl-i ilâhî tecellisi olarak değerlendiriyor ve rahatlıyordu.
Sonunda bir Doktorlar Heyeti, 'Komadan çıksa bile Cumhurbaşkanlığı vazifesini yapamaz..' diye rapor verince, General Gürsel'in C. Başkanlığı sona erdirildi ve Genelkurmay Başkanı olan Org. Cevdet Sunay, Meclis tarafından 5. C. Başkanlığı'na seçildi. Birkaç ay sonra da 7 ay komada kalmış olan Gürsel öldü.
Halk kesimlerini büyük ekseriyeti, askerî darbenin baş sorumlusu olarak Cemal Gürsel'i görüyordu. Ama, gerçekten de o baş sorumlu muydu, yoksa, darbecilerin başında bir yüksek rütbeli general olarak o mu bulunmuştu da, ihtilal idaresinin başına, içinde olmadığı ihtilal hareketinin alt rütbelerdeki subayların başına bir baba rolünde getirilmişti?
Galiba, bu ikinci ihtimal..
Çünkü, Org. Gürsel, Adnan Menderes Hükûmeti zamanında KKK.lığı vazifesinde bulunuyordu. Ama, 27 Mayıs Askerî Darbesi'nden 22 gün önce, 5 Mayıs 1960 günü, bir aylık izne ayrılmış ve izninin sonunda da emeklilik işleminin yapılmasını istemiş ve İzmir'deki evine çekilmişti.
İzne ayrılırken de, dönemin Millî Müdafaa Vekili (Adnan Menderes ailesinin himayesinde olan bir aileden yetişmiş bulunan) Edhem Menderes'e, 'Aziz Vekilim) diye başlayan bir mektup yazmıştı. Bu mektubunda Gen. Gürsel, ülkede işlerin kontrol edilemez noktalara gelmesinden C. Başkanı Celâl Bayar'ı suçlu görüyor ve Adnan Bey'den ise, memlekete çok daha hayırlı hizmetler beklediğini dile getiriyordu.
Ama, Yassıada'da, Yüksek Adalet Divanı adına yapılan düzmece yargılamalar sırasında bu mektup açıklanıyor ve böylece Gen. Gürsel'in 'sâkıt/ düşük iktidar mensuplarını uyardığı, ama onların bu ikazları dinlemediği ve bu yüzden ihtilalin gerekli olduğu' anlatılıyordu.
Bu mektup açıklandığında Adnan Menderes, bu mektubu görmediğini ifade etmiş, bunun üzerine, Edhem Menderes ise, 'Evet, Adnan Menderes'e vermemiştim. Çünkü, Adnan Bey'in Gürsel Paşa'ya bir zarar vermesi ihtimalini bertaraf etmek istemiştim..' diyecekti açıkça..
Daha da ilginç olan ise, Gen. Gürsel'in o mektubunda yer alan ve 'Adnan Menderes'i öven ve onun memleketin geleceği için hayırlı hizmetler etmesi beklenen bir kimse olduğu'nu belirten bölümü, o yargılamalar sırasında sansürlenmiş ve Cemal Gürsel de bu sansürü kabullenmişti. 1960 Mayısı'nda yazılmış olan o mektubun gerçeği ise, yıllar sonra ancak 1969-70'lerde açıklanacaktı..
*
Demirel Hükûmeti kurulunca ilk hedef ekonomiyi biraz canlandırmaya, işsiz kitlelere iş sahaları açmaya öncelik vermiş ve halk kitleleri de bu durumdan memnun olmuştu.
Ama bu arada, Adnan Menderes ve iki Bakan'ının kemiklerinin İmralı'dan getirilmesi yolunda oldukça yoğun bir baskı oluşmaya başlamıştı, toplumda.. Mâdem ki, Adnan Menderes'in mirasına sahip çıkmak iddiasıyla iktidara gelmişlerdi, o halde Menderes'in hâtırasına da sahip çıkılmalıydı.
Hattâ, Menderes için Eyyub Sultan Camii Haziresi'nde bir yer hazırlanmaya başlanmıştı. Ama bugün özgürlük türküsü söyleyen kesimlerin, kemalist-devrimci, tepeden inmecilerin, 'askerî vesayet'in sürmesi tarafdarı olan darbeci ve hattâ onlardan daha hızlı 'sivil' generallerin ve onların hizmetindeki matbuatın gazeteleri bu taleplere karşı çıkıyorlar ve 'Bu mezarların bir türbe haline getirilip orduya karşı gizli bir halk direniş odağına dönüştürüleceği' korkusunu ve bunun kabul edilemezliğini söylüyor-yazıyorlardı; İ. Selçuklar, Mumcu'lar, Ç. Altanlar, vs..
