(Geçen bölümde sözü Kıbrıs ve Yunanistan konuları etrafında kesmiştik.. Devam edelim..)
Atlasa bakardım, Kıbrıs neresi.. Yunan kim? Sonra bir de 'rum' kelimesi işitmeye başlamıştık.. Şimdilerde 'toplum' kelimesi kullanılıyor, ama o zaman 'Kıbrıs Türk Cemaati'nden söz edilirdi. Bu 'cemaat' kelimesini sadece 'cami cemaati' mânâsında anladığımdan, aklıma sadece o gelirdi.
Ayrıca, Rumların Yunanlılardan ayrı olduğunu, -temel farklılığı kavrayamasak da- farketmeye başlamıştık. Sonraları anlayacaktık ki, Yunanistan'da ekseriyeti oluşturan halk için 'yunan' ismi kullanılırken, İstanbul'da, Kıbrıs'da, Girit'te ve Rodos'daki grekçe konuşan Hristiyan halklar, kendilerini yunan/ grek kavminden görmüyorlar; Doğu Roma İmparatorluğu'nun, Bizans'ın vârisi olarak görüp kendilerini 'rum' olarak farklı bir etnik veya tarihî temele dayandırıyorlar ve dahası, kendilerini, greklerden daha medenî ve asil görüyorlardı..
*
Kıbrıs'da gerilim tırmanıyordu.
Kıbrıs adası, 1878'de Rus Orduları'nın Balkanlar'daki -bugün Romanya ve Bulgaristan diye isimlendirlen- Osmanlı topraklarını geçip, taa tuhaf bir yorum İstanbul önlerine, Kafkaslardan geçip taa Erzurum ve Bayburt'a kadar geldikleri sırada, İstanbul'un Rusya'nın eline geçmesini istemeyen İngiltere'nin Osmanlı'ya yardım etmek için, ordusunu konuşlandırmak üzere istediği Kıbrıs adasının -mülkiyeti Osmanlı'da kalmak üzere- intifa / faydalanma hakkının kendisine tanınmasıyla İngiltere eline fiilen geçmişti. Bİrinci Dünya Savaşı'nda ise, Osmanlı, İngiltere karşısında yer alınca, İng. Hükumeti, Kıbrıs adasının ilhak ettiği, Birleşik Krallık'ın topraklarına kattığını açıklamış ve amma, Osmanlı bunu kabul etmemişti. ve…… ve
1923'de Lozan Andlaşması'nda, 'Türkiye, Kıbrıs adasını bir İngiliz adası telakki eder..' ifadesini kabullenerek, 1570 yılından beri Osmanlı'nın elinde olan Kıbrıs üzerindeki haklarını İngiltere'ye bırakmıştı. 1923'den sonra Kıbrıs üzerinde hiçbir görüş dile getirilemez olmuştu. Hattâ o kadar ki, Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması projesi ve ideali EOKA'nın Kıbrııs'daki İngiliz hâkimiyetine ve askerlerine karşı silahlı mücadele başlattığı ve Kıbrıs'daki öldürülen İngiliz askerlerinin sayısı giderek artmaya başladığı ve bu yöndeki haberlerin dünya medyasında yer almaya başladığı 1952'lerde, Türkiye Dışişleri Bakanı olan Prof. Fuâd Köprülü, konunun Türkiye'yle ilgili bir tarafının olmadığını belirtmek için, 'Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur..' diyordu. Yani konu Türkiye'nin gündeminden o kadar düşmüştü ve Lozan'dan sonraki 30 yıl boyunca bu konu hiç hatırlanmamıştı bile.. Kıbrıs rumları ve Makarios ise, inisiyatifi ele geçirmiş gibiydi ve İngilizler de uzlaşma yollarını arıyor gibi bir takım işaretler vermeye başlamışlardı.
Bu durum Türkiye'yi harekeye geçmeye zorluyordu. Çünkü, Türkiye, batısındaki Ege'de burnunun dibindeki adaları bile Yunanistan'a kaptırmış olmanın sıkıntılarına, güneyindeki Kıbrıs'ın da gitmesi durumunda, stratejik açıdan da kendisini daha bir kuşatılmış hissedeceğini gördü ve Kıbrıs meselemiz doğuverdi..
