Süleyman Demirel'in önce AP Genel Başkanı, sonra başbakan olduğu 1965'ler..
Demirel, yeni bir siyasî figür olarak ortaya çıkmıştı ve İsmet İnönü başkanlığındaki Koalisyon Hükûmeti'nin Meclis'te güvensizlik oyu manasına gelen Bütçe Tasarısının reddedilmesiyle düşürülmesinden sonra, yeni Hükûmeti kurmak açısından en güçlü parti durumunda olan Adalet Partisi'nin de Genel Başkanı idi. Ama o Başbakan olamıyordu, çünkü o zamanki anayasaya göre Başbakan'ın Meclis üyeleri arasından ve 40 yaşın üstünde olması gerekliydi.
Demirel henüz iki şartı da taşımıyordu. Onun için, 1965 seçimlerine kadar, AP senatörü Suad Hayri Ürgüplü liderliğinde geçici bir Hükûmet kurulmuştu. Bu geçiş döneminde ülke yeni bir seçime hazırlanırken, millet de henüz tam olarak bilinmeyen, bilinmeyenleri bilinenlerinden çok fazla bir isim olan Demirel'i tanımaya çalışıyor ve yapılan toplantı ve mitinglere bu tanıma tecessüsüyle yoğun ilgi gösteriyordu. O zamanlar Türkiye siyasî hayatının gelecekteki 30-35 yılına mührünü vuracak birisi olacağı tabiatıyla tahmin edilemezdi.
Ekim-1965'deki Genel Seçimler'e işte o şartlarda gidiliyordu.
Diyarbekir'e liderler geliyordu. Süleyman Demirel, İsmet İnönü ve Osman Bölükbaşı'nın (CKMP) Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nden, bir kongreyle MHP'ye dönüşen partinin lideri, eski ihtilalci Kur. Albay ve sonra da ihtilalciler arası ihtilaftan yenik çıkıp ülke dışına sürülmüş olan Alpaslan Türkeş.
Önceki yılların en renkli siyasetçisi ve kitleleri oy vermeseler bile toplantılarına- mitinglerine büyük ilgi gösterdiği Osman Bölükbaşı ise… 50 kadar m.vekili ile Mecliste 3. Parti olan lider olmasına rağmen, kendi m.vekillerinin siyasî geleceklerinden umutsuz olmaları yüzünden birer-ikişer istifa etmeleri karşısında, 'Siyaset yolunda, uğradığım hıyanetler yüzünden göğsüm Karaca Ahmed Mezarlığı'na döndü.' diyerek kendisini terk etmeleri ve ileri yaşında, kendisine yakınlık duyduğu ünlü bir şarkıcının, (Behiye Aksoy)'un, gittiği bir gazinoda, kendisine, 'Gel güzelim, vazgeçelim biz bu sevdâdan.' diye başlayan bir şarkı ile red cevabı verdiğini düşünerek, o gece, 15-20 aspirini yutup intihara teşebbüs etmesi ve son anda Gülhane Askerî Hastanesi'nde midesi yıkanarak kurtarılmasından sonra artık siyasetten tamamen ayrılmış ve Osman Bölükbaşı ismi, halkın siyasî hafızâsında tebessümle anılan bir iz bırakarak kenara çekilmişti. (Bu konuları o günlerin matbuatında alenen yazılıp çizildiği ve o dönemin anlaşılmasına bu açıdan da ışık tutabileceği için buraya derç ediyorum.)