Bu çevrelere karşı söz söyleyen kimse ise yoktu, matbuatta.. Belki, biraz Necîb Fâzıl'ın 'Büyük Doğu'suyla, Şevket Eygi'nin 'Yeni İstiklal' isimli haftalık dergileri ve sonra da devreye günlük olarak giren 'Bâb-ı Âli'de Sabah'ta yazılmaya çalışılan bazı yazılar dışında, matbuat, bütünüyle laik-kemalist kesimlerin tekelindeydi
Halbuki, Demokrat Partili diğer bütün siyasetçiler 1964 yılında hapisten çıkarılmışlardı İsmet İnönü tarafından. Hattâ o kadarki, bu tahliyelere karşı olanların bazı tenkıdleri karşısında, İsmet Paşa, 'kuyuya düşmüş bir adamı kurtarmaya çalışma'nın eleştirilmemesi gerektiğini söylüyordu. Ve 400 kadar DP'li m. vekili ve diğer yöneticiler tahliye edilmişti. İdâm edilenlerin ise, kemikleri bile, ailelerine verilmiyordu.. Celâl Bayar da, Demirel'in bu konuda bir şey yapmadığın görerek, onu 'Bizim Su Müdürü' diye aşağılamaya çalışıyordu, Demirel'in DP iktidarı zamanında Devlet Su İşleri Gen. Müdürü yapılışına işaretle..
Demirel ise, orduyla mücadeleye girmenin pahalıya mal olacağını düşünüyor ve Adnan Menderes'in idâmı üzerinden henüz 5 sene geçtiğini, müsaid zamanı kollamanın siyaseti gereği olduğunu, siyasette zamanlamayı iyi yapamayanların yalnız kaldıklarını vs. söylüyordu.
*
Bu arada, Adnan Menderes'in büyük oğlu ve AP m.vekili Yüksel Menderes'in intiharı ülkeyi derinden sarsmıştı. Babasına çok bağlı olduğu anlaşılan Yüksel, bir gün, evinde, mutfağa giriyor, bir elinde Kur'an, diğer elinde babasının bir fotoğrafı.. Havagazı musluğunu açıyor ve..
Yüksel Menderes'in cenazesi, Ankara'da yüzbinlerin gözyaşları içinde defnedilmişti.
O sırada Diyarbekir'deydim.. Sokaktaki, kahvelerdeki sıradan insanlar, 'Yahu evlâdım, mâdem ki intihar edecektin, m.vekiliydin, gitseydin Meclis'e de, babanı idâm ettiren ve sonra Tabiî Senatör olarak kendilerini millete taşıtan darbecileri taraydın ve sonra bir kurşun da kendine sıksaydın, bütün millet seni yine gözyaşlarıyla ve 'Babasının intikamını aldı, milleti de rahatlattı, aferin! Allah rahmet eyleye..' diye defnetseydi, n'olurdu..' diyen çok kimseleri dinlemişimdir.
(Ki, Adnan Menderes'in ikinci oğlu Mutlu Menderes de yine m.vekili iken, Ankara-Ulus'ta, Çankırı Caddesi'nde bir gece bir tuhaf trafik kazasında hayatını kaybetmişti. 3. Oğul ve RP m.vekili Aydın Menderes de bir başka trafik kazasında ağır şekilde yaralanıp, yıllarca felçli olarak tekerli sandalyede yaşadıktan sonra vefat etmiş; Adnan Menderes'in çocuklarının âkıbetleri de babalarının trajik âkıbetinden pek farklı olmamıştı..)
*
Bu gelişmeler olurken..
Avrupa başkentlerinde arka arkaya öğrenci gösterileri başlamıştı.. Her türlü kurala karşı çıkmayı yeni bir kural halinde kabul eden bazı 'nihilist' filozoflar gençliği tetiklemişler, 'hippy'lik denilen ve hiçbir ahlâkî kural da tanımayan, tam mânâsıyla başıboş, ve de İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda dünyaya yeni gelmiş nesillerin hareketi dünyaya yayılmaya başlamıştı.. Ülkemizde gelen turistlerin pek çoğu da, kendi ülkelerinde yapamadıkları serbest, kural ve ahlâk dışı her türlü davranışları sergilediklerinden, halkımızda bir rahatsızlık giderek yükseliyordu..
O sırada Çin'de ise, Mao, bu yeni emperialist akımlara karşı 'Kültür İhtilali'ni başlatmıştı. Ama, o Kültür İhtilali'nde yapılanların karikatürize edilmesi çiçin piyasaya hemen o konuyla ilgili yığınla kitaplar sürülüvermişti.. Kapitalist emperyalizm, kendi ürettiği her türlü ürün kadar, davranış şekillerine de muhalefet istemiyordu..
