1964'lerde, büyük çapta saç- tenekelerden yapılmış olan ve kışın ısıtılması ve yazın da kızgın güneşten korunması son derece zor ve hattâ imkânsız olan asker koğuşlarında, bizden önceki nesillerin anlattığı ve İkinci Dünya Savaşı yıllarına aid askerlikle ilgili anlatılan durumların aynen devam ettiği görülüyordu. Pislik diz boyuydu. Askerlerin banyo yapmaları imkânı son derece sınırlıydı. Askerler çamaşırlarını dere kenarlarında yıkar ve çalılıkların üzerine asarak kurutmaya çalışırlardı. Bazıları böyle bir temizlik dikkat ve imkânından bile yoksundular ve tabiatiyle 'bitlenme' olurdu. 150-200 kişinin kaldığı ve yatakların birbirine bitişik olduğu koğuşlarda bu 'bitlenme'nin bütün koğuşa yayılması hiç de zor değildi. Bu, öyle sıradan, basit bir bitlenme değildi.. Askerler eğitim için buz gibi havada dışarı çıktıklarında, biraz sonra güneş ısıtmaya başlayınca, askerleri yaka altlarında veya dikiş yerlerinden 'bit'ler bir sürü ve dizilirler ve güneşlenmeye çıkarlardı.. Askerler bu durumu yapabilecekleri bir şey olmadığı için, çaresiz kabullenirlerdi. Ve bu durumu komutanlar bildiği için, askerlere fazla yaklaşmazdı. Bu rezalet duruma karşı, benim de bulunduğum Sağlık/Sıhhiye bölümünün önerdiği tavsiyelere ise, kimse kulak asmaz ve ilaçlama yapılması yolundaki tavsiyelere, 'Tahsisat yok..' diye omuz silkerlerdi. Ama, özellikle 30 Ağustos ve 29 Ekim'lerde, Subay Gazinosu'nda su gibi içki tüketilir ve diğer harcamalar da cabası..
Bazı komutanların akşamları koğuşlara gelip, bazı eratı sıra dayağından geçirmeleri ve askerlerin üzerinde kızılcık sopaları bile kırılıncaya dayak faslından geçirmeleri ve boks veya tekwando gibi ferdî savunma sporları alanında eğitim almış genç teğmenlerin, 'Üniformama güvendiğimi sanmayın. Bakınız, üniformamı çıkarıp kenara koyuyorum, gözüne kestiren varsa, buyursun dövüşelim..' diye meydan okumaları ve tabiatiyle kimselerin ortaya çıkamayışı üzerine, muzaffer ve mağrur bir komutan edâsıyla 200-300 kişilik bir birliği sindirmesi ise bir ayrı konu..
Ama, uyuşturucu kullandığı bilinen bir er vardı, bu durumdan haberdar olunca, hemen komutanın odasına gidip, 'Komutanım, böyle bir meydan okumuşsun, ben orada yoktum.. Meydan okumanız boşa gitmesin, ben varım diye geldim' demesi üzerine, o komutanlardan nicelerinin, 'Gel bakalım, bir sigara tüttürelim. Birazdan çay da gelir..' diye, tehlikeyi bu taktikle savmaları, o komutanları da, o askeri de ayrı bir yere oturturdu..
Askerlerin ibadeti için, bazı birliklerde teneke barakalarda bir küçük mescid bulunurdu. Ancak, oraya gidilmemesi ve namaz kılınmaması için çok dolaylı bir psikolojik baskı uygulanır ve namaza gidenlere , akşamları genelde içki kullanan astsubaylar ve hele subaylarca alaylı bir şekilde 'hoca' diye hitab edilirdi..
Ama, hele de o günlerde ikide bir nükseden Kıbrıs Buhranı savaşa müncer olacak gibi bir gerilime dönüşmeye doğru ilerlediğinde aynı komutanlar , o 'hoca'ları çağırırlar, askerleri ibadete çağırmalarını ve onları şehadetin yüceliği konunda aydınlatmalarını isterlerdi.. Çünkü, askerin savaşması, ölümü göze alması için yüce ve kutsal değerlerle donatılması gerektiğini o sarhoş komutanlar bile biliyorlardı.
*
Burada bir diğer tablo aktarayım..
Isparta ve İzmir-Narlıdere'den sonra dağıtımım Ağrı'ya çıktı. Ağrı'daki merkezden çevre ilçelerdeki bağlı birliklere dağıtım yapılacak. Nereyi istersin denildiğinde, tarihî bir yer olması hasebiyle, Malazgirt'i istedim.
Ancak, Nisan ayı ortaları olmasına rağmen, yolun kapalı olması yüzünden Malazgirt'e otobüs gitmiyordu. Ağrı'da bir hafta kadar bekledikten sonra, öyle önü belli olmayan şekilde beklemenin sıkıcılığından da bir an önce kurtulmak ümidiyle, Ağrı'dan Van'a giden otobüslerle Patnos'a kadar gitmeye karar verdim ve yola çıktım. Patnos'dan Malazgirt'e de 45 km. kadar bir mesafe var.. Oraya nasıl ulaşacağımı da Patnos'daki şartlara göre belirlerdim..
Yol üzerine Hamur ve Tutak isimli kasabalardan güçlükle de olsa geçtik.. Yollar kar kaplı gözükmüyor ve karın eridiği yerler ise çamur deryası.. Lastiklerin çamurdan çıkması daha bir çetindi.
Nitekim, Ağrı - Patnos arasındaki yaklaşık 130 km.lik yolun ilk 80-90 km'sine geldiğimizde öyle bir çamura saplandık ki, o çamurdan otobüsü çıkarmak neredeyse imkânsız.. Yolcular inip, dondurucu soğukta otobüsü kurtarmaya çalışıyoruz ve bazan kurtarıyoruz da.. Ama, birkaç km. sonra bir diğer batağa daha saplanıyoruz..
Yan taraftaki koltuklarda oturan köylü-Kürd kadınları kendi aralarında konuşuyorlar, Kürdçe olarak fısıldayarak.. Ama, sonra herkesin duyacağı şekilde konuşmak gerektiğinde, mesela dua edecekleri sırada, Türkçe olarak konuşuyorlar ve 'Allah'ım, Kürdleri sen koru!..' diyorlardı. Herhalde benim dışındaki bütün yolcular Kürd idi. 'Böylece ben bu duadan istifade edemiyeceğim..' diye kendi içimden tebessüm ediyordum. Ama bu duadaki samimiyetin içinde kendimin dışlandığını da düşünmüyordum.. Çünkü, Samsun köylerindeki anam da, 'Allah'ım Türkleri sen koru!..' derken, maksadı, Türk olmayanları dışlamak değildi.. O Müslümanları kasdediyordu, şimdi burada da öyle oluyordu. Samsun'daki bir köylü kadın herkesi ne kadar Türk ve Müslüman biliyorsa, Patnos köylerinden bir kadın da, herkesi Kürd ve Müslüman sanıyordu.
*
Nihayet, 9 saatlik bir çetin yolculuktan Patnos'a vardım.. Burası, küçük bir ilçeydi.. Batısında Türkiye'nin Ağrı Dağı'ndan sonraki ikinci yüksek noktası olan 4.440 m.lik Sübhan Dağı, 40 km. kadar güneyde ise, Van Gölü kıyısındaki Erciş ilçesi yer alıyordu.
Patnos'da 3-4 gün kaldım.. Yol kapalı ve açılma ihtimali de yok.. Boş beklemekten sıkıldım..
Bu 45 km.'yi yürüyerek gidebileceğimi düşündüm.. Saatte 5 km. yürüsem diye bir hesap yaptım, 9 -10 saatte gidebilirdim.. Yürümeyi seven birisiyim de üstelik.. Yerde kar vardı, ama, yollar yer yer karsız ve görülebiliyordu.
Üzerimde ağır bir asker kaputu, Elimde birkaç kitabın bulunduğu bir plastik torba.. Sabahleyin güneş doğarken yola çıkmaya karar verdim. Yanıma yiyecek de almalı değil miyim?
Ama, 'yol boyunda Sultanmut diye bir köy ve de bir bakkalı da vardır' diyorlar... İhtiyaçlarımı oradan alırım, şimdi üzerime gereksiz yük almıyayım diye düşünüyorum ve yola çıkıyorum, 'Bismillah..'
Ve güneş doğarken Patnos'dan ayrılıyorum.
Hiç istirahat etmeden 6 saat kadar yürüdüm. Sonradan anladığım kadarıyla, ilk 35 km.'yi geride bırakmışım..
Ancak, yol boyunca ilk 20 km kadar gittiğimde hiçbir yerleşim birimine rastlamamışım. Halbuki, acıkma emarelerini hissetmeye başlamıştım.
Ne yapabilirdim..
Derken.. Karşıdan 4-5 atlı Kürd köylüleri geliyorlar.. Anlaşılan Malazgirt'ten geliyorlardı. Galiba bendeki acıkma emarelerini, onlar da hissetmiş olmalıydılar ki, selamlaştıktan sonra, 'Asker gardaş, açsın? Ekmek verelim..' dediklerinde eski huyum hükmünü yine icra etti ve, 'Hayır, teşekkür ederim..' dedim ve onlar köylerine, ben de Malazgirt'e doğru ilerlemeye devam ettim. (Yani, kendi hakkımda kopya veriyor gibi oluyorsa da belirteyim ki, bugün de, çok yakınlarım dışındakilerin, 'Aç mısın, bir şeyler hazırlayalım mı?' şeklindeki sorularına, 'Evet!' diyemem.)
*
Bir-iki saat daha ilerledikten sonra Sultanmut denilen köye vardım. Küçük bir gölcük veya su birikintisi kenarında, kubbemsi yapılarıyla toprak evler, çatıları filan yok, ve hava da artık kapanmaya ve yağmur- kar karışımı sulu-sepken dedikleri cinsten bir yağış hafiften başlamış.. Köy denilen bu yerde, ortalıkta hiç kimse gözükmüyor, köpek bile yok.. Gidip kapıları çalsam, karşılarında asker görenlerin tepkileri nasıl olur, o da ayrı bir konu.. Bakkal filan da Hak getire..
Yola devamdan başka bir çarem yok.. Ama, ilk 5 saatte yürüdüğüm 30 km. kadar yoldan sonra, bir daha kimseye rastlamadım ve açım.. Hesabıma göre geride, 10-15 km. kadar bir mesafe kaldı, hava da iyiden iyiye soğudu, asker kaputumun içine bile işlemeye başlayan yağış inceden devam ediyor..
Bir hesap yapıyorum. Yola devam edebilmem için, güç toplamam lazım.. 10 dakika yürüyüp 15 dakika kadar istrahat edersem, akşam karanlığına kadar Malazgirt'e varacağımı düşünüyorum. 10 dakikayı güç-belâ tamamladıktan sonra, yolun kenarında bir taş bulursam oraya çöküyorum.. 15 dakika istirahat edeceğim.. Ama, uyuyakalmışım, bir de uyandığımda bakıyorum ki yarım saat kadar uyumuşum..
Böyle fasılalarla yola devam etmeye çalışıyorum.. Bir taraftan da, donma tehlikesi geçiren kimsenin bedeninde müthiş bir sıcaklık, rehavet ve uyku hali hissedeceğini bildiğimden istirahat etmemeye çalışıyorum, donarım korkusuyla..
Fakat Malazgirt'ten hiç haber yok.. Uzaklarda dağlar var.. Ancak şehir gözükmüyor..
Bir atlı geliyor.. İçimden diyorum ki, 'Şu atlıya 50-60 lira vereyim, beni atının terkisine atsın, Malazgirt'e götürsün..' Ama, selâm veriyor, geçip gidiyor ve ben de ona da bir şey söyleyemiyorum. Sadece, 'Malazgirt uzak mı?' diye sorduğumda, 'Tee orada, dağların dibinde..' diyor.. Ama gösterdiği yer, insanın umudunu daha bir karartıyor. Çünkü, oralarda hiçbir şehir gözükmüyor..
Umudumu yitirmemeye çalışarak ilerlemeye çalışıyor ve ilerliyorum, nerdeyse yalpalayarak..
*
Derken…
Aaaa… Bir de ne göreyim..
Uzaklardaki dağların eteğinde aradığım Malazgirt, gözlerimin önünde.. Meğer burası, bir yer kırılması sonunda, 40-50 metre kadar aşağıda bir yerleşim birimi olmuş, uzaktan gözükmüyor..
Akşam karan karanlığında, ilçenin merkezine doğru gidip bir restorana dalıyorum. Yemek yiyorum..
Ama, şehirde, o saatte başka açık lokanta da yok ki, başka yerde bir yemek daha yiyeyim. O lokantada ise, sanki ayıpmış gibi tekrar bir porsiyon daha isteyemiyorum.
Biraz ileride bir fırın görüyorum, bir ekmek alıyorum. Ama, fırının 'tezek'le ısıtıldığını kokusundan hissediyorum. Tezeğin ısıtmada kullanıldığını biliyordum, ama, ilk olarak görüyordum.. Bir bakkaldan da biraz helva aldım..
Artık, bir de otel bulmam lâzım..
Otel veya misafirhane denilen 1-2 yer gördüm; yerlerde, yer yatakları sıra sıra.. Müşteriler uzanmışlar, uyuyorlar..
Ben ise, bir müstakil oda istiyorum, şöyle deriiin bir istirahat çekmek için.. Öyle müstakil odası olan bir misafirhane yok..
Birisi, 'Haa anladım diyor, sen löküs otel arıyorsun.. Biraz ilerde Hasanpaşa Oteli var..' diyor..
Oraya gidiyorum o misafirhanelere göre gerçekten de lüks bir yer.. Tek kişilik bir oda yok, iki kişilik var diyorlar.. İki kişiliğin de parasını veriyorum, 25-30 lira kadar.. Ekmeği ve helvayı da âfiyetle yiyor ve bir güzel doyduğumu hissediyorum. Ama, hissettiğim bir şey daha var, fırında hissettiğim 'tezek' kokusunun ekmeğe de sindiğini...
Sonra, saat 20.00 sularında, öyle bir uykuya dalmışım ki..
Uyandığımda, saat 05.30'u gösteriyor, ama, otelde bir sessizlik var.. Kalkıp kapıya bakıyorum.. Kapı kilitli.. İçerde kimse yok.. Kendimi bir yokluyorum.. Saatin gösterdiği 05.30'un akşamın saat 17.30 civarı olduğunu farkediyor ve kendime gülüyorum..
Bir de duş alsam diye düşünüyorum Otelde duş almak imkânı yok.. 'İlerde, kavaklıkta, bir güzel, löküs hamam var..' diyorlar.. O gece de orada kaldıktan sonra ertesi günü, öğleye doğru o lüks hamama gidiyorum..
Hamamda da artık âşina olduğum o ağır koku.. Evet, orası da tezekle ısıtılıyor!
Evet, henüz 50-55 sene öncelerdeki Doğu Anadolu'nun sosyo-ekonomik ve insanî şartlarının göz önüne getirilmesi için anlatıyorum bunları.. Bugün elbette oralar da bir hayli gelişti.. Ama, insan ilişkileri?
Meselâ, silahsız bir askerin, o kadar yolu herhangi bir korku hissetmeksizin, o şartlarda yaya olarak gidebilmesi bugün de mümkün müdür? Ama, inanıyorum ki, o sıcak kanlı Kürd köylüleri, bir asker gördüklerinde, ona, yine, 'Asker gardaş, ekmek verelim.. Acıkmışsındır..' diyecek kadar yüce gönüllüdürler.
*
O gün, askerî birliğime teslim olmadan önce tarihî Malazgirt şehrini göreyim dedim, biraz dolaştım.. Zâten, fazla bir yeri yok.. Sırtını bir kalenin bedenine dayamış bir şehir.. Hareketsiz.. İnsanlar genelde kahvelerde.. Şehrin kuzeye doğru açılan Murat Ovası'nda bereketli topraklar..
Biraz tahsilli tiplerden, Bizans İmparatoru Romenos Diogenos'un yenilgisi, esir düşmesi, hakimiyetinin çok net olarak kırılması ve Müslümanların Anadolu'da bin yıla yaklaşan hakimiyetine eşiklik eden 1071'deki Malazgirt Savaşı'nın cereyan ettiği mekânları soruyorum.. Anlattıklarına göre, benim yaya geçtiğin