*
Türkeş'in Diyarbekir'e gelişi, öncesi ve sonrası hakkında bugünü de anlamak açısından biraz tafsilatlıca durmak gerekiyor:
CKMP'nin yerini alan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)'nin lideri olan Türkeş'in 'Türkçülük ideolojisinin, M. Kemal'den sonraki yeni bir lider tipi' olarak ortaya çıkması bazı çevrelerde ilgi uyandırabilirdi. Ayrıca, Türkeş'in, Hitler Almanyası'nın savaşta artık yenilgi sürecine girdiğinin anlaşılması üzerine İsmet Paşa'nın, Hitler'e ve faşizme yakınlık duyduğu kabul edilen cereyanları sindirmeye ağırlık vermeye başladığı sırada 1944'lerdeki 'Turancılık Hareketi' içinde de genç bir subay olarak yer aldığı ve İnönü'nün Millî Şeflik Yönetimi sırasında 'tâbutluk' denilen işkence merkezlerinde büyük işkenceler gördüğü, tırnaklarının söküldüğü ve bu yüzden İnönü'ye şiddetle karşı olduğu fısıltı halinde yayılıyordu. Ama bu 'Turancılık ve Türkçülük' fikirlerinin Diyarbekir'de bir destek bulması uzak ihtimaldi. Her ne kadar, 'Türkçü' çevreler, ideolojik 'pîr'lerinin bir Diyarbekir'li olan Ziya Gökalp olduğunu düşünerek burada da güçlü bir çıkış yapabileceklerini sanıyorlar idiyse de… (Gerçekte ise, 1910'lardan itibaren, hocası Fransız Yahudi'si olan sosyolog Emile Durkheim'ın yönlendiriciliğinde 'Türkçülüğün Esasları'nı ideolojik bir çerçeve içinde yazan Ziya Gökalp'in 1870'lerin sonunda, Diyarbekir'de (bugünün ilkokul demek olan) Sibyan Mektebi'deki kayıt defterinde, 'Elsine-i kurdiyyeden (kürdçe dillerinden) kurmanç lisânına vâkıf Muhammed Tevfik Ziyâ Efendi' yazılıydı. Yani kavmî açıdan kürd idi ve o kayıttan, çocukluğunda Türkçe de bilmediği anlaşılıyordu. Bu durum, Osmanlı sisteminde bu tabiî idi. Çünkü Osmanlı camiasının ekseriyetini oluşturan Müslüman unsurlar, Kürd, Arab, Türk, Arnavut, Boşnak, Pomak, Çerkez, Laz, Gürcü, Tatar, ve sair muhtelif kavimlerden ve amma İslam inancı ve potasında eriyip kaynaşmış olan bir 'heyet-i içtimaî', bir 'sosyal kitle' idi; Müslüman olmayanlar da yine kendi dinlerinde ve ana dillerinde serbestçe eğitim gören bir hürriyete sahib idiler.
Osmanlı'dan sonra, yığınla devletler oluşturuldu, elbette ki galip emperial güçler tarafından ve kavmî- etnik kökeni esas alan inanç birliğini değil, kan soyu ve dil birliği gibi etnik unsurları esas alan 'üniter' temelde, yani tek aslî unsurun varlığını esas alan 'ulus-devlet'ler ortaya çıkarma entrikasının Osmanlının asırlarca hüküm sürdüğü Rumeli, Anadolu ve Arab diyarlarında sahnelenmesinden ve artık o eski yapı büyük çapta tahrib edildikten sonra, hele de Anadolu gibi, çok farklı etnik unsurların bulunduğu coğrafyada, sadece Türk etnisitesinin var olduğu, diğerlerinin yok sayıldığı bir düzenleme ortaya çıkmıştı. Yığınla arab rejimleri de aynı şekildeydi, Balkanlarda oluşan devletlerde de benzeri etnik unsurlara dayalı 'üniter' yapılar.. Ama, bu yapı hele de Anadolu coğrafyasında daha bir zor idi.. Çünkü sadece Türkler yok idi bu coğrafyada, milyonlarca Kürd, Arab, Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü, vs. vardı, ama, bütün bu etnik unsurların tabiî hakları yok sayıldı, hepsinin kendilerini Türk kabul etmesi dayatıldı..
(Ki 1930'larda, İsmet Paşa ve onun emrindeki bürokratik oligarşi ve elbette yukardaki Şef'in de görüşünü yansıtacak şekilde formüle ettikleri, 'Bu ülkede Türk olmayanların tek bir hakları vardır, Türklere hizmet etmek.' cümlesini baş tâcı ediyorlardı.
