Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Mart 20, 2019
‘Niçin’i lügatlerden çıkarmışlardı…

Buraya kadar anlattıklarımdan şu da çıkarılabilir herhalde...

Evet Müslümandık ve kendimizi Müslüman olarak niteliyorduk ama İslam hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorduk. Müslümanlığımız, 'taklid' seviyesinde idi, tahkik seviyesinde değildi; Kur'an-ı Kerîm'de, 'Müslüman' olduklarını söyleyenler için yapılan, 'İman sizin kalbinize girmedi...' ikazı bizim için de geçerliydi. Çünkü, 'inandık' dediğimizin dinin gereklerinden bildiklerimizi büyüklerimizden veya köy hocasından ya da şehre gittiğimizde camilerdeki vaaz hocalarından veya hutbelerden dinlediklerimizden öğreniyorduk.

Bu öğrendiklerimiz de 'Niçin?'in değil de, 'Nasıl?' sorusunun cevabını vermiş oluyordu.

Mesela, 'Niçin namaz kılıyoruz?'un cevabı genelde, 'Farz da onun için... Allah emretmiş de onun için...' şeklinde oluyordu.

Bu yanlış değildi. Çünkü, bir alışkanlık bile olsa, tekrarlana-tekrarlana, hayatın tabiî bir gereği ve parçası haline geliyordu, o ibadet şekilleri ve insanlar onlardan mahrum kaldıkları veya yerine getirmedikleri zaman, rûhen bir huzursuzluk ve toplum içinde de adetâ bir suçluluk duygusuna kapılıyorduk. Ama bu 'taklidî imanımız , 'tahkîk' ile düşünce ve araştırma ile güçlenmeyince, olduğumuz yerde kala-kalıyorduk.

Ârif Nihad Asya'nındı galiba, şöyle güzel bir dörtlük vardı..

'Öğrenmek için içimdekini,

Niçin diye açılırken ağzım,

Lügatlerden çıkardılar niçin'i,

Dediler, senin neyine lâzım...

Öyle bir dönem düşünelim ki, okuyacak güvenilir kitab kaynakları da yoktu... Mevcudlar da daha çok, neyi 'Niçin?' değil de, 'Nasıl?' yapmamız gerektiğine dair bilgiler veriyordu. Ayrıca, günlük gazete zâten yoktu ya, haftalık dergiler bile sınırlıydı ve ayrıca halkın büyük ekseriyetinin ekonomik açıdan 'sefiller'i oynadığı, ekmek derdinden yukarı çıkamadığı, birtakım yayınlar olsaydı bile, onları takib edebilecek bir imkânının olmadığı da bir ayrı konuydu. TV zâten yoktu, radyo ise, sadece devletin elindeydi ve o devlet radyosundan, en üst yönetici kişi ve kadroların meselâ bir Ramazan veya Kurban Bayramı için kutlama mesajı yayınlamaları diye bir şey asla söz konusu olmazdı. Ve Ramazan ve Kurban Bayramı kutlamaları için insanlar birbirlerinin evlerine ziyarete gittiklerinde, Anadolu'nun küçük kasabalarında bile, hele de memur ve onlar gibi 'sosyeteleşme' eğilimine kendisini kaptırmış olanların evlerinde, küçük kadehlerde, tek yudumluk likör tipi içkilerin sunulması âdet haline getirilmeye çalışılıyordu.

Laik rejimin temel dayanakları olarak gösterilmeye çalışılan resmî bayramlarda ise, kutlama mesajları ve aba altından sopa gösterici tehdit mesajları ve sonra da, vur patlasın çal oynasın havaları... Hele de TV'ye çıktıktan sonra ise, ekranlara yansıtılan sahneleri anlatmak ne mümkün... 'Velev ki, kötülemek için bile olsa, günahın tasviri de günahtır..' denilmiştir. (Düşünülsün ki, 1923-50 arası zâten mâlum, Demokrat Parti döneminde de yönetim kademelerinde bulunanların ağzından Allah kelâmı duyulmazdı. Ezân-ı Muhammedî'nin aslî şekliyle okunmasına getirilen serbestlik dışında, değişen fazla bir şey yoktu. 3. Cumhurbaşkanı olan Celâl Bayar'ın, tek aslî lideri bildiği ve hatta putlaştırdığı kişi için söylediği, 'Seni sevmek millî bir ibadettir...' resmi dairelerden ayrı olarak kahvehane duvarlarına kadar asılır olmuştu. Resmî hizmet alanındaki en küçük personel bile kendisini rejimin bekçisi olarak görüyordu. Öylelerinin, özel hayatlarından da, laik çizgiye sadakatle bağlı olduklarını göstermeye yönelik dikkatleri Anadolu kasabalarında bile hissediliyor ve küçük memurlar bile, ceplerinde en katı laik gazeteleri herkesin görebileceği şekilde ceplerinde taşımaya özel bir dikkat gösteriyorlardı. 'Devletin vatandaşa hizmet için değil, vatandaşın devlete hizmet ve gerektiğinde fedâ olması için varolduğu' anlayışı demek olan 'faşist' bir bakış açısı o kadar yaygındı ki, halk, köyüne gelen bir tahsildardan, bir orman muhafaza memurunun üniformasından bile korkuyor; bir uzatmalı onbaşı bile kasabada, Ankara ve İstanbul'daki bir generalden daha etkili ve korkulur bir kişi olarak algılanıyordu.)

