Ortaokul eğitimimiz oldukça zayıf geçmişti. Çünkü çoğu derslerin hocaları yoktu. Yan taraftaki ilkokuldan bazı ilkokul öğretmenleri geliyorlar ve onlar ders anlatıyorlardı.
Yabancı dil olarak güya Fransızca okuyacaktık, ama, hocası yoktu. Bu durum, ortaokul diplomamıza da, 'Yabancı dil eğitimi görmeksizin mezun edilmiştir..' gibi notla yansıtılmıştır. Ama benim için asıl faydalı olan, 'ortaokulun kitablığı' idi. O zamana kadar ders kitablarını temin etmekte zorlanan ben, Ortaokulumuzun kütüphanesinde bulunan ve bana göre oldukça çok zengin olan yüzlerce- binlerce kitab arasından bir çoğunu okumak imkânı bulmuştum.. O kadar ki, bazan tek değil , daha fazla kitab alırdım kitablıktan ve kitabhane sorumluluğu kendisine verilen, akrabamızdan olan bir arkadaş, sonunda, çok kitab aldığım için beni şikayet bile etmişti, idareye; ama, onlar bu ilgiyi takdirle karşılamışlardı.
Evinde radyo olmayan, günlük gazeteyi bile tesadüfen gören bir çocuk için, o kitablar, dünyaya açılan bir ufuk oluşturuyordu.
Samsun'a 40-45 km. mesafedeki ilçeden Samsun'a gitmek bile meseleydi, ama hiç değilse denizi görmek bahtına erişmiştim ve yaşıtlarımın çoğundan o noktada biraz daha şanslıydım, onlar denizin nasıl bir şey olduğunu anlatmamı istiyorlardı benden..
Ufkun genişlemesi ister istemez dünyaya bakışımızı da etkiliyor, köydeki küçücük sosyal çevrenin konularından ve meselelerinden ötesini pek bilmeyen yaşıtlarıma göre ben çok ileride bulunuyordum. Hattâ, dünya meselelerine kafa yoran, o konulardaki sınırlı bilgilerime rağmen yorum yapmaya kalkışan birisi durumundaydım.
*
Ancak ortaokuldan sonra n'apacaktım, nasıl okuyacaktım? Babam, 'Oğlum seni lisede okutamam. Çünkü bunun için Samsun'da ev kiralamam lâzım.. Ona da, elimiz yufka bizim..' diyordu. Tabiî, okuyamıyacağım diye çok üzülüyordum, yemeden -içmeden kesilmiştim.
Bazı parasız-yatılı okullara başvurmuştuk.. Parasız yatılı okullar genelde imtihansız alıyorlardı. Çünkü başvuran öğrenci kontenjanı ancak dolduruyordu... Başvuru bir-kaç öğrenci fazla olursa, onlar da kur'a yoluyla eleniyorlardı. Askerî okullara yaptığım başvuru, tahmin ettiğim gibi sonuçsuz kalmıştı.. Çünkü oralarda daha çok, ailesinde askerlik mesleğini seçmiş olanların yakınlarına öncelik veriliyordu. Ankara ve İstanbul'daki bazı yatılı okullardan da olumlu cevap alamamıştım.
Ankara Sağlık Okulu'ndan ise, 'Çekilen kur'ada elendiniz, kazananlardan gelmeyen olursa, başvurunuz göz önünde bulundurulacaktır..' diye cevabî yazı gelmişti. Bu beni epeyce umutlandırmıştı.
Babam, bizim ilçeden bir DP m.vekiline durumu söylemiş.. O da olur demiş ve ismimi sigara paketinin üzerine yazmış.. Ama, babam, 'N'apalım oğlum, biz fakir insanlarız.. O sigara paketi boşaldığında onu atılacak ve biz de unutulacağız..' diyor ve beni böylece, olumlu bir haber gelmemesi ihtimaline hazırlamaya çalışıyordu.
*
Sonra babamın aklına nereden geldiyse, bir yeni isim geliverdi..