Türkeş de, ömrünün son demlerinde bir TV programında, 'Biz de biliyoruz, bir imparatorluktan geriye yığınla etnik unsurların kaldığını… Ama biz millî birliğin sağlanması için, bunların hepsinin kendilerini Türk kabul etmesini istedik. 'Türk'üz.' deseler kıyamet mi kopar?' demişti, özetle. Ve meselenin en hassas noktası da işte burası idi. Çünkü fıtrat'ın, sünnetullah'ın yaratıştaki hikmetine aykırı ve dayatmacı, tepeden inmeci bir anlayış idi bu.)
İşte 'sosyal hâfızâda ağır ve acı böyle bir mazisi ve -1965'ler itibariyle, o zaman için 40 yıllık bir geçmiş uygulaması olan 'Türkçü- Kemalist- laik' rejimin resmî ideolojisinin, üstelik Türk vurgusunu daha güçlü şekilde ifade eden bir siyasî parti halinde hele de Diyarbekir'de nasıl karşılanacağı hesab edilmemişti herhalde. Hâlbuki düşüncede olanlar da Diyarbekir'de halkın önemli bir bölümünün Kürt etnisitesinden olduğunu biliyorlardı, ama olsundu.
Çünkü onlar için de bir tarihî hikaye uydurulmuştu ve Kürtlerin de aslında Oğuz Türklerinin bir boyundan geldiğini, dağ türkü olduklarını ve dillerinin de yaşadıkları sosyal çevre ve hâkimiyeti altında bulundukları hükûmetlere göre Türkçe, Farsça, Arapçadan oluşan bir karma dil halinde şekillendiğini ileri sürüyorlardı. Tabiî o zamanlar bir de 'zaza' denilen bir etnik unsurdan ve onların 'zazaca' dilinden de söz ediliyordu, ama onlar da Kürtçü gruplar arasında, kendileri için kullanılan 'dağ Türk'ü' nitelemesinden ilhamla olsa gerek, 'dağ Kürdü' olarak niteleniyor ve sosyal açıdan da biraz aşağı bir kesim olarak görülüyorlardı. Hatta yeni nesil Kürtçülerin liderleri sayılabilecek kimseler, bu konunun konuşulmasını bile istemiyorlar ve bunun bir halk arasında bir bölünme olmasını isteyenlerin elinde bir silaha dönüşebileceğinden bahisle, o konuyu yok sayıyorlar, nisyana, unutkanlığa havale etmek istiyorlardı. Ama kendilerini 'zaza' olarak niteleyen bazı isimler ise -ki, onlardan da arkadaşlarımız vardı- o dışlanma, aşağılanma ve yok saymayı kabullenmiyorlar, Zazacanın Kürtçeden tamamen ayrı, müstakil bir dil olduğunu ileri sürüyorlardı. Buna delil olarak da, 'Haydi bakalım, biz iki Zaza, aramızda konuşalım da, Kürtler anlasın bakalım.' diyorlardı. Doğrusu, Kürtler de o dili anlamıyorlardı.
Ama çok sonraları, Farsçayı öğrendiğimde, görecektim ki, aslında Farsça, Kürtçe, Zazaca aynı dil grubunun farklı şive ve lehçelerinden başka bir şey değil. Nasıl ki, Kırgızca, Kazakça, Tatarca, Qumukça, Başkurtça, Qaşgaîce, Türkmence, Özbekçe, Azerice ve Anadolu Türkçesi hepsi de Türkçe denilen dil grubundan ve amma birbirlerini anlayamayacak kadar farklı şive ve lehçelere sahip iseler Zazaca, Kürtçe ve Farsça ve Afganistan'da konuşulan ve 'dağ Farsçası' denilen Derrî Farsçası da aynı dil grubunun içindelerdi. Hattâ İran, Pakistan ve Afganistan ortak sınırları etrafındaki Belûcistan bölgelerindeki halkların konuştuğu ve Hintçe, Sindçe ve Peştuca dilleriyle de karışmış olan Belûcceyi de Farsçanın bir lehçesi sayanlar ve bunu reddedenler olmuştur.