Ülke çapında gösteriler, mitingler.. 'Kıbrıs türktür, türk kalacaktır, Makarios ittir it kalacaktır..' gibi sloganlar hançerelerden yükselmeye, şehirlerin duvarlarına 1 metre büyüklüğünde harflerle yazılmaya başlamıştı. Şehirlerin meydanlarında şeytanlaştırılmış Makarios kuklaları, duvarlarda aynı şekilde karikatürleri.. Ülke ve halkımız sosyo-psikolojik açıdan bir savaşa hazırlanıyordu.
Ülke çapında mitingler yapılıyor, bunlar radyolardan canlı yayın yapılıyor, sosyal heyecan yüksekte tutulmaya çalışılıyordu. 45 km. ötedeki Samsun'da yapılan bir mitinge param olmadığı için gidememiştim. Ayrıca babamın tuğla ocağında çalışıyordum yazları.. Ben tuğla ocağına gitmesem, o gün babamın benim yerime bir işçi tutması gerekecekti. Ona da verecek parası yoktu.. Ama, bu durumumu bilmeyen (ortaokuldan) bir öğretmenim, Samsun'daki mitinge gitmeyişim, 'millî meselelerde duygusuz olduğum' şeklinde yorumlamış, kırıcı bir izah yapmıştı.
Ona, 'Beş parasız, nereye, nasıl gidecektim?' diyemezdim ya.. O kadar param olsaydı, ayağıma yeni bir kara lastik denilen Trabzon lastiği ayakkabı alırdım.
Ama, 'savaşta Yunanistan'ı boğarız..' gibi nutuklar hepimiz üzerinde doping etkisi yapıyordu. Ancak, meselenin bir diğer yönü daha vardı.. Kıbrıs Buhranı derinleşirken, Huseyn Dayı diye andığımız yaşlı bir büyüğümüzün, daha önce ekmeğin karardığından söz eden ninelerimiz gibi, 'Desene, ekmeğimiz yine kararacak..' dediğini duymuştum.. Kaygulu idi.. Ama niçin kararsındı ekmeğimiz ve bunun Kıbrıs'la ne ilgisi vardı? Bunların izahını yapamıyorduk.
…
Derken, İstanbul'da, 6-7 Eylûl 1955'deki korkunç sosyal tepki meydana gelmişti.
Kıbrıs meselesinde zirve yapan ulusal duygular, sonunda İstanbul'da patlak vermişti. Ve sadece rumlar değil, bütün gayrimüslim unsurlara yönelik bir düşmanlık sergilenmişti. Hadiselerin ne olduğunu tam bilemiyorduk. Sadece Örfî İdare (sıkıyönetim) ilan edilmişti. İstanbul'da çok büyük bir karışıklık yaşandığı, yüzlerdeki korkulu ifadelerden anlaşılıyordu. O zamanlar Türkiye'nin nüfusu 25 milyon kadardı ve İstanbul'un nüfusunun 800- 900 bin kadar olduğundan söz ediliyordu ve bunun 80 bin kadarı yani onda biri gayrimüslim idi. Onların yüzde 60'ından fazlası, yani 50 bin kadarı da Rum..
Gayrimuslimlerin kilise ve sinagogları, işyerleri, mezarlıkları bile saldırıya uğramış, onlara aid olduğu belirlenmiş mağazalar tahrib edilmişti. Yağmalama değil, tahrib..
Bu hadiselerin kıvılcımı ise sonradan yalan olduğu bir habere dayanıyordu.. Selanik'de, M. Kemal'in doğduğu eve güya bomba atılmıştı.. Tahrik edilmiş, kışkırtılmış, gözü dönmüş kalabalıklar iki gün boyunca bir barbarlık sergilemiş ve hadiseler, ancak Örfî İdare (Sıkıyönetim) ilan edilerek durdurulabilmişti.
