(…)
1955'lere geldiğimizde artık ülkede ve dünyada olup bitenleri Kore Savaşı ile ilgili haberler dışında da duymaya, ilgilenmeye ve köyümüzün ve ilçemizin sınırları ötesinde de değerlendirmeye başlamıştık.
Kore Savaşı haberleri ve oradan gelen asker ölümü haberleri, (evet, askerlerin sadece haberleri geliyor ve cenazeleri oralarda kalıyordu..) ve onların 'şehid' diye yaldızlanmaları ister istemez ilgimizi çekiyordu. Ama, o savaşın, biz Müslümanların dışındaki dünyanın, kapitalist ve komünist iki zıd kutbu arasındaki bir boğuşma olduğu ve Müslümanların öyle bir savaşta yerinin olmaması gerektiği gibi düşünceleri dile getirenler herhalde hiç yoktu. Ya, bizim haberimiz yoktu; ya, Müslümanlar bu gibi konuları düşünemeyecek kadar ağır baskılar altındaydılar; ya da devlet'in aldığı her kararı inançları adına da doğru imiş gibi kabullenecek bir sathî görüş içindeydiler, ya da her üç ihtimal birlikte...
(Ama, 15-20 sene sonralarda, Müslüman olarak Muhammed Ali ismini alan Amerikalı siyahîlerden bir dünya şampiyonu boksör, Amerikan emperyalizminin Vietnam'daki savaşına gönderilmek istendiğinde, 'Oradaki savaş bir Müslüman olarak benim savaşım değil.. Onlar benim evime, aileme, yaşadığım ülkeye saldırmadılar, ben gidip de o insanlarla niye savaşayım?' diyerek itiraz etmiş ve hattâ sırf bundan dolayı şampiyonluğu elinde alınmıştı. Biz de içimizden, Kore Savaşı'nda öylesine bir İslamî hassasiyetle itiraz geliştiren olmadı diye hayıflanmaya başlamıştık, Muhammed Ali'den sonra.. )
*
Kore Savaşı'nın arkasından ne mânâya geldiğini pek bilmediğimiz bir de NATO lafını duymaya başlamıştık. Köy delikanlılarının ceplerinde gösteriş olarak taşıdıkları Solingen marka çakılardan sonra telaffuz etmeye başladığımız yeni bir yabancı kelimeydi bu... Ve, Amerika bizim 'yeni kurtarıcımız' olarak yükselen yeni değer idi âdeta..
(Sonra öğrenecektik ki, bu Kore Savaşı'na asker gönderişimiz, Sovyet Rusya'nın tehditlerine karşı durabilmek yolunda, NATO'ya girmek için ödenen ilk bedel imiş.. Hele de kuşatma altındaki bir Amerikan ordusunun kurtarılması için, 'kahraman Türk askeri'nin yüzlerce kurban vererek yaptığı hizmet karşılıksız bırakılmamıştı.) Köy odasındaki sohbetlerde bile artık dost Amerika vardı. Ama Amerikalılar bizim nasıl bir 'gâvurumuz' idi, bilmiyordum.
Bir gün Kavak içinden o zamana kadar görmediğimiz büyüklükte, herhalde 20-25 tonluk askerî kamyonlar konvoyu geçiyordu. Ahali, dükkanlarından veya kahvelerden çıkmışlar, bu büyük askerî kamyonlara ve onların şoförlerine hayret ve korku dolu nazarlarla bakıyorlardı. Bunlar Amerikalılar imiş.. Samsun'a gidiyorlardı.. Ben de ilk kez Amerikalı görecektim.
Bu askerî araçların şoförleri ve yanı başında oturanlar, izbandut gibi iri-yarı, ve de kara adamlardı. Bazıları, 'Yavv, bunlar bizim mandalara benziyor.' diyorlardı. Bazıları da, onların yüzlerini kamuflaj için öyle siyaha boyadıklarını söylüyorlardı, askerlik tecrübelerine dayanarak…
Ben Amerikalıları ilk olarak öyle gördüm. Amerika 'ya o kadar düşmanlığımız yoktu.. Ama, bu 'gâvur'lar böyleyse, ya 'moskof gâvuru' kim bilir nasıldır?' noktasına geliyorduk.
*
Köyümüzden 4-5 km. uzaktaki ilçeye gitmeye başladığımda ufkum işte böyle genişliyordu.
2.500 kadar nüfusu olan küçücük, bir ilçede bile kaybolmak korkusu yaşardım önceleri.. Ama, sonra en azından ilçenin bir ana caddesiyle, kalenin eteğindeki malpazarı'na giden ve 'demirci' esnafının bulunduğu dar sokağı da öğrenmiştim. Ve de babamın ev ihtiyaçlarını genellikle kendisinden tedarik ettiği Hasan Efendi'nin dükkanını..
Köyde dünyanın daha dar olduğunu düşünmeye başlamıştım her halde.. Çünkü, köydeki konuşmalar genel olarak, köydeki günlük hayatın irtibat ve ihtiyaçları ile sınırlı olurdu.
Şehirde ise.. Meselâ, Adnan Menderes veya İsmet Paşa'nın Samsun'a ne zaman geçeceğini bile önceden öğrenebilirdik. İlçemiz Samsun- Ankara yolu üzerinde olduğundan bu liderler bizim ilçeden geçerlerdi, ilçenin içindeki tek ana cadde olan Bağdad Caddesi üzerinden… (O zaman bu ana cadde, Bağdad Caddesi ismini taşırdı, niçindi bilmem. Yolun sonu Bağdad'a mı varırdı, onu da bilmezdik ve Bağdad neresiydi, onu da yeni yeni öğrenmeye başlamıştık.. O sıralarda NATO'dan ayrı olarak bir de Bağdad Paktı diye bir şeyden bahsedilirdi. İran, Irak, Türkiye, İngiltere ve Amerika arasında bir ortak savunma paktı.. Sonra, Irak'daki krallık rejimi Temmuz -1958'de, General Abdulkerim Qaasım liderliğindeki kanlı bir ihtilalle çökünce yeni Irak rejimi Bağdad Paktı'ndan çekilecek ve o paktın adı da CENTO'ya dönüşecekti.)
Haa, Bağdad deyince.. Bir de Ahmed Efendi'nin gramofonundan dinlediğimiz,
'Âşıka Bağdat sorulmaz, ufukları aşar gider
Ümit yolcusu yorulmaz, baht izinde koşar gider..'
şeklindeki hüzünlü bir 'mâhur' şarkıyı Münir Nureddin'den dinlerdik.. 'Mâhur şarkı'nın ne demek ve Münir Nureddin'in kim olduğunu bilmesek de, bunları dedemin arkadaşı olduğunu işittiğimiz köy imamı Molla Ahmed'den duyardık. O, bir de Hâfız Burhan şarkılarını dinlerdi.
*
Bir Hasan Efendi vardı ki, hikayesi fısıltı halinde dillerde olurdu.. Babam, en çok ondan yapardı alış-verişini ve gerektiğinde 'veresiye' defterine yazdırırdı..
İşbu Hasan Efendi, İsmet Paşa Samsun'a geçerken dükkanının içinde homurdanır, çirkin laflarla saldırırdı İsmet Paşa'ya.. 'İkinci Dünya Savaşı'nda bizim buğdayımızı Yunan'a verdi, Samsun'da yığdığı buğdaylar ise orada küflendi, biz ise aç idik.. Biz, mısır'ı bile Çarşamba'dan gizlice satın alır ve ormanlardan gizli yollarla getirirdik. Onu da orman memurları alırdı. Bütün bunlar hep bu sağırın işiydi.. ' der, pis sözler söyler ve sonra da, 'bu sağır benim haccımı da bozacak..' diye söylenirdi. Müthiş düşmanlığı vardı ona...
Babam ise, başka şeyler anlatır ve 'Onun hacılığı zaten şüpheli..' derdi..
'Çünkü.. ' diye devam ederdi babam: ' 30-35 sene öncelerde, gâvur bozgunu sırasına, bu Hasan Efendi ve bir arkadaşı, ormanda, çalılıklar içinde gizlenen bir gâvuru kıstırırlar. O gâvur da, 'Beni öldürmeyin size para vereyim..' der. Bu iki arkadaş da kabul ederler. Adam cüzdanını verir. Adam eman dilediği ve bunlar da kabul ettiği halde, onu sonra da öldürürler. 'Halbuki, derdi babam, eman dileyene kılıç kalkmaz.. Onlar şeriati çiğnediler. O parayla daha sonra zengin oldu, dükkan açtı hacca gitti..'
*
Ona benzer bir de bizim köyde birisi vardı, 'Hayta' diye anılırdı.. Hırsızlığıyla meşhur derlerdi.. Tam bir 'hayta' idi.. Kimse ona ve ailesine yakın durmazdı.
Çünkü, 'gâvur bozgunu'nda 8-10 yaşında bir çocuğu çalılıkların içinde gizlenirken yakalamış.. Çocuk 'su' diye yalvarmış.. O da su mu istiyorsun diye getirmiş bir uçurumu başına ve suyu görüyor musun diye 25 metre kadar aşağıdaki suyu göstermiş ve seni oraya göndereyim diye bir tekme vurup atmış – öldürmüş çocuğu..
Bizim köylüler, 'Yavv, çocuğun dini mi olur, o mâsum idi, bu da kaatil ve mel'un.. ' derler ve ondan uzak dururlardı.. O da esasen ortalıkta pek gözükmezdi. Gecenin geç vakitlerinde, köyün biraz dışındaki evine gizli yollardan gelir ve gündüzleri de ortalıkta gözükmezdi. İşin acı tarafı, 'Hayta'nın çocuklarını da aramıza almazdık, zavallıcıklar ve bir ayrı dünyanın lanetlileri gibi uzaktan bakarlardı bize..
Biz de bu hikayeyi duyduğumuzdan, o uçurumun etrafına ve o gölete, aradan onlarca yıl geçtiği halde yaklaşmakdan çekinirdik..
*
Köyümüzdeki günlük hayata gelince..
Yaşlılar ya da diğer köylerden gelen yaşlı kişiler, 40 yıl öncelerdeki 'seferberlik' hâtıralarını anlatırlardı. O zaman dilimi bize o kadar uzaktı ki, uzaaaak bir tarih döneminden söz ediliyor gibiydi. Şimdi ben ise, 60 yıl önceleri anlatıyorum.. Yaşlı nineler ise, 'moskof harbi'ne giden askerî birlikleri uzaktan seyrettiklerini anlatırlar ve ağlayarak ağıt yakarlardı, yanık yanık..
Komşu köyden bir Şakir Dede vardı, merkebinin üzerinde mağrur bir görüntü verirdi. Anlattıklarının bazıları abartma gibiydi, gülerdik, ama korkardık da.. Meselâ, savaşta açlıktan o kadar çaresiz hale, gelmişler ki.. Bir başıboş at görmüşler uzakta.. Onu vurmuşlar, herkes o tarafa koşmuş, kendisi oraya vardığında, eline ancak atın bir toynağı geçmiş... Gülenler olurdu bu sözlere, abartı diye ve ama o ağlardı.. Biz ise gülmekle ağlamak arasında gel-git halet-i ruhiyesi yaşardık.
*
Eğlencemiz ise, çelik-çomak oyunundan ibaretti ya da kocaman adamların bile saatlerce ve zevkle seyrettikleri 'köpek' veya 'horoz döğüştürmeleri' olurdu. O hayvanlar da öylesine ölümcül bir mücadeleye girerlerdi ki, kan-revan içinde kalırlar, birbirlerini parçalarlardı.
Bir tarafdan da, Ahmed Efendi'nin gramofonundan yanık şarkılar-türkü yükselir, böylece orkestra tamam olurdu.
Özellikle Hâfız Burhan'ın şarkıları, mevlid ahenginde olduğundan daha bir saygıyla dinlenirdi. Gerçi bu şarkıların dili bizim köy türkülerine benzemezdi ve 'Ordunun dereleri aksa yukarı aksa… Vermem seni ellere, Ordu üstüme kalksa.. ', ya da, 'Makaram sarı bağlar, kız söyler gelin ağlar..' türkülerindeki gibi anlaşılır değildi; ama, yine de hoş gelirdi kulağımıza, dinlerdik..
Ayrıca, 'Üsküdar'a gider iken, aldı da bir yağmuuuur..' veya, 'Aman avcı vurma beni, Ben bu dağın maralıyam…' ya da Zeki Müren denilen bir gencin, 'Uzun yıllar bekledim, hakikat oldu rüyam.. koklamaya kıyamam benim güzel manolyam..'
*
Bu arada bir de Kıbrıs Buhranı çıkmıştı karşımıza.. Kıbrıs'ı millet pek bilmezdi.. Çok yaşlı olanlar ise Filistin Cebhesi'ndeki savaşlar dolayısiyle Kıbrıs'dan da söz ederlerdi; biraz da 'Yunan Savaşı'ndan..
O zamanlar İstiklal veya Kurtuluş ya da Millî Mücadele gibi resmî isimlendirmeler bilinmezdi halk arasında, doğrudan 'Yunan Savaşı' derlerdi.. Bu 'Yunan Savaşı'nı bize niye okutmadıklarını anlamazdım.