*

Bir örnek olarak, Kudsî Erguner isimli bir ney sanatçısının /neyzen'in 'Ayrılık Çeşmesi' adıyla yayınladığı eserinde, ülkemizde yaşanan inanç ve kültür çatışmalarının çarpıcı bir örneğini zikreder ve CHP'nin 1923-50 arasındaki 27 yıllık tek parti diktatörlüğünün dayatma ve yasaklamaları 1950'deki Demokrat Parti iktidarından sonra biraz gevşese ve 1923'ten sonraki ağır baskıcı dönemde bütünüyle kapatılıp yasaklanmış türbelerden bazılarının açılmasına kısmî bir izin verilip Konya'da Celâledddin Rûmî'nin 'Şeb-i Arûs / Düğün Gecesi' dediği ölüm günü için yapılan 'Mevlâna İhtifalleri'ne de izin çıksa bile; 1955'lerde, babası Neyzen S. Erguner'in sorumluluğunda yapılacak olan tören için zamanın Konya Valisi'nin, babasına yaptığı ihtar, o dönemi yansıtmak açısından son derece çarpıcı bir örnektir. Çünkü Vali, çatık kaş, mütehakkim, dayatmacı bir devlet adamı edâ ve sıfatıyla -özet olarak- 'Eğer törenler esnâsında Allah lafzı geçerse, programı bütünüyle ibtal ederim...' diye ikaz eder muhatabını. Bu inanç karşıtı zorba anlayışın, 1944'lerde, Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör imzasıyla, gazetelere gönderilen ve 'Allah, inşaallah ve maşaallah'lı, vs. ibarelerin yer almaması yolundaki ta'mîm / genelge'yle aynı paralellikteki bir tahakkümcülükten farkı yoktu. Türk Dil Kurumu'nun lügatinde, 'Din' kelimesinin karşılığı verilirken, 'Kemalizm türk'ün dinidir..' diye örnek cümlelerin kullanılabildiği, sapkınlığın devlet gücüyle dayatıldığı yıllar... Tek parti adına, 'rejimin ve hattâ devleti temel ilkeleri' diye dayatılan nice laik uygulamaların, bir 'kutsal laik âyin' hassasiyetiyle yürürlükten hâlâ da kaldırılabilmiş olmadığı da unutulmamalıdır.

O merhalelerden geçmiş, laik rejimin baskısıyla, jandarma dipçiğiyle sindirilmiş, ekonomik açıdan ise ekmek peşinde koşmaktan başka bir asli derdi kalmamış, ezilmiş, ses çıkarmaması gerektiği öğretilmiş, karakol binasının önünden bile geçmeye korkup yolunu değiştiren bir neslin, kendi çocuklarına neyi, nasıl öğretebilecekleri tahmin edilebilir, edilmelidir.

*

Evet, biz şartlar altındaki ebeveynlerin çocukları olarak neleri- nasıl yaparak namaz kılacağımızı öğreniyorduk, ama, 'Niçin?'i sormak aklımıza bile gelmiyordu. Çünkü, 'Niçin?'in cevabı için aklımızı kullanmamız, düşünmemiz gerekiyordu. Bu da, zahmetli işti ve tefekkür çeşmesinden yudumlamak gerekiyordu. Aksi halde, 'şiar'dan 'şuûr'a yükselmeksizin olduğumuz yerde takılıp kalmak kaçınılmazdı.

Farzı-ı muhal, abdest alırken yıkanması gerekli uzuvlarda bir nokta kuru kalırsa, abdestimizin kabul olmadığına dair büyüklerimizce veya etrafımızdakilerce ikaz olunuyorduk. Ama, inancımızı, itikadımızı bozacak yanlışlardan, âdetlerden, davranışlardan kimse söz etmiyordu. Çünkü, onlar da bu gibi konuları düşünmekten yasaklanmışlardı veya yoksulluk içinde câhil kalmışlardı. Ve o gibi konuları düşünmek, tahkik etmenin zahmetlerine katlanmayı da gerektiriyordu.