Sovyetler Birliği ise, 1917'deki Bolşevik/ Komunist İhtilali'nin 50. Zafer Yıldönümünü kutluyor, dünyadaki bir çok solcu çevreler de bu kutlamalara sıcak bakıyorlardı.. Ama, Çekoslovakya'da, Alexander Dubçek isimli bir siyasî liderin Sovyet Komunist İmparatorluğu'na karşı ve de Macaristan'da 1956'da patlak veren Büyük Macar İsyanı'nın Sovyet tankları tarafından ezilip geçilmesinden ve Başbakan İmre Nagy'nin Sibirya'ya götürülüp öldürülmesinden 10 yıl sonra, yeniden başkaldırmasının ve Prag Baharı denilen büyük sosyal direnişin dünyayı derinden meşgul ettiği günler de bu 50. Yıldönümü'ne denk geliyordu.. (Ki, Türkiye'deki Marksist Hareket'in ilginç isimlerinden olan Mehmed Ali Aybar, Çekoslovakya'nın, 1968 yılında Varşova Paktı'nın binlerce tankı işe ezilmesine karşı, 'Sosyalizmin gül yüzüne leke düştü..' diye bu işgale karşı çıkınca, Türkiye'deki öteki marksist çevreler hemen Aybar'ı aralarından atacaklardı; Sovyetler Birliği'ni eleştirdiği için..)
Bu arada Vietnam Savaşı da en kanlı şekliyle devam ediyor, bizdeki matbuat, halkı, Güney Vietnam'da, Saygon'daki Amerikan kuklası Generalleri, ve bir de o general şeflerinden birinin hanımı olarak dünya medyasının da yakından ilgisini çeken Korkunç Yenge'nin yöneticilerin yanında yer almaya şartlandırıyor ve Kuzey Vietnam'da, ünlü Gen. Giap liderliğinde çete savaşlarının en ilginç ve çetin örneklerini sergileyen Viet- Kong gerillalarının marksist olması hasebiyle onlar lehinde söz söylemenin pek mümkün olmadığı bir Soğuk Savaş atmosferi bizim toplumumuzu da derinden baskısı altına alıyordu.
Bu arada, Ortadoğu'da, kendi bölgemizde neler olduğuna gelince doğru- dürüst bir haberimiz olmuyordu.. Çünkü, devlet radyosu, ne söylerse, o kadar.. Ya da Anadolu Ajansı gazetelere ne gibi haberleri geçerse o kadar.. Ve de emperial dünyanın büyük Haber Ajansları İmparatorluğu aracılıyla verilen haberler..
Hele Filistin'den hemen hiç haberimiz olmazdı.. Matbuatımızda hâlâ, 'Pis arablar.. ' ve de 'Bizi Birinci Dünya Savaşı'nda arkadan vurdular..' iddiaları.. Hattâ, Mısır'lı, 'Fî Zılâl-i Qur'an..' (Kur'an'ın Gölgesi'nde..) ve benzeri kitabların yazarı ünlü mütefekkir Seyyid Qutb (Kutub)'un Nâsır tarafından idâm ettirildiğinden haberimiz yoktu.. Ve 1967 Haziranı öncesinde, Mısır ile İsrail rejimi arasındaki gerilim yeniden tırmandığında da fazla bir görüş sahibi değildi, Müslüman halkımız.. Ve matbuat da laik-kemalist- batıcı çevrelerin tekelindeydi.. Ve 6 Gün Savaşı'nın korkunç manzarası ortaya çıktığında ise kendisini az-çok Müslüman sayan hemen herkesin bir utanç ve ızdırab yaşadığını görmek imkânı oldu.
Denilebilir ki, o büyük felaket, nisbeten uyanmamıza vesile olmuştu.. (Yıllar sonra Moşe Dayan ve diğer Yahudi generallerinin hatıralarını okurken, bazı savaşların öncesinde, eğitim üniformalarını giyip, cepheleri teftişe gittikleri haberinin radyo-televizyonlardan yayınlanırken, uçaklarının Ankara'da Etimesgut Askerî havaalanına indiğini ve Türkiye yetkilileriyle gizli görüşmeler yapıp, sabahın erken saatlerinde de 'cebhe' (!?)den döndükleri haber ve görüntülerinin -gerçek olup olmadığı da bir ayrı konu- ekranlardan verildiğini okuyunca, nasıl karmaşık uluslararası oyunların içinde yer aldığımızın acısını derinden bir daha hissetmiştim.)
Haber ajanslarından Mısır'ın ve hattâ hemen bütün arab halklarının lideri durumundaki Cemâl Abd-un'Nâsır'ın İsrail rejimine yönelik tehditlerini yarım-yamalak da olsa duyduğumuzda memnun olmuyor değildik.. Hele Tel-Aviv'i yerle bir edeceğine inanılan 'Zafer' isimli görkemli füzeler resm-i geçitlerde sergilenirken, sionist Yahudiler karşısında yenilgiden yenilgiye koşmuş arab halk kitlelerinin mest olmuş bir halde, çılgınca gösteriler yapmaları bizi bile heyecanlandırıyordu..
Ve...
*