25 yıl öncelerde köy çayırlarında hayvan otlatırken güreş tuttukları bir eski isimdi bu.. Bizim köyün 2-3 köy ötesindeki çerkez köyünden, Karlı'dan.. (Bu arada belirtmeliyim, bizim oralarda, her kavimden insanlar vardır.. Çerkez, arnavut, abaza, laz, türk, kürd, gürcü.. Bir de Müslüman olmuş Ermenilerden birkaç aile.. Laz, ermeni ve gürcüler ilçe merkezinde olurlar, diğerleri ise köylerde yaşarlardı, ya aynı köylerde iç-içe, ya da yan yana köylerde.. Köylerin arası da yaya yürüyüşle yarım saati geçmezdi.. Köylerde de genel olarak 30 ilâ 60-70 arası aileler bulunurdu..)
Babam, o eski tanıdığına, güreş arkadaşına bir mektup yazmış, kapatıp zarfı bana verdi. 'Oğlum, Ankara'ya git, onu bul, o gerçi şimdi dünya şampiyonu bir meşhur isim.. Ben ise yine Çakırgil'in Mehmed'im.. Belki hatırlamaz bile bizi.. Ama, oğlum, asıl azmaz, bal kokmaz derler.. Eğer asaletini yitirmediyse yardımcı olur belki..' dedi.
Babam otobüs biletimi aldı, bana da cebindeki son parasını, 10 lirayı verdi, anam da evde pişirdiği ve içinde az-biraz çökelek bulunan yağlı ekmekler bir çıkın halinde verdi, çıktım yola.. Üzerimde de yakası ve yenlerini anamın yamadığı eski bir ceket.. Eski bir pantolon, ayağımda da 'Trabzon işi' denilen kara lastik bir ayakkabı..
İlk olarak Samsun il hudutları dışına çıkıyordum.. Merzifon, Çorum, Kırıkkale ve Ankara.. Akşam karanlığında Ankara'ya indik.. Ankara'da öyle garajlar filan yok.. Her otobüs bir duraklama yeri belirlemiş kendisine.. Bizim otobüs de Opera yakınlarına, o zaman İtfaiye ya da -halk arasındaki daha geniş kullanımıyla- Hergele Meydanı'na indirdi bizi.. (Şimdi o mıntıkaya, dört minareli güzel bir câmi dikilmiş bulunuyor.)
O geceyi oradaki bir otele 75 kuruş vererek geçirdim.
Sabahleyin, babamın tanıdığı o meşhur dünya şampiyonunu arayacağım. Telefon filan yok.. Ankara'da olup olmadığını da bilmiyorum.. O zat, gerçi bizim ilçede bir gurur vesilesi olarak herkesin dilindeydi, ama, acaba Ankara'da da biliniyor muydu?
Babamın taınıdığı zâtını adını söylediğimde, baktım hemen herkes o ismi tanıyor..
Bu isim, Yaşar Doğu idi..
Ülkemizin güreş hayatının hâlâ da en büyük ismi olarak anılan Yaşar Doğu.. (O zaman kamuoyunda futbol pek bilinmez, şimdiki gibi ilgi görmezdi.. Hattâ o kadar ki, ben köy ilkokulundan ortaokul için ilçeye gittiğimde, şehir çocukları 'Fenerbahçe- Beşiktaş- Galatasaray gibi isimleri hararetle tartışırlar; Lefter nasıl attı, Turgay nasıl tuttu yaaa..' diye konuştukça ben bu isimlerin ve gol'ün ne demek olduğunu ve birisi gol atınca niye birilerinin sevindiğini, birilerinin de üzüldüğünü bile bilmez ve anlamazdım. Ama, güreşçilerin dünya şampiyonalarında aldığı madalyalar herkesi gururlandırırdı.. Yaşar Doğu da o dönemde, Güreş Millî Takımı'nın başındaki efsanevî hoca idi..)
*
Ben şimdi o ismi arayıp bulacaktım, ama nasıl? Kime sorduysam, yerini bilmiyor.. Öğle sonu oldu, Ulus Meydanı civarında bir Postahane gördüm.. İçeriye girdim.. Mektupları torbalara ayırmakta olan postacılardan selam verip, 'Amca ben Yaşar Doğu'nun adresini istiyorum..' dedim. Yaşlı olanı şöyle bir baktı, üstü- başı dökülen bir köylü çocuğu.. N'apacaktı Yaşar Doğu'yu..
'Ben hemşehrisiyim amca, Samsun'dan geldim..' deyince hemen adresi söyleyiverdi.. 'Hacıbayram Camii civarından Dışkapı'ya inen Uzunyol üzerinde, evlâdım..'
