Harbokulu Komutanı Kur. Alb. Tal'at Aydemir'in 22 Şubat 1962 akşam üzeri soğuk bir Ankara akşamında saat 17.30 civarında başlattığı ve radyo etrafındaki silahlı çatışmaların seslerin de yansıdığı yayınlarla işiten herkesi şaşkına çeviren darbe teşebbüsünü, Başbakan İsmet İnönü şeklî-kanûnî usûllerle değil, şahsî irtibat imkânlarını harekete geçirerek bastırmayı denedi ve Yeni Türkiye Partisi lideri olarak Koalisyon Hükûmeti'nde Başbakan Yardımcısı olan Ekrem Alican'ı, akrabalık bağı bulunan Tal'at Aydemir'le bizzat görüşmeye gönderdi. İsmet Paşa yine ordu içindeki etkinliğini kullanarak, kanunen olamayacak çözümler üretti ve darbeciler silah bırakıp teslim olurlarsa haklarında herhangi bir cezaî müeyyide uygulanmayacağına, sadece darbeye karışanların ordu ile irtibatlarının kesilmesi şeklinde bir inzibatî- disiplin cezası uygulanacağına dair şahsî söz verdi.
Bu arada ordu içinde İsmet Paşa'ya bağlı taraf zaman kazanmış oldu ve Tal'at Aydemir ve emrindeki güçler iki gün sonra silah bırakıp teslim olmayı kabullendiler. Başta Aydemir olmak üzere yüzlerce subay ordudan ve ayrıca askerî öğrencilerinden de yüzlercesi Harbokulu'ndan atıldılar.
Darbe teşebbüsü bir şok dalgası halinde gelmiş olsa da, az bir zayiatla atlatılmıştı.
Ancak, bu teşebbüs bu kez de halk arasında, İsmet Paşa'nın bir oyunu olarak değerlendirilmeye başlandı..
Güya, İsmet Paşa, kendisine karşı olan, özellikle de Adnan Menderes çizgisinden gelen siyasî odaklar karşısında, 'Kendisi iktidarda olmazsa, ülkenin daha da idare edilemez' bir hâle geleceğini göstermek için bir oyun ve bir muvazaalı hareket / bir danışıklı dövüş olarak sahneletmişti bu darbeyi..
Ama, şahsen bu iddiaya inanamıyordum ve ordunun içinde 27 Mayıs Darbesi'yle birlikte iç disiplini bozulan ve ihtilal odaklarının bütün bünyeye bir virüs gibi girdiğine dair iddiaların daha doğru olduğuna katılıyordum.
Nitekim, Aydemir 21 Mayıs 1963 günü bir kez daha -ve kendisi ordudan uzaklaştırılmış bir sivil olduğu halde-, üstelik bu kez, kanlı ve îdamıyla noktalanacak bir darbeye daha teşebbüs edecekti..
Onu daha sonra anlatalım..
*
Ülke içi meseleler o kadar baskıcı ve boğucu ve de milletin büyük bir kesimi hele de îdamlarla kan ağlar hale getirilip susturulurken, dış dünyada da bizim genç dimağlarımızı derinden sarsan hadiseler cereyan ediyordu.
Hele de 1958 Temmuzu'nda Irak'da meydana gelen ve Osmanlı'nın çökertilişinden beri, ülkeyi 40 yıldır İngilizler adına yönetmiş olan - ve daha önce de değinilen, eski Osmanlı Paşası,- Sadrâzam Nurî Said Paşa ile 14-15 yaşındaki Irak Kralı Faysal ve onun yerine iktidarı fiilen kullanan amcası Veliahd Abdulillah ve Kral Ailesi'nin hemen tamamının, Saray'ın has adamı General Abdulkerim Qaasım liderliğinde gerçekleşen ihtilalle öldürülmesiyle sonuçlanan dehşet verici gelişmelerden sonra Bağdad Paktı tarihe karışmış, Irak'taki yeni iktidar bu Pakt'tan çıkmış, onun yerine başka bir savunma paktı ve işbirliği kuruluşu oluşturulmuş, İran, Pakistan ve Türkiye, yani üç bölge ülkesi ile İngiltere ve B. Amerika arasında CENTO (Merkezî İşbirliği Andlaşması) ismiyle devam ettirilmişti.
Irak'ın çıkmasıyla o Pakt'ın yeni şekliyle aynı bölgenin devletleri olarak Türkiye, İran ve Pakistan arasında devam ettirilmesi anlaşılır bir şeydi de, İngiltere ve B. Amerika'nın bu Pakt'ta işi neydi? Bunu izah etmekte zorlanıyordum.. Evet, anlaşılıyordu ki, her nerede bölge ülkeleri arasında bir birlik oluşturulması söz konusu olsa, 'Big Brother, (Büyük Birader/ağabey)' olarak, emperial odaklar devreye giriveriyordu, komünizm tehlikesine ve Sovyet Rusya'nın yayılmacı emellerine karşı durmak gerekçesiyle.. Yani, 'Siz bölge ülkeleri, kendi aranızda da işbirliği yapabilirsiniz, ama, dizginlerinizin bizim elimizde olması şartıyla..' denilmek isteniyordu..
(27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi olduğunda, radyodan gecenin saat 04.00 sularında -İhtilalin kudretli albayı olarak nitelenen- Alparslan Türkeş tarafından boğuk bir sesle okunan ihtilal bildirisinin ilk cümlelerinde, 'NATO'ya ve CENTO'ya bağlıyız..' sözünün bir taahhüd olarak beyan edilmesi, o zamanlar anlaşılmakta zorlanılsa bile, şimdi artık durumun anlaşılmasına daha bir yardımcı oluyordu.)
*
Daha sonra 1963'ün ilk aylarında, Pakistan Devlet Başkanı Mareşal Eyyûb Khan'ın ilginç bir teklifi gündeme gelmiş ve Pakistan, İran ve Türkiye arasında bir federasyon oluşturulması fikri ortaya atılmıştı. Eyyûb Khan, (ki o zaman henüz Pakistan bölünmediğinden, bugünkü Bangladeş ülkesinin bulunduğu) Bengal Körfezi'nden İran ve Türkiye üzerinden taa Balkanlar'a kadar uzanan bir şerit üzerinde meydana gelecek böyle bir birliğin önemine işaret ediyordu. O Eyyûb Khan ki, 1959'da Türkiye'ye geldiğinde, dönemin C. Başkanı Celâl Bayar'la Ankara'dan İstanbul'a geçmiş ve Cuma namazını Sultan Ahmed Camiinde edâ etmek istediğinde, Bayar, konuğunu Camiin eşiğine kadar getirmiş, kendisi, 'Biz laikiz..' diyerek camie girmeyip, getirilen bir sandalyeye oturarak orada, Eyyûb Khan'ın çıkmasını beklemişti. Eyyub Khan, herhalde, darbecilerin ve İsmet Paşa'nın, Bayar'dan farksız olduklarını düşünememişti. Nitekim, İsmet Paşa öyle bir ihtimalin gündeme getirilmesine bile tepki vermişti.
Ayrıca, bu teklifin hele de Türkiye'deki matbuatta tartışılması mümkün değildi. Çünkü, bu İslamî eğilimlere sempatiyle bakacak bir matbuat neredeyse yok gibiydi. Sadece Şevket Eygi'nin çıkardığı ve tirajı, haliyle düşük olan 'Yeni İstiklal' isimli haftalık bir gazete konuyu heyecanla aktarıyor, ama, başvekil İsmet İnönü, 'Böyle bir teklif, Türkiye'nin 200 yıllık siyasî çizgisine uygun değildir, asla kabul edilemez..' diyor ve o teklif böylece ölü doğmuş oluyordu.
Ki, İsmet İnönü, o açıklamalarından birkaç ay sonra, Aralık 1963'de Türkiye ile (şimdiki Avrupa Birliği'nin o zamanki adı olan) Ortak Pazar Teşkilatı arasında Ankara'da imzalanan andlaşma sırasında da benzer bir konuşma yapacak ve, 'Bu andlaşmayı imzalamakla sadece ekonomik bir işbirliğine değil, gerçekte, 200 yıllık bir rüyamız olan Avrupa ile bütünleşmek hayalimizin gerçekleşmesine de imza atmış oluyoruz..' diyecekti. (Aradan 55 yıl geçtiği halde Avrupa Birliği Türkiye'yi bir türlü bitmeyen yığınla gerekçelerle kapı dışında bekletiyor. Çünkü , 80-90 milyonluk dev bir müslüman nüfusa sahib olan bir ülkeyi bünyesine alacak olursa, bünyesine bir yabancı madde sokmuş olacağını ve bu büyük kitleyi kendi içinde eritemiyeceğinden korktuğunu gösteriyor.
AB'ye giriş tartışmalarında ileride yeri gelirse yine değinilir; ama, 'fakir', AB'ye illâ da girilmesi-veya girilmemesi şeklindeki tartışmalara, genelde, 'AB'ye girilse de, girilmese de Kıyamet kopmaz..' diyen bir anlayış içinde olmuştur, şimdi de olduğu gibi..)