Diyarbekir'de o dönemde bu konular yine çok yaygın ve rahat şekilde konuşulmazdı. Çünkü geçmişte yaşananların canlı şahidleri henüz hayattalardı ve hemen her ailedeki yeni nesiller, okullarda öğretilenlerin tam tersi istikamette, evlerin derûnunda, o yaşlı ve canlı şahidler tarafından, o döneme ait acı hadiseler için yakılan ağıtlar refakatinde, daha farklı şekilde eğitiliyorlardı. Yeni nesiller evlerin içinde, mahalle aralarında Kürtçe konuşuyorlardı, ama bu yeni nesiller ana caddelerde, dükkanlarda, işyerlerinde, resmî dairelerde ve câmilerde ana dilleriyle konuşmanın sadece yasak olduğunu değil, sanki ayıp ve de tehlikeli olduğunu da düşünürcesine, ana-babalarının diliyle konuşmaktan kaçınıyorlardı. Bazı arkadaşlar ise, okula başlayıncaya kadar tek kelime Türkçe bilmediklerini söylüyorlardı.
Bu 'sosyal baskı', tabiatiyle, bazı genç dimağlarda bir direnme ve tepki gösterme hissini de uyandırıyordu. Nitekim, bu yönde gizli bir takım çalışmalar çok yaygın olmasa bile, yine de şekilleniyordu.
Barış Gönüllüleri…
Ama bu alanda çalışan ve bu coğrafya için bir takım projeler hazırlamak isteyen uluslararası odaklar bile vardı. Bunların en başında da, Kennedy Amerika'sı zamanında dünyaya 'Barış Gönüllüleri' adı altında dünya çapında bir organizasyonun elemanları olarak gönderilen ve Amerikan emperyalizminin insanîliğini sergilemeye çalışan unsurlar gelmekteydi. Bu 'Barış Gönüllüleri' geceleri gençlere okullarda, parasız olarak İngilizce kursları veriyorlardı. Ben de katılıyordum o kurslara… O kişilerin gün boyu ise, Ulu Câmi ile Melik Ahmed Caddesi arasında kalan, yıkık- dökük /derme-çatma ve iç içe geçmiş ve de güvenlik güçlerinin uğramaktan çekindiği yerler olarak bilinen dükkanlar ve kahvelerde, harıl-harıl ve dahası, mahallî farklılıklar arz eden şiveleri öğreniyorlardı. Onları şahsen de defalarca görmüştüm. TC Devleti ise, Amerikalı dostlarımızın bu 'dostluğu'nu muhabbetle, minnetle karşılıyordu. Bu konuda, o 'Barış Gönüllüleri'nin hiç de tekin olmadıklarını Ali Rıza Yaradanakul isimli Diyarbekir Valisi'ne, kan tahlili için Hıfzıssıhha Enstitüsü'ne geldiğinde bizzat aktardığımda, genelde mülayim uslûblu olarak bilinen o Vali'nin, bir anda suratını ekşitip, çatık kaşlı bir devlet adamı görüntüsü yansıtarak, sert bir uslûb içinde 'Delikanlı, bu konular sizin meşgul olacağınız konular değil, devlet her şeye hâkimdir, merak etmeyin.' deyişi karşısında hayal kırıklığı yaşamıştım.
*
Sosyo-politik konulara, hele de 1923 – Diyarbekir, 1930- Ağrı ve 1937- Dersim 'gaile'lerini görmüş ve üzerlerinden Kemalist-laik-Türkçü ve de devleti kutsayan ve insanların devlet için fedâ edilebileceği temel görüşüne dayanan faşizm ideolojisinin buldozerleri geçmiş ve ağır bedeller ödemiş, büyük sosyal travmalar ve acılar çekmiş olan bölge halkının yaşlı nesilleri ilgi duymuyormuş gibi davranmaya özel bir çaba harcıyorlardı. Yeni nesiller arasında ise filizlenmekte olan Kürtçü fikir ve ideolojiler sebebiyle, bu konular küçük gruplar halinde olsa bile ilgi uyandırıyordu.
İşte o şartlarda, Türkeş'in Diyarbekir'e gelmesi, beklenmeyen bir şiddetli tepki gördü.. MHP binası saldırıya uğradı, içindeki bütün her şey tahrib edildi, dosyalar caddelere atıldı, Türkeş'in, gecenin karanlığında Diyarbekir'den kaçırıldığı söylendi. Ama bu konu halka, radyo ve matbuat yoluyla asla yansıtılmadı.
*
O günlerde, İsmet İnönü de gelmişti Diyarbekir'e… Dağkapı denilen Orduevi'nin de bulunduğu mekânda, oradaki heykelin altında bir konuşma yaptı. Kalabalık haliyle büyüktü. Halk arasında o zamanlar, o Orduevi'nin, Şubat-1925, Şeyh Saîd'in gizlice gömüldüğü mekân üzerinde inşa edildiği söylentileri vardı.
Güneş yakıyordu. İsmet Paşa'nın saçsız başı öğle sonu güneşinde daha bir kızarmıştı ve yeni dünyaya gelmiş bir fare yavrusunu andırıyor demişti yanımdaki birisi…
İnönü orada, selâmlama ifadelerinden sonra, konuşmasına, 'Said-i Kurdîîî' diye başlamıştı. Şeyh Saîd'i mi kastediyordu, yoksa Saîd Nursî'yi mi; pek anlaşılamadı. Ama, bu söz üzerine binlerce insan dağılıverdi, 'Bu Paşa adam olmayacak yavv… Diyarbekir'li, bu iki Saîd'e de laf ettirmez. O ise, 40 sene sonra hâlâ aynı kinle hareket ediyor. Bu halk bu kişiye niye uzak duruyor, anlamıyor bir türlü. vs ' diye söylenerek.. Kalabalık büyük çapta dağıldı. Paşa ise, birkaç gün önce ortaya attığı 'Ortanın Solu'ndayız.' lafını anlatmaya çalıştı. Sonrasını ben de takib etmedim.
*
Çünkü az sonra, (o zaman Ulu Câmi ile Hasanpaşa İşhanı arasındaki küçük meydanın kenarında bulunan) Diyarbekir Belediyesi önünde de Adâlet Partisi'nin mitingi başlayacak ve partinin lideri Süleyman Demirel de o mitingde bulunacaktı.
Biz de arkadaşlarla oraya doğru yollandık.
Kalabalık iyi artmıştı. Biraz sonra elinde -sonraları daha bir ünlenen- şapkasını sallayarak, üstü açık bir arabayla meydana gelmişti Demirel... Onu ilk kez görüyordum.
Bazı adayların konuşmasından sonra, 'Barajlar Kralı Demirel...' nârâları arasında kürsüye gelen Demirel konuşmaya, 'Aziz Diyarbakırlılar, sizlere, Kars'tan, , Dadaşlar Diyarı Erzurum'dan selamlar getirdim…' gibi klişe ibareleri tekrarlayarak başladı ve sonra... Oldukça teknik konulara değinen, Fırat ve Dicle üzerinde kurulacak barajlarla, yüzbinlerce hektarlık arazilerin sulanacağına, yüz milyonlarca kilowat elektrik üretileceğine, yeni iş sahalarının açıklanacağına, sulanan Diyarbekir ovasında iklimin, toprağın bitki örtüsünün değişeceğine dair, tam da işsiz kitlelerin ilgisini çekebilecek konulara değindi. Ama halk bu sözleri isteksizce dinliyor, kitle dağılıyordu. Kitleleri, ne olduğunu bile bilmeden alkışlatan amigoların yönlendirmesi daha güçlü oluyordu.
Ben de kalabalık içinde kürsünün hemen arkasında yer bulabilmiştim. O dönemin M. Eğitim Bakanı önümdeydi, onun Demirel'e bir not yazdığını gördüm... 'Beyefendi, ördekler dağılıyor, konuşmayı toplasan…' diye yazıyordu. Evet, aynen böyle...
Nota bakan Demirel birkaç cümle daha ettikten sonra, 'Sevgili Diyarbakırlılar, akşamın yaklaşması hasebiyle konuşmamı kısa kesiyorum.' deyip birkaç kuru cümle daha edip, kürsüden çekildi. Siyasî propaganda tekniğini henüz öğrenmişti. İnsanlar, 'Demirel deyip durdukları adam bu muymuş yahvv…' diyorlardı. O sırada, kürsüye gür sesli bir hatip geldi. Bu, Menderes Dönemi'nde Urfa Valiliği yapmış olan Kadri Eroğan isimli birisi idi. O, Yassıada'daki yargılamalarda da sanık idi ve olarak mahkemedeki aykırı tavırlarıyla birkaç kez duruşma salonunda atılmıştı.
Eroğan, mikrofonu eline alıp, gür sesiyle konuşmaya başlayınca, dağılmakta olan kitleler sokak aralarından tekrar meydana doğru koşuşmaya başladılar. Çünkü kürsüdeki hatibin sesi her şeye hâkim idi. 'Müslüman Türkiyeniiiin… Müslüman İspartası'nııın, İslâm köyününnnnn, Müslüman oğlu Müslüman çocuğu… Süleyman Demireeeel!' sözleri, kitleleri hareketlendirmişti.
Propaganda tekniği böyle bir şey... Yıkama-yağlama ve parlatma olmayınca, takdim iyi yapılmadıkça siyasetçi ne konuşursa konuşsun, hattâ kitlelerin tam da muhtaç oldukları konularda bile olsa etkisiz olduğunu orada canlı olarak görmüş- yaşamıştım.
Seçimlerde AP, Diyarbekir'de büyük parti olmuştu, CHP ikinci sırada ve Türkiye İşçi Partisi de 20 bin kadar oy alarak 3. Parti olmuştu. TİP, komunizan reçetelerden söz ediyordu, ama aslında o seçimlerde, bir direniş meyvesi olarak uyanan 'kürdçü eğilimler'in iteklemesiyle bazı kesimler TİP'e başka hesaplarla yönelmişlerdi. O zaman Diyarbekir'de ünlü bir isim, 'seçim sonuçlarını nasıl bulduğunu' sorduğumda, 'Halkımız uyanıyor, gelecek seçimlerde bu rakam 50 bine, 100 bine katlanacak.' demişti. Ama 4 yıl sonra o 20 binden 4 binlere düşüldüğünde aynı zata, 'halkımız horluyor.' dediğimde gülüşmüştük…
Demirel'e gelince…
Onun, Diyarbekir'de yaptığı konuşmanın ertesi günü, Hıfzıssıhha'daki memurlardan birisi, 'Süleyman Demirel dün akşam, mağrib namazını Bağlar- Fatih Camiinde kılmıştır.' diyordu. Öyle bir şey yoktu ve bunu söylediğimde, 'Vallah kılmışdır looo..' diye ısrar ediyordu.
Palu'lu olan bu memur arkadaş, Palu'dan da bir m.vekilinin Diyarbekir AP m.vekili olmasının gururunu yaşıyordu.
Ama aradan 6 ay geçmeden, o m. vekili bir cinayet dâvasına karışan sanıkları korumaya çalışmak istemesi üzerine, Demirel tarafından hemen AP'den atılmıştı. Bizim Palu'lu arkadaş ertesi gün geldiğinde hışımlıydı ve, 'Bu Süleyman Demirel var ya, vallah Amerikan uşağıdır.' diyordu.
Ona, 'Süleyman Demirel'e altı ay önce Bağlar- Fatih Camiinde mağrib namazı kıldırmıştın ya..' dediğimde.. 'Ben görmemiştim, başkaları söylemişti; ben de görmüş gibi anlatmıştım.' demişti,
Bizde siyasî kişileri yüceltilmesi veya yerin dibine batırılmasının tekniği, o zaman da böyleydi.