Akşam olmuştu. Artık arayamazdım.. 10 kuruşa bir simitle geçirdim günü.. Otele döndüm..
Ertesi sabah erkenden, güneş doğmadan, yola koyuldum, Hacı Bayram Camii civarına gittim. Temizlik işçileri süpürgeleriyle yolları temizliyorlardı. Onlara, 'Yaşar Doğu'nun evi neresi?' sordum.. 'Aha, şu ev..' diye gösterdiler uzaktan..
Gösterilen ev, iki katlı, küçük bir evdi.. Henüz güneş doğmak üzereyken.. Gittim.. Kapıdaki tokmağı tıklattım.. Üst kattaki odadan bir pencerenin sürgüsü yukarı kaldırıldı, üzerinde pijamasıyla bir yaşlı zat baktı, 'Buyur evladım.' dedi..
'Amca ben Yaşar Bey amcayı görecektim..' dedim.. Hiçbir şey demedi.. Camın sürgüsü indirildi.. Yoksa, yanlış kapı mı çaldım diye düşünürken, kapı açıldı, içerdeki merdivenden kısa, tıknaz boylu, biraz da Turgut Özal'ı andıracak tipte kilolu bir isim geldi..
'Buyur evlâdım' dedi..
Bu Yaşar Doğu olamazdı.. Çünkü Yaşar Doğu bir Dünya Şampiyonu idi. Herhalde geçen asrın, Koca Yusuf ve Adalı Halil gibi dev güreşçileri gibi birisi olmalıydı. Onun için karşımdaki bu kısa boylu kilolu adama, 'Amca ben Yaşar Doğu'yu görmek istiyorum.' diye tekrarladım.
'Buyur evlâdım, benim!' demez mi..
Hayal kırıklığı oldu mu hatırlamıyorum, ama, Yaşar Doğu'yu sorduğumda, o kısa boylu tıknaz kişi kendisini 'Benim…' diye tanıtınca, ne kadar çok heyecanlandığımı hatırlıyorum.
'Efendim, ben Kavak- Muradbeyli köyünden Çakırgil'in Mehmed'in oğluyum.. Babam size bu mektubu gönderdi..' dedim.. Açtı okudu, dikkatle.. (Babamın ne yazdığını bilmiyordum ve sonra da öğrenemedim..)
Yaşar Doğu, babamı hatırladığı veya hatırlamadığına dair bir şey demedi. 'Gel evladım, yukarı çıkalım kahvaltı yapalım..' dediyse de ben yukarı çıkmadım.. O da, 'Öyleyse evladım, öğleden sonra Maltepe Güreş Kulübü'ne gelebilir misin.. Oraya gel..' dedi.
Ben de 'Başüstüne efendim..' diye ayrıldım.
Bir simit alıp, Hacı Bayram Camii'nin şadırvanında oturup kahvaltımı yaptıktan sonra.. Öğleden sonra, sora-sora ve yürüyerek, Maltepe Güreş Kulübü'nü buldum.
Biraz sonra Yaşar Doğu geldi, gözleri beni aradı, kalabalıkta.. Sonra iki kişiyi çağırdı, yanına: 'Çocuklar, bu çocuk sizin yanınızda kalacak..' dedi. Onlar da, 'Başüstüne efendim..' dediler.
Bu iki isim, sonradan öğreniyordum ki, Yaşar Doğu'nun talebelerinden, dünya şampiyonu olmuş iki isim.. Mustafa Dağıstanlı ve Hüseyin Akbaş.. İsimlerini çok ünlü şampiyon olmaları hasebiyle daha önceden işitmiştim. Kamp için çağrılmışlar, Ulus'ta bir otelde kalıyorlar.
Onların kaldığı odaya bir yer yatağı eklediler. Artık orada kalacağım, otelin lokantasından yiyeceğim.. Cebimde 5-6 lira kalmıştı.
Sabah oldu, Yaşar Doğu geldi, beni de aldı yanına; bir taksiyle Sıhhiye'de, Hacettepe'nin alt tarafında, Hıfzıssıhha Enstitüsü'nün arkasında bulunan Sağlık Okulu'na gittik. Yolda, 'Ben hiç kimseyi tanımıyorum evladım, amma inşaallah bir yol açılır.' dedi.
Okulun karşısında bugünkü büyük ve görkemli Kurtuluş Parkı yumurlu-çukurlu, inşaat molozlarının döküldüğü bir boş alan idi o zaman..
Okul idaresinden bir memur Yaşar Doğu'yu görünce hemen koştu, elini öptü.. 'Buyrunuz efendim..' dedi.. O da Müdür'ü sordu. 'Yarım saat kadar sonra gelir efendim..' denildi.
Bekledik.
Yarım saat kadar sonra motosikletli bir kişi geldi.. Müdür'müş.. Yaşar Doğu'yu görünce.. Gözlerine inanamazcasına, gözlüğünü silip bir daha baktı ve koşarak geldi, 'Aman efendim Yaşar Bey.. Bu ne şeref böyle..' dedi.
Müdür odasına geçildi.. Yaşar Doğu, Müdür Dr. İbrahim Bey'den tekrar özür diledi, 'Bu zamana kadar hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum.. Bu çocuk hemşehrimmiş.. Vaziyeti ortada.. Bunun geleceğini kurtarabilirsek… ' dedi. 'Gözlerinden zeki birine benziyor..' diye de ekledi.
Müdür, hemen listeyi istedi idareden.. 150 öğrenci alınacakmış.. Hepsi de geleceğini telgrafla bildirmiş..
'Yani şu an itibariyle hiç imkân yok.. Ama, yine gelmeyen birisi olursa, Yaşar Bey, Reisicumhur çocuk gönderse, önce bunu alacağım..' dedi.
Yaşar Doğu da teşekkür etti, ayrıldık.
Okulun açılmasına 1 hafta var.
Ben o iki şampiyonun yanında kalıyorum ve hiç masrafım olmuyor artık.. (Ki, olacak olsa da bir şeyim yoktu.)
*
Bir hafta sonra, okulda yeni ders yılının açılışı için bir merasim yapıldı.
Sonra da, yatılı okula giremeyen 15-20 kadar öğrenci Müdür'ün kapısı önünde beklemeye başladık. Herbirisinin yanında m.vekilleri, bir takım ünlü isimler.. İçeriden, 'Alacaksın, alamam..' gibi tartışma sesleri geliyor.. Demek ki, gelmeyen birileri var.. Olmasa, 'Kimse beklemesin..' denilirdi.
Saatler sonra..
Nihayet, içerden bir memur çıktı, benim adımı söyledi, 'Aranızda böyle birisi var mı?' diye..
Evet dedim, içeri aldılar.
Müdür şöyle bir baktı ve, 'Evladım, Yaşar Doğu'yla gelen sen miydin?' dedi.
Evet dedim, heyecanla..
Müdür, 'Yazın bunu..' dedi.
Meğer, sadece bir öğrenci gelmemiş imiş o zaman.. Ve ben böylece parasız-yatılı bir okula kayıt olmuş oldum.. Ve Ankara'daki yıllarım böyle başladı.
*
Ancaak, ayağımdaki kara lastik yırtık.. Üzerimdekiler de dökülüyor.
Diğer arkadaşların hemen tamamı, Ankara'ya güzel elbiselerle gelmişler. Onlar ders bitince Kızılay'a gezmeye gidiyorlar, ben onlardan ister istemez ayrılıyorum.. Derslerde kimseden geri değilim, ama notlar düşük geliyor.
Ama, ne zaman ki, bütün öğrencilere iki ay kadar sonra yeni elbiseler verildi; hepimiz aynı olunca, beni yeni fark etmeye ve, 'Sen yeni mi geldin?' demeye başladı hocalar ve notlarım da, en yüksek..
Benim için acı ve öğretici bir dönem idi.
*
Ders yılı bittiğinde, tatil yapmak diye bir düşüncemiz ve lüksümüz olmazdı.. Bu, ilk çocukluk yıllarından beri böyleydi. Babam beni ve kardeşlerimi hemen tuğla - kiremit ocaklarındaki işyerine götürürdü. Orada herbirimize yapabileceğimiz bir iş bulurdu. Anam ise köyde, tarlalarla meşgul olur, hayvanların bakımı ve ineğin sağılması, yemek hazırlanması gibi işleri yapardı.
1958 yılında da durum aynı olacaktı. Ama, o sırada Tokat-Turhal'da bir kiremit fabrikasında başusta olan Hasan emmim âbimle beni Turhal'a götürdü.. Samsun'dan trenle 4 saatte gidilen bir uzaklıktaydı. Fabrika, şehrin uzağında, Yeşilırmak kenarındaki bir küçük ovadaydı. Nehrin karşı tarafı alabildiğince yemyeşil bağlar, bahçelerle kaplıydı.. Ovanın etrafında ise, yüksek tepeler..
O fabrikada kolay bir iş vardı, ama ancak ben ve âbim yapabiliyorduk o işi.. Hazırlanan özel çamur, bir makineden alçı kalıpları arasında sıkıştırılıyordu. Marsilya tipi denilen fabrika kiremiti.. Yarı otomatik tezgâhdan dakikada 20 kadar kiremit çıkıyordu. Ancak bu kiremitlerin belirli çizgileri dışında kalan kısımlarının çelik tel bıçaklarıyla dikkatlice kesilmesi gerekiyordu. Eğer, o çizgi aşılırsa, o kiremit ilerde su akıtır; çizginin dışında 2 milimden fazla bir fazlalık kalırsa, o zaman da o kiremit diğerleriyle tam oturmaz ve yine su akıtırdı. Bu çizgileri tutturmak bir el hüneri istiyordu.
Başkaları dakikada en fazla 3 kiremit traş edebiliyordu. Halbuki tezgâhdan dakikada 18-20 kiremit çıkıyor ve bunların hepsinin de hemen traşlanması gerekiyordu. Bu işi de ancak âbim ve ben yapabiliyorduk. Onun için 30 -40 işçinin çalıştığı fabrikanın rantabl çalışabilmesi için en gerekli eleman durumundaydık. Çünkü bu traşlama işini ve de çamuru sıkıştıran alçı kalıplarının döküm işini ve onları devamlı hazır tutmayı da ancak biz yapabiliyorduk. Alçı kalıbında bir zedelenme oldu mu, kiremit basmanın bir mânâsı yoktu; üretim hemen durdurulurdu.
20-30 yaş arasındaki diğer işçiler en ağır işleri yaptıkları halde 3,5 lira yevmiye ile çalışıyorlardı.. Biz ise 7'şer lira yevmiye alıyorduk. Bu durum 'Yahu, bacak kadar çocuklar bizim iki mislimizi alıyorlar..' şeklinde homurdanmalara yol açıyordu, ama, yapılacak başka bir şey yoktu. Çünkü o en hafif işi, yapabilecek maharette kimse yoktu.
Yani, Hasan Emmim bize kıyak geçmiyordu, işin mahiyeti bunu öyle gerektiriyordu..
Bize tahsis edilen bir küçük kulübede yatıp kalkıyor, yemeğimizi de orada kendimiz hazırlıyorduk.. Akşam olunca, Yeşilırmak kıyısını takib ederek 5 km. kadar uzaktaki Turhal'a gidiyor, ekmek, peynir- zeytin, domates-biber vs. gibi ihtiyaçlarımızı temin edip dönüyorduk..
Ancak şehre amcamla birlikte gider ve çok kere yalnız dönerdik.. Çünkü, Hasan Emmi'm, şehirde genelde izini kaybettirir, sabaha doğru yalınız dönerdi.
Bir gün şehre emmimle gittim, âbim yoktu.. Gece uzun kamış sepete ihtiyaçları doldurdum, 10 kuruşa da günlük gazetemi aldım. Ama, gece karanlığında geri nasıl döneceğimi bilmiyorum. Emmimi arıyorum, bulamıyorum. Onu tanıyan esnaftan birisi dedi ki, 'Ya filan yerdeki kahvede kumar oynuyordur, ya da filan meyhanede içiyordur..'
Tahmin ediyordum, ama Emmimi yine de öyle düşünmek istemiyordum.