Zihnimize takılan soruları, büyüklerimizden soracak olsak, 'Sus... Günah... Bunları nereden öğreniyorsunuz? Biz bu dini böyle acaip sorular sorarak mı öğrendik?' diyorlar, bizi akıllarınca ikna ederek susturuyorlardı. Ama, o sorular beynimize bir burgu gibi işlemeye devam ediyordu. Tıpkı bugün, genç nesillerin akıllarına takılan suallere ebeveynlerinin veya sosyal çevreleri ya da hocalarının cevap veremeyişi üzerine, hemen, 'Bunlar 'Deist' olmuşlar yahu... Bir Tanrı'nın varlığını kabul edilebilir görüp, reddetmiyorlar ama, insanın hayatını tanzim için emirler veren bir Tanrı'yı da kabul etmiyorlar...' gibi suçlamalara yöneliyorlar. Ama, bu gibi suçlamalarla kendi sorumluluklarından da kurtulabileceklerini sanan bu gibi kimseler, içinde yaşadıkları çağda, dijital çağın her türlü fikrî, ideolojik veya hissî bombardımanları altında kalan ve beyinlerinde fırtınalar meydana gelen yeni neslin ruhî sancılarının boyutlarını tasavvur bile edemiyorlar.

Benzer sancılarımız dünlerde, bizim gençlik dönemimizde de ve o günün imkân ve şartlarına göre yine vardı. Ve o zaman da büyüklerimizin çoğundan, bizim zihnimizdeki düğümleri açacak net bilgi ve cevaplar alamıyorduk. Bugünkü nesiller de büyük çapta bizim dünkü durumumuzdalar ve zihinlerine takılan konuların cevabını alamıyorlar. Çünkü, onların dünyalarının yabancısıyız. Onlara, 'Yahu, bizim zamanımızda böyle soruları bilmezdik... Siz de fazla sormayın...' demek, cevap değil, kendi çaresizliğimizi paylaşma çabası oluyor. Halbuki, bu genç nesillerin, bizim yaşadığımız zaman diliminde yaşamadıklarını ama bizim onların zamanında yaşadığımızı, onların dünyasına yabancı kalmamamız gerektiğini ve çağın getirdiği müthiş iletişim imkân ve teknolojilerinden kaçmak yerine, onlara hemen ve baştan, reddiye geliştirmek yerine, yeni imkân ve teknolojileri inancımızın hizmetine nasıl vereceğimizi düşünmeli değil miyiz?

Ve şunu da ekleyeyim ki, biz o kadar imkânsızlıklar içinde bile, kemalist-laik güç odakları için bir korku kaynağı oluşturuyormuşuz. Çünkü, sağda-solda, hattâ İslâm'la ilgisi olmayan birtakım davranışlarda bulunanları örnek göstererek, onların üzerine 'İrtica... Gericilik... Yobazlık...' diye öyle bir saldırıyorlardı ki, o devlet imkânları ve güçleriyle hücum etikleri, bir takım istisnaî örnekler değil, Müslüman halkın tamamı oluyordu, âdetâ..

Bu da, bizim o zayıf halimizde bile, birileri için ne kadar korkulacak bir güç odağı olarak algılandığımızı gösteriyordu ve bize yapılan saldırılar, bizi, kendimizi daha fikren ve itiqaden daha güçlü ve de tutarlı bir mantıkla savunmamız gerekliliğine yönlendiriyordu.

Bu ihtiyacı duyan yeni nesiller yetiştikçe, bu gibi konulara eğilen yayınlara duyulan ihtiyaç da daha derinden hissediliyordu ki önce ürkerek de olsa yapılan tercüme eserler ve sonra bu gibi eserlerden aktarılan bazı görüşlerden korkan laik matbuatın bazı konuları dillerine dolamaları, eskiden tartışılması akla bile gelmeyen konuları tartışılır hale getirmeye başlamış ve sokaktaki sıradan insanlar bile, 'Ne yani... Bu yazılanlarda ne var, dinimizden de mi söz edemiyeğiz?' demeye başlamışlardı.

Bu itiraz geleneği yavaş yavaş ekonomik açıdan orta ve alt gelir grubundan geniş kitlelerin zihinlerini de meşgul ediyor, birilerinin hesap etmediği, adam yerine koymadığı kitlelerde yavaştan yavaştan bir uyanma ve direniş şuûru kendisini hissettiriyordu. Elbette bu husus, siyasetçilerin de dikkatini çekmiş olmalıydı ki, Demirel gibi siyasetçiler bazı 'İslamî' ibareleri sık sık telâffuz etmeye başlamıştı. Onun, kendisinin de bir köylü çocuğu ve hele 'İslâmköy'lü olduğunu vurgulaması bile, halk kitlelerinde ona bir yakınlık duygusu oluşturuyordu.

Bu durum denilebilir ki, kurşunun her eritilişinde bir curûf - çamur kısmının ayrışması ve geride daha temiz ve giderek daha bir öz kalmasında olduğu bir fonksiyon da görüyor, uyanmakta olan kitleler, sahte ile gerçek arasındaki farkı daha iyi seçiyorlardı.

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN