'27 MAYIS 1960 ASKERÎ DARBESİ'NİN AYAK SESLERİ
İsmet Paşa etrafında toparlanan muhalefet Menderes Hükûmeti'ni sıkıştırıyor, gazeteler ve sokaklar ve fısıltı gazetesi tansiyonu yükseltmek için elden geleni yapıyordu. İsmet Paşa'nın CHP'si ile Osman Bölükbaşı'nın Millet Partisi 'Güçbirliği Cebhesi' oluşturmuşlardı.. Buna karşı Menderes'in Demokrat Partisi de 'Vatan Cebhesi' diye bir teşekkül etrafında topluyordu tarafdarlarını.. Ancak, devletin elindeki radyodan her gün Vatan Cebhesi'ne katılanların listelerinin yayınlanmaya başlanması işi tamamen çığırından çıkarmaya başlamış ve ülke çapındaki ayrışma ve cebheleşmenin tek taraflı olduğu kanaati yaygınlaşmıştı.
Bu arada Menderes, CHP'nin faaliyetlerinin araştırılması için (o zamanki ismiyle, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) Anayasa'da var olan bir hukukî imkânı harekete geçiriyor, Meclis'te bir 'Tahkikat Komisyonu' kurduruyordu. 'Tahkikat Komisyonu' çok geniş yetkileri haizdi ve çalışmalarını gizli yürütüyordu.
İsmet İnönü'nün o komisyonun teşkili sırasında Meclis'te yaptığı konuşmanın yayınlanması da yasaklanmıştı, ama, fısıltı gazetesi bu konuşmayı her tarafa yayıyordu ve o daha zehirli oluyordu. Paşa, orada, 'Şartlar oluşursa, ihtilal meşrû olur..' gibi eski İttihadçı dönemlerindeki darbeci- kurtarıcı mantığını tekrarlıyor ve 'O zaman sizi ben de kurtaramam..' diyordu.
Bu arada İstanbul'da (o zamanlar Şehzadebaşı'nda yapımı yeni tamamlanmış olan şimdiki İstanbul Büyük Şehir Belediyesi' binasında) yapılan NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı dolayısiyle CHP'nin tertip ettiği öğrenci gösterileri hakkında da matbuata yayın yasağı getirilmişti. Ama, o gece İngiliz yayın kuruluşu olan BBC radyosunu dinleyenler, dinlediklerini de abartarak ertesi günü her yerde, yollarda, otobüslerde, kahvelerde, hastahanelerde, adliye koridorlarında anlatıyorlardı ve 'Şu kadar kişinin öldüğü ileri sürülüyor' gibi beyanlar bile, 'Dün de şu kadar kişi ölmüş, BBC söyledi..' diye yaygınlaştırılıyordu.
Öte yandan, Sinan Omur isimli bir kişi tarafından da 'Hür Adam' adında bir haftalık gazete çıkarılıyor, bu gazete Demokrat Parti'yi 'Müslüman' gösteriyor, Halk Partisini ise 'Müslüman' Demokrat Parti'ye düşman bir siyasî kuruluş olarak niteliyordu. Halbuki, her iki parti de aynı laik temellere ve aynı resmî ideolojiye ve kemalist ilkelere bağlıydı. Sadece aralarında, geçmişteki faşizan uygulamaların biraz gevşetilmesi farkı vardı.
*
DUVAR GAZETECİLİĞİYLE YAZI HAYATINA ADIM ATIŞ...
Ankara'daki Sağlık Okulu'nda tahsil hayatım devam ediyor.. Derslerim iyi.. Öğleden önceleri hastahanelere staja gönderiliyoruz.
Geceleri geç vakte kadar okulun nisbeten zengin sayılacak kütüphanesindeyim. Benim gibi hemen tamamı köyden gelmiş olan diğer arkadaşlar ise akşamları alt katta, üst sınıflardan bir ağabeyin yönetiminde, 'modern hayata geçiş için, dans öğreniyorlar ya da ping- pong oynuyorlar.. Fırsat buldukça ping-pong oynamaya ben de katılıyorum. Ama asıl vaktim, haftada bir değiştirdiğim ve yenisini duvara astığım 'duvar gazetesi'ni çıkarmaya gidiyor. Yazıları daktilo ile yazıyorum. Bazı hocalarımızdan yazılar alıyorum, arkadaşların verdiği düzyazı ve şiirleri yayınlanacak hale getirmeye çalışıyorum.
Bir sayıda Hz. Peygamber (sav)'le ilgili uzuuunca bir yazı yazmıştım. Okulda gece nöbetçisi olan hocalarımızdan Op. Dr. Süreyya Bey yazıyı okumuş.. Bu kişi, ağabeyinin M. Kemal'in özel doktoru olduğunu da zaman zaman hatırlatırdı. Beni istemiş, gittim..
'Yazını okudum..' dedi, hâkimâne bir edâ ile.. 'Yanlış anlama.. İngilizlerin Anna Britannica diye dünyaca meşhur bir ansiklopedisi var, orada Hz. Muhammed için, 'O dünyanın gelmiş geçmiş en büyük insanıdır..' yazıyor' diye ekledi.
Ama, senin henüz bu yaşta bu konularla meşgul olman doğru değil.. 'Bak, arkadaşların kendi yaşlarına uygun konularla meşguller..' dedi. Ama, okul idaresinde olmadığı için, daha ileri bir şey söylemedi.. Ben de kendi çizgimde devam ettim..
*
VE BEDÎ-UZ-ZAMAN VE RİSALE-İ NÛR HAREKETİ..
Bedî'uz-Zaman Said Nursî'nin etrafında gelişen Nurculuk Hareketi ise, muhalif gazetelerin dilinden düşmüyor ve devamlı olarak irtica yaygarası koparılması için, özellikle onun Türkçesi pek anlaşılmayan, ağdalı ifadelerle yazılmış 'Risale-i Nur'ları' delil olarak gösteriliyordu. 450 yatılı öğrencinin okuduğu okulda Cuma namazına gizlice giden ve okulda da vakit namazlarını gizlice kılmaya çalışan 10-15 kadar öğrenci vardık.. Diğerleri ise, matbuatta çıkan 'irtica' konusundaki haberlerin her birisini sanki bir duymamışız gibi, özellikle 'Sizin adamınız..' gibi ifadelerle bize tekrarlıyorlar ve bizimle Said Nursî ve Nurcu denilen kesim arasında bir bağ kurmaya çalışıyorlardı. Halbuki böyle bir şey söz konusu değildi. Çünkü, her şeyden önce elimize geçen risalelerin dili çok ağırdı ve bir şey anlamıyorduk..
Bu arada Said Nursî'nin Mart -1960'ın ortasında Ankara'ya geldiği ve binlerce müridinin de Ankara'da toplandığı, matbuatta dehşet uyandıracak veya suçlama konusu olacak şekilde topluma yansıtılıyordu.
Merak bu ya, ben de göreyim şu kendisine bağlı olduğumuz havası estirilmek istenen kişiyi diye, kaldığı mekân olan, Anafartalar Caddesi'nde Erciyes isimli küçük bir otelin civarına gittim.. Yüzlerce- binlerce müridi etrafı doldurmuştu.. Sonra dediler ki, Üstad otelden çıkacakmış..
Bir araba geldi.. Gazetecilerin, Üstad'ın fotoğrafını çekmesini önlemek için etrafı kuşatılmış ve de şemsiyeler açılmıştı. Ben de yolun karşı tarafında bir binanın duvarındaki bir yüksek taşın üzerinden onu görmeye çalışıyorum.. Üstadı aşağı indirdiler, onu şöyle 15-20 saniye kadar görebildim.. Onu, camları perdelenmiş bir otomobile bindirdiler.
Ve araba hareket etti.. Sonra müridler de arabalarla, otobüslerle yola çıktılar.. Orası boşaldı..
Sonra anlaşıldı ki, Said Nursî Urfa'ya müteveccihen yola çıkmış..
Ama, üzerinden 4-5 gün geçmemişti ki, bir akşam, okulda, dışardan gelen arkadaşlar, 'Senin adam gitmiş..' diyerek haftalık 'Hür Adam' gazetesini uzattılar. Gerçekten de birinci sahifeden ve kocaman puntolarla veriliyordu haber, ama, o gün galiba 24 Mart idi, gazetenin baskı tarihi ise üç gün sonrasının tarihini taşıyordu. Önce bu tarih farklılığından dolayı inanmak istememiştim.. Ama, bunun, gazetenin toplanmasını engellemek için bir kanunî yol olduğunu o zaman öğrenmiştim.. (Çok sonraları, haftalık dergiler çıkarırken, toplatılmayı önlemek için, birkaç gün sonrasının tarihini koyarak, aynı yöntemi biz de uygulayacaktık.. Çünkü, dergimiz savcılığın eline üzerindeki baskı tarihi gününde verildiğinde toplatma kararı alınsa bile, elde bir şey kalmıyordu..) 'Hür Adam' da son anda bir baskı yapmış, Said Nursî'nin vefat ettiğini yazıyordu.
Gazeteciler Urfa'ya koşmuşlardı.. Said Nursî'ye bağlı olan veya sempati besleyen onbinler de Urfa'da toplanmıştı. Ancak, dönemin Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Dr. Namık Gedik'in, o cenaze törenine katılanlara karşı polis güçlerinin bile çok haşin davrandırdığı ve daha fazla kalabalıkların gelmemesi için yolları kestirdiği söylenmişti.
Bedî-u'z Zaman, sanırım Halil'ur'Rahman Camii'nin haziresine defnedilmiş, müridleri ve uzaktan yakından binlerce ziyaretçi de orada dualar ediyor, Kur'an okuyorlardı. Ama, Namık Gedik onlara bile rahat vermiyordu. (İki ay sonra 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi yapıldığında, darbeciler bu Namık Gedik'i, üzerinde 'Namık Gedik'in saltanat arabası' yazılı bir çöp arabasının arka tarafındaki çöpler arasında Harbokulu'na getirmişler ve onun orada, birkaç gün sonra kendisini, gözaltında tutulduğu odanın penceresinden aşağı atarak intihar ettiği açıklanmış ve birçok Risale-i Nûr talebesi, bunu onun Üstad'a yaptığı zulmün bir karşılığı olarak yorumlamışlardı.)
*
ÖRFÎ İDARE İLÂN EDİLMESİ DARBEYİ DAHA BİR KOLAYLAŞTIRDI..
Ankara ve İstanbul'da Örfî İdare (Sıkıyönetim) ilân edilmişti.. Ankara Örfî İdare Komutanı hâfızamda kaldığına göre Namık Argüç isimli bir generaldi. İstanbul Örfî İdare Komutanı ise, aynı zamanda 1. Ordu Kumandanı da olan Orgeneral Fahri Özdilek'ti. Özellikle onun bildirileri toplumun gözünü daha bir korkutuyordu. Beş kişiden fazla topluluklara ateş açılacağını bildiriyordu. (Bu general, 27 Mayıs Darbecileri arasında çıkacak ve o ihtilalin lideri olan General Cemal Gürsel'den sonraki en yüksek rütbeli asker olarak Millî Birlik Komitesi denilen 38 kişilik İhtilal Komitesi içinde yer alacaktı. Anlaşılıyordu ki, Sıkıyönetim ilânı belki sokağı disiplin altına alıyordu ama darbecilerin hazırlıklarını daha rahat sürdürmelerine de esaslı zemin hazırlıyordu.
Gen. Özdilek, ölümüne kadar da diğer darbecilerle birlikte 'tabiî senatör' olarak ömrünü tamamlayacak, o darbe ve idâm günlerini ise, ömrünün son demlerinde, 'Yaptık bir çocukluk...' diye mahcubiyetle hatırlayacaktı.)
Gazetelere sansür uygulanıyor ve baskıya verilmeden önce, basılacak sahifeleri tedkik eden bir subay, istemediği yerlerin çıkarılmasını istiyor, gazeteler de o boş kalan yerlere başka haber ve yazı koymadan, beyaz olarak çıkıyorlardı. Bu uygulama, aslında huzursuzluğu daha bir tırmandırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
*
28 Nisan 1960 günü okulun yemekhanesinde yemekte idik.. Yaklaşık 700-800 m. ilerde Hukuk Fakültesi tarafından dakikalarca süren ve yüzlerce namludan çıktığı anlaşılan mermi sesleri geldi..
Hocalarımız da, biz öğrenciler de dehşet içindeydik.. Hocalar, 'Kimbilir, belki de yüzlerce ölü ve yaralı var..' diye bizleri de etkilemeye çalışıyordu.. Bizi de okuldan çıkarmıyorlardı. Uzaklardan dalga dalga bir gulgûle halinde Plevne Marşı'nı okuyan gençlerin sesi geliyordu.. 'Tuuuna nehri akmaaam diyor.. Etrafımı yıkmam diyor…' Şaaanı büüüyük Osman Paaşaaa, Plevne'den çıkmam diyooor.. / Olur muuu bööyle olur muuuu.. Kardeş kardeeeeşi vurur mu…' vs..
Bu marşla o hadiselerin bir ilgisini kuramıyordum, ama her öğrenci gösterisinde artık bu marşın söylenmesi âdet olmuştu.
İkindiye doğru Hukuk Fakültesi'nde yaşananları görmek için o tarafa doğru gittik. Duvarlar mermilerle delik deşik olmuştu. Ama, doğrusu, gösteriyi dağıtmak için sadece duvarlara ateş edilmişti, ölü ve yaralı yoktu.. Biz Sağlık Okulu'nda olduğumuz için hastanelere girip oralardan bilgi alabiliyorduk.
Ama, o gece BBC'yi dinleyenler ertesi günü onlarca ölü ve yüzlerce yaralı var dediklerinde bu iddialar havayı zehirliyordu. Sıkıyönetim bildirilerinde bu konuyla ilgili hiçbir bir bilgi yer almıyor, sadece o hadiselerle ilgili her türlü yayına yasak getirildiği açıklanıyordu. Bu da, darbe mekanizmasını harekete geçirmiş olanların işine daha çok yarıyor; çok sayıda öğrencinin öldürüldüğü, ama bunun halka açıklanmadığı iddiaları havayı daha bir zehirliyordu... (Ki, ihtilal olduğunda bütün Türkiye'den iki- üç cenaze bulunacak ve onlar için büyük bir tören yapılacak ve merasim radyodan canlı anlatılarak halk kitleleri ağlatılmaya çalışılacaktı.)
*