Söylenilen yere gittim.. İçiyorlardı.. Loş, küçük bir mekân.. Ne dedikleri bile anlaşılamıyan şekilde tipik sarhoş edâsıyla konuşuyorlardı.. Kimisi, ağzından- burnundan akan ifrazâtı bile kontrol edemiyecek derecede idi.. Emmim ise.. Beni fark edemedi, bile.. Halbuki, benim nazarımda çok saygın bir yeri vardı, o saygınlık orada tuz-buz oldu. Ve, belli bazı siyasî figürler için, 'Bakmayın, öyle abartıldığına.. Bir askerin vazifesi savaşta, düşmanının hedeflerine varmasına engel olmaktır, vatanı kurtarmaktır. O da eğer askerlikte bir şeyler yaptıysa, hem yalnız yapmadı, hem de vazifesini yaptı. Ama sonra, her şeyi tek başına kendisinin yaptığı iddiasıyla İslam'la ve Müslümanlarla savaşa da girdi, içki sofralarından memleket idare etmeye kalkıştı..' diye yürekli ve cür'etli görüşler de açıklayan birisi idi. Şimdi ise bu emmim, kendisi içki sofrasındaydı. Oradan, içimde bazı şeyler yıkılmış vaziyette ayrıldım.
Emmimi sorguluyordum içimde.. Bana, Turhal'ı gezdirir, 'Şu dükkandan alışveriş yapma, bunlar 5. Mezheb'dendir; şu dükkan da öyle ama, onun sahibi namazında-niyazında birisidir, ondan alışveriş yapabilirsin..' diye ilginç bir hassasiyet gösteren emmim, kumar ve içkiye vermişti kendisini.. Nasıl olurdu, bu?
Bu da bir ayrı hikâyeydi.
Gecenin karanlığında, Yeşilırmak kıyısında, karanlıkta, 1-2 metrelik kumsalın beyazlığında, karşıma çıkabilecek her türlü tehlikelerin korkusu içinde fabrikadaki kulübeme dönüyordum.. Gece saat 11.00 suları..
Aaa, bir de ne göreyim, karşımdan üzerime bir karanlık yaklaşıyor. Ama, ne insana benziyor, ne de bilinen bir hayvana.. Elimde bir taşı, üzerime yaklaşan bu heyulâya fırlatmak üzereyim. Çünkü kaçabilecek bir taraf yok.. Sol yanımda 3-4 metre yüksekliğinde yar, sağ tarafta Yeşilırmak, insanı alıp götürür.
Üzerime yaklaşan karaltı, 'Selâmunaleykum..' deyince rahatladım. Bir de ne göreyim. Siyah bir merkebe binmiş, siyah elbiseli bir köylü, şehre doğru gidiyor.
*
Geldim, günlük gazete olarak Cihad Baban'ın başyazarlığını yaptığı Yenigün adında bir gazeteyi takib ediyordum.
Kulübeye gelince gazeteyi okudum. 'Yarın, İran Şahı ile, Irak Krallığı'nın Veliahdi Abdulillah, Başbakan Nurî Said Paşa ve diğer yüksek dereceli bir heyet Bağdad Paktı'nın bir toplantısı için Ankara'ya geliyor ve her tarafta, İran ve Irak bayraklarıyla süslü..' şeklinde haber ve yorumlar..
*
Ve ertesi gün, misafirler Ankara'da beklenirken, dünyayı dehşete düşüren bir kanlı ihtilal haberi geliyor, Irak'tan.. Saray'ın en güvendiği generallerden Gen. Abdulkerim Qaasım, bir darbe yaparak, 14 yaşındaki Kral Faysal'ı, Veliahd Abdulillah'ı ve ailelerini öldürtmüş, 1918'den 1958'e kadar 40 yıllık sadrâzam olan (ve Osmanlı'dan kalma) Nurî Saîd Paşa ise kayıplara karışmıştı. Ama, o da, iki gün sonra, çarşafa bürünmüş olarak gizlenirken yakalanmış ve bir arabanın arkasına bağlanıp Bağdad caddelerinde canlı canlı sürüklenerek korkunç şekilde öldürülmüştü.
Kafam allak-bullak olmuştu.
Tarihte okuduğum 1789-Fransız İhtilali'nin ve Rusya'da meydana gelen 1917-Bolşevik / komünist devriminin en kanlı şekilde nasıl cereyan ettiğini okumuştum. Ama, bu gibi ihtilallerin ülkemizde olamıyacağını sanıyordum.
İki sene sonra, ülkemizde bir askerî darbenin olacağını nereden bilebilirdim ki..