Türkiye bu felaketin bedelini çok ağır ödemişti. Elbette rumlar da.. Rumların büyük bir kısmı, İstanbul'da yunan vatandaşı olup, İstanbul'da süresiz oturma izi ve ikamet izinler olduğu halde, bu izinler ibtal edilip on binler halinde yurt dışı edilmişlerdi. (Rumların yarıdan fazlası yurtdışı edilmişti. Bu yurtdışı etme işi daha sonra, Kıbrıs Buhranı yine yükselmesi sırasında, 1967'de de tekrarlanmıştı. Bugün İstanbul'daki rumların sayısının 1.500 civarında olduğu gözönüne getirilirse, durum daha iyi anlaşılır.)
Bu vesileyle 6-7 Eylûl 1955 Hadiseleri'ni tezgahlayanın MİT olduğu, ancak 1998'lerde üzerinden 40 yıl geçtikten sonra resmen, ve 'MİT'in en büyük operasyonu 6-7 Eylûl Hadiseleri idi..' şeklinde itiraf edildiğini hatırlayalım.
*
1956'da ortaokul birinci sınıfındayken, bir sabah köyden ilçeye okula geldiğimde yeni bir büyük mesele ile karşı karşıya kaldığımızı öğrenecektim..
Bu, Macaristan Ayaklanması ve Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin tanklarının Macaristan'ın başkenti Buda- Peşte'ye girmesi ve Sovyet Rusya'ya biraz kafa tutan Macaristan Başbakanı İmre Nagy'nin tutuklanması etrafındaki büyük gelişmeydi.
Macar halkının maruz kaldığı o büyük zulmün karşısında Anadolu'da, Karadeniz bölgesindeki küçücük bir ilçede, 12-13 yaşındaki çocuklar olarak komünizme ve Rusya'ya karşı nefret ve hışmımızı yükseltiyorduk.. (Bizi yönlendiren, daha üst sınıftaki ağabeylerimizden birisi de, -ataları 1870'li yıllarda çerkezlere uygulanan katliâm üzerine Anadolu'ya sığınmak zorunda olan-, sonraları MTTB'nin Gen. Başkanlığı'na gelen (merhûm) Burhaneddin Kayhan ağabeyimizdi.)
*
Yüzbinlerce -milyonlarca Macar insanı başkent Budapeşte ve diğer şehirlerde 'Nem- Nem! Şuha! / Hayır-Hayır!. Asla!.' Sözleri, milyonların hançeresinden yükseliyor, ama, kendisini 'Hür Dünya' diye isimlendiren kapitalist emperyalizm dünyası, Doğu Bloku denilen dünyanın bu hamlelerine karşı sessiz kalıyordu. Çünkü, Doğu Bloku Sovyetler Rusya'dan sorulurdu.
*
O Macar Ayaklanması'nın üzerinden 55 yıl kadar geçtikten sonra Macaristan'a gittiğimde en çok da, o ayaklanmanın sembol ismi olup, sonra Rusya içlerine götürülerek oralarda öldürüldüğü bildirilen Başbakan İmre Nagy'nin halk arasındaki yerini merak ediyordum. O, hüzünle anılıyordu.. Macar Parlamentosu'nun önündeki heykeline gül koyan insanları gördüm.
Ayrıca, bugün Terör Müzesi olarak anılan İşkence Merkezi'nde, İmre Nagy ve arkadaşlarının, bir insanın ayakta bile duramayacağı, iki büklüm durabileceği küçücük ve daracık hücreleri gördüm. Kezâ, her şehirde o ayaklanma sırasında öldürülen insanların isimlerini duvarlara yerleştirilmiş mermer levhalarda okudum. Bunlardan birisi de, Tuna kıyısında, yeşillikler içinde olan Estergon (ki macarlar Estergom diyorlar) Kalesi'ne çıkan yolun üzerindeki bir mermer levha idi. Bu levhada da 60 kadar kurbanın ismi vardı. Üç tanesinin de Bosna müslümanlarından olduğu, isimlerinden anlaşılıyordu. (Ki, o kurbanlardan birisinin adı Kemal idi.)
*
Bu arada. Cezayir'de 130 yıllık Fransa emperyalizmine karşı başlayan ayaklanma ve silahlı mücadelenin binlerce kurban aldığına dair haberler geliyordu. Ama, bunları yansıtan bir matbuat yoktu. radyo da zaten devlet tekelindeydi.
O yıllarca, (merhûm) Salih Özcan'ın yayınladığı Hilâl dergisindeki kırıntı haberlerden haberdar oluyorduk. 'Soğuk Savaş' döneminin psikolojik savaşlarının en hızlı şekilde devam ettiği bir atmosferde, dünyada, özellikle Müslüman dünyada olup biten hadiselere, kendi duygu ve düşüncelerimize göre yorumlar yapabilen gazete ve dergilerin olmadığı bir zaman diliminde, Hilâl dergisi bize yeni ufuklar açıyordu. Diğer yayın organlarında nötr olarak bile Cezayir'den haber yoktu. Çünkü, Türkiye Fransa ile NATO'da müttefikti. Müttefikiyle zıtlaşmak istemiyordu.
Ama, aylık olarak yayınlanan ve güç-belâ elde ettiğimiz bir dergi bile bize yeni ufuklar açıyordu. Cezayir'de Müslüman halkın, on binler- yüz binlerce kurban vererek sergilediği 'qıyâm'ın sembol isimlerinden 'Cemile' isimli kahraman Müslüman kızın açtığı İstiklal bayrağının etkisi bize kadar ulaşıyordu.
'Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil..' isimli ilginç ve uzuuun bir şiiri de bu dergide okumuş ve Şeyh Şâmil ismini ilk kez bu şekilde öğrenmiştim.
Ortaokulda iken, yaz aylarında babamın yanında tuğla ocağında çalışıyor ve çamur içindeyken, bazan mırıldanarak, bazan yüksek sesle Şeyh Şâmil'in ve de Cemile'nin kahramanlığı üzerine, kafiye tutturmaya çalışarak şiirimsi bir şeyler okuyordum. (Merhûm) Babam ise, 'Oğlum, ekmek paramızı kazanmak için bizim burada çamurun içinde canımız çıkıyor, sen bana Kafkasya'dan, Cezayir'den söz ediyorsun..' diyordu. Ben ise, 'Baba, bu konular benim işime engel olmuyor ki..' dediğimde susmayı tercih ediyordu.
*
Babam, bazan, ortaokuldaki arkadaşlarımı sorar, ben de söylerdim.. Bunlar arasında bir de 'ermeni' Mehmed'in oğlu vardı.. 'Ermeni' Mehmed, Hristiyan iken sonra Müslüman olmuş bir ermeni idi ve son derece dindar bir kişi idi ve ailesi de öyleydi. Ama, ben babama ermeni bir arkadaşımdan söz ettiğimde, rahatsızlığını yüz hatlarından okur ve o arkadaşın da , babasının ve ailesinin de saygıdeğer kimseler olduklarını söylemeye çalışırdım, onu kızdırmadan.. O ise, ' Yahu oğlum, sonunda bir ermeni değil mi.. Müslüman olsa n'olur ki?' dediğinde, şaşırır ve 'Baba, meselâ bir arab da türkler için, onlar Müslüman olsa n'olur ki.. Kur'an'ı anlamazlar bile.. dese, aynı mantıkla doğru mu olurlar.' diye karşılık verince.. Babam, cevabımın mantıklı olduğunu gördüğünden olmalı ki, 'Oğlum, biz seni niye okutuyoruz.. Bizden daha iyi düşünesin..' derdi.
Düşünüyorum ki, babam aslında bu konuları dile getirmemden rahatsız değildi, ama, 9-10 nüfuslu bir ailenin ekmeğini çıkarmak için çamur içinde, kızgın güneş altında çırpınırken, çaresizlik içinde bunalmış durumdaydı.
*
Bu arada bazılarının elinde 'Risale-i Nûr' denilen sahifeler görüyordum ve bana da veriliyordu câmilerde.. Ama, dili çok ağırdı, anlamakta zorlanıyordum.. Onu okuyan büyükler de anlamıyorlardı. El yordamıyla biraz anlıyorlar ve gerisini, 'çok mübarek bir mânâsı olmalı..' şeklindeki bir takım yorumlara geçiştiriyorlardı.
Bu arada Samsun'da bir gazete vardı, adından da anlaşılacağı üzere, hiç aşırıcılığı yoktu (!?): 'Türk Kanı'
Bu gazetenin manşetinin sağ tarafında M. Kemal'e nisbet edilen, 'Türklük âleminin en büyük düşmanı komunistliktir, görüldüğü her yerde ezilmeli!' lafı vardı. 'Soğuk Savaş' çağındaydık..
Manşetin sol köşesinde ise, Said Nursî'nin, 'Riyaset türklere mahsustur, kürdler ise bu güçlü bedenin kuvvetli bazuları hükmündedir..' gibi bir sözü devamlı tekrarlanırdı.
*
1957 yılı Güz mevsiminde genel seçimler vardı.. Ortaokulun hemen üst tarafındaki Pazar yerinde seçim mitingleri yapılıyordu. Biz öğrencilere bu mitinglere gitmek yasaktı güya ama, teneffüslerde ve öğle yemeği aralarında kaçıp gidiyorduk, bazı arkadaşlarla..
Hemen her partinin adayları, kürsüye çıkarlar ve, 'Ben Çanakkale Savaşı'nda bir bacağını kaybetmiş filan.. Ben Filistin'de, Bağdad'da, Medine Müdafaası'nda bulunmuş, bir kolunu, gözünü vs. kaybetmiş filan..' diye başlarlardı nutuklarına..
Aman Allah'ım! Bu insanlar tarihin derinliklerinden konuşuyor gibiydiler. Çünkü, o savaşları tarih kitablarında okuyorduk. Ama, üzerinden sadece 40 yıl geçtiğini düşünmek bile istemiyorduk. Ve ben bugün bunları, üzerinden 60 yıl geçtikten sonra anlatıyorum.
O zaman çoğunluk sistemi uygulanıyordu seçimlerde.. Samsun meselâ 11 m.vekili çıkarıyordu ve hangi parti, bir oy bile fazla alsa, o ilin bütün m.vekillerini alıyordu. Samsun, genel olarak CHP'ye karşı olan kalelerden birisi olarak biliniyordu, 1930'lardaki Serbest Fırka denemelerinden beri..
Bizim ilçeden genç bir aday vardı, Demokrat Parti'nin 11 kişilik listesinden.. O aday, Yüksek Seçim Kurulu'nun nihaî aday listelerini radyodan açıklayacağı akşam, 700-800 kişilik bir yemek vermişti.. Davetliler yemeklerini yediler. Ancak, alfabetik sıradaki yeri dolayısiyle, Samsun'a gece yarısına doğru sıra gelmişti. Liste okunduğunda o genç adayın yerine, bizim ilçeden 1954-57 arasında meb'ûs /m.vekili olan bir kişinin adı okunmuştu. Anlaşılmıştı ki, o m.vekili Ankara'da gücünü göstermiş ve listeyi kendi istediği şekilde değiştirtmişti.
Bizim genç aday, aylarca, uzun süre toparlayamadı kendisini..
Ama, ne zaman ki, 27 Mayıs Askerî Darbesi oldu, hileli olarak kendi ismini yazdıran o m.vekili de tutuklandı, bütün Demokrat Parti kadroları gibi.. Artık, o kadro 'hain' sayılıyorlardı. İlçemizdeki köylerine dönen ailesi de lanetliler sınıfındaydılar artık.. Perişan vaziyette... Parasız.. Kimse hallerini bile sormaya cesaret edemiyordu.
Hakkı elinden alınan ve seçilemiyen o genç aday'ın, o meş'um askerî darbeden sonra, o aileye, 'Babanızdan Allah razı olsun, yoksa onun yerinde ben olacaktım..' diye haber gönderip, yıllarca gizlice yardım ettiği söylendi.
Selahaddin E. Çakırgil