Yassıada Yargılamaları, tam bir hukuk rezaletiydi.. Ülkede TV. yoktu henüz.. Radyoda her akşam 'Yassıada Saati' vardı.. Mahkeme Başkanı Sâlim Başol'un tok bir sesle, 'Sanıklar bağlı olmayarak yerlerine alındılar.. Büyük Türk Milleti adına Yargı yetkisini kullanan mahkememiz duruşmayı açmıştır' gibi laflar ederdi. Hep millet adına yapılıyordu, en büyük cinayetler bile..
Bazı hukukçu m.vekilleri, yapılan yargılamaların Ceza Muhakemeleri Usûl Kanunu'na ve hukukun temel prensiplerine aykırı olduğu söylediğinde, Sâlim Başol, 'Ne yapayım, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor...' diyecek kadar 'âdil bir yargıç' (!) görüntüsü veriyordu.
Sanıklar ve yargılamaları izlemek için gelen aileler, dinleyiciler tarafından 'yuh'latılıyordu. Bazı günler ise, hava muhalefeti gerekçe gösterilerek aileler günler boyu duruşmalara getirilmiyor; sanıkların ailelerine yazdıkları mektuplar ise, kendilerine asker tarafından verilen kağıtlara ve 50 kelimeyi geçmeyecek şekilde yazılabiliyor ve onlar da 'Görülmüştür..' mührü vurularak ailelere veriliyor , bazıları ise, çok sonra verilebiliyordu...
Yargılanan DP m.vekilleri arasında şair Faruk Nâfiz Çamlıbel de bulunuyordu.
Onun bir dörtlüğü, sanırım, Yassıada'yı en çarpıcı şekilde anlatan nâdir mısralardır.
Şöyle diyordu o:
'Bilmiyor gülmeyi, sâkinlerinin binde biri,
Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada..
Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür..
Mavi bir gözde elem katresidir, Yassıada..'
*
İHTİLALCİLERİN BİRBİRİNE DÜŞMESİ, BİR ESKİ GELENEKTİR..
*
Duruşmalar Bebek ve Köpek Dâvası gibi tuhaf dâvalarla başlamıştı..
Adnan Menderes'in bir tiyatro oyuncusu ile olan gayrimeşrû' münasebetinden olma bir ceninin düşürüldüğü iddiaları.. Yargılamadan maksad, Menderes'i küçük düşürmekti.. O tiyatro oyuncusu Ayhan A. isimli kadını getirdiklerinde, herkesin hakaretler ettiği Menderes'le ilgili en cesur lafları eden birisi olarak 'Keşke olsaydı... ' gibi laflar söyledi.
Köpek Dâvası ise… C. Başkanı Celal Bayar'ın bir yurt dışı gezisinde kendisine hediye edilmiş bir 'cins' köpeği, A. Orman Çiftliği'ne 20 bin liraya sattığı ileri sürülüyordu. Haftalar boyu duruşmalar ve matbuat bu konuyla ilgili acaib yayınlar yaptı.. (Gerçek ise, yıllar sonra anlaşılacaktı.. Şöyle ki, o cins köpek A. Orman Çiftliği'ne kaydedilecek ve değeri için de bir meblağ belirlenecek… 20 bin lira hesab ediliyor ve C. Başkanlığı'nın da o parayı Aydın civarında bir yerleşim biriminin içme suyu için gönderdiği anlaşılmıştı.)
*
1960'ın 10 Kasım günü.. Ankara'da, Zafer Meydanı'ndan Kızılay'a doğru giderken ana caddenin solunda Büyük Sinema isimli bir sinema salonu vardı ve M. Kemal'in vefatının 22. Yıldönümü dolayısiyle orada bir toplantı yapılacağı açıklanmıştı. Ben de gittim o toplantıya..
(Okulumuzdaki hocalar, kocaman kocaman doktorlar, sabahki ortak anma toplantısında ve bütün gün boyu derslerde, burunlarını çeke çeke, o günü anlatıyorlar, hüngür-müngür oluyorlar ve bazılarımızı da ağlatıyorlardı… Okul Müdürü olan bir doktor ise, epeyce ağladıktan ve ağlattıktan sonra, masada duran bir büste dönerek, 'Biz sana inanıyoruz, sana tapıyoruz atam...' diyordu. Beni de öğrenciler adına konuşma yapmakla vazifelendirmişlerdi, önceden.. Ben ise, Peyamî Safâ'nın bir yazısından bir cümleyi Müdür'ün sözlerine karşı bir nazire olarak dile getirmiş oldum. Çünkü, Peyamî Safa o yazısında 'Biz, ....'ün gövdesine tapınan putperestler değiliz, belki, onun fikirlerinden faydalanırız' diyordu..
Bu cümleyi dile getirdiğim zaman, buz gibi bir hava estiğini hissettim.. Esasen, Edebiyat hocamız olan Sıdıka Hanım'la daha önce Tevfik Fikret- Mehmed Âkif karşılaştırmasında, Âkif'in tarafında yer aldığımdan ve Fikret'i, ' 95'e Doğru…' isimli şiirinde Kur'an'a hitaben, 'Ey kitâb-ı köhne, yırtılır bir gün maqtel-i fikr olan sahifelerin..' dediği için suçlayışımdan dolayı, Okul yönetimince mimlenmiştim.)
*
Büyük Sinema'daki toplantıya gelince.. Orada da, bir takım konuşmalar yapıldı, ağlamaklı nutuklar irâd olundu. Sonra kürsüye CHP'nin en genç m.vekillerinden ve Ulus gazetesinde yazıları çıkan Bülend Ecevit isimli birisi geldi. Ondan sonra, M. Kemal'in cenaze töreninin komutanlığını yapan Fahreddin Altay isimli emekli bir orgeneral konuştu... Uzun boylu birisiydi. (Ki, onun Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası 10 yıl...' adında bir kitabı da vardı sanıyorum.. Orada anlattığı öyle tuhaf sahneler vardır ki, tekrarı mümkün değil.. Hele İran Şahı Rıza Khan'ın 1934'lerde İstanbul'a gelişinde merasim komutanı olarak orada gördüklerine dair olanlar... Beylerbeyi Sarayı'nda havuz başında sergilenen rezaletler..) Fahreddin Altay Paşa'dan sonra, 'İhtilal'in kudretli albayı' olarak nitelenen Alparslan Türkeş geldi kürsüye; sert adımlarla… Onu ilk kez görüyordum.. 27 Mayıs Darbesi olduğunda radyodan ilk açıklamayı yapanın o olduğu sonra anlaşılmıştı..
İHTİLALCİLER ARASINDAKİ İLK İDEOLOJİK BÖLÜNME İŞARETİ..
Türkeş, gergin bir havadaydı… Kendisine esrarengiz bir hava veren boğuk sesiyle birkaç cümle konuştuktan sonra durakladı ve şöyle devam etti: 'Biraz önce buraya gelirken, Meclis'in önünde, omzunda heybesi olan Malatyalı bir vatandaşı yolumu kesip, 'Siz bu ihtilali Menderes'in piçleri için mi yaptınız?' diye sordu.'
Türkeş bu cümleyi bitirdikten sonra birkaç saniye durdu ve, 'Evet, biz ihtilali onun için yapmamıştık..' dedi.
Anlaşılıyordu ki, bir problem vardı, İhtilalciler arasında..
Esasen MBK arasında görüş farklılığı olduğuna dair fısıltılar sabahları Sağlık Okulu'ndan staj için gittiğimiz hastahanelerdeki doktorlar arasında yoğun şekilde konuşuluyordu; işte şimdi Türkeş bunu açığa vuruyordu..
Ancak, Türkeş belli bir kesim tarafından son aylarda zâten tartışılıyordu. Çünkü 'Ülkü Birliği' diye bir hedefe ulaşabilmek için, bir kanun tasarısı hazırladıklarını açıklamıştı. Bu da Adolf Hitler'in Nazi Almanyası'ndaki gençlik modelini örnek alan bir girişim olacağı iddiasıyla, özellikle solcu denilen kesimlerce kıyasıya eleştiriliyordu. Esasen, Türkeş'in 1944'deki 'Turancılık Hareketi'nde, henüz teğmen iken tutuklandığı ve 'tabutluk' denilen 'nezarethane'lerde korkunç iddialara mâruz kaldığı söyleniyordu… Denildiğine göre o zaman onun ayak tırnakları kerpetenlerle sökülmüş ve bu yüzden o da, İsmet Paşa'ya son derece soğuk duygular besleyen birisi idi. Bu hikâyelerle, 'Ülkü Birliği kanun tasarısı' yan yana gelince, yeni yeni şekillenen solcu söylemleri sahiplerinin Türkeş'e soğuk durması ve İsmet Paşa'ya yanaşmaları tabiî idi.
*
Ve 3 gün sonra.. 13 Kasım sabahı, radyolarda, İhtilal lideri General Cemal Gürsel'in açıklaması yapılıyordu. Bu açıklamada, 'MBK'ndeki çalışmaların son zamanlarda meydan savaşını hatırlatacak boyutlara geldiği ve MBK'nin 14 üyesinin komiteden uzaklaştırıldıkları' dile getiriliyordu; en başta da Türkeş vardı, uzaklaştırılanlar arasında..
'14'ler' denilen bu grup ülke dışında sürülmüşler, oralardaki elçiliklerin emrine, askerî danışman olarak gönderilmişlerdi.. Türkeş de Hindistan'a sürülmüştü..
Bu arada, Türkeş'in Cemal Gürsel'i vurduğu iddia edilmişti... Bu iddia hiçbir zaman doğrulanmadı. Ama, Cemal Gürsel'in uzun süre kamuoyu önüne çıkmayışı ve sonra da bastonla ve aksayarak yürümesi bu iddiayı güçlendiriyordu.. Tabiî bir de, '14'ler'in tasfiyesinin açıklanışında 'MBK (Millî Birlik Komitesi) çalışmalarının meydan savaşına dönüştüğünün açıklanması da bu iddiaları daha da güçlendirmişti.
Bu tasfiye ile denilebilir ki, MBK içindeki İsmet Paşa'ya bağlı olmayan küçük grup tasfiye edilmişti.
*
Sürgüne gönderilenler, dışarda Elçilik'lerin emrinde hareket edebilirler miydi?
Bu, muhal idi. Çünkü bu kişiler her şeyden önce ihtilalci kimseler idi. Kontrolleri zordu.
Nitekim, '14'ler'in Brüksel'de ve diğer yerlerde zaman zaman toplandıkları ve nasıl bir hareket çizgisi takip edecekleri üzerinde görüşmeler yaptıklarının haberi gazetelere yansıyordu.
Bu arada Türkeş'in, Harb Okulu Komutanı Kur. Alb. Tal'ât Aydemir'le irtibat kurduğu sonradan anlaşılacaktı.
Tal'ât Aydemir de ilginç bir ihtilalci idi ve ordu içinde kendisinden başka akıllı kimse olmadığına inandığı söyleniyordu.
Yassıada Yargılamaları'nın ülkede gizli bir huzursuzluk meydana getirdiği de eklenirse, yeni 'kurtarıcılar'ın sahneye çıkmaları için uygun bir atmosfer de var sayılıyordu.
*
Selahaddin E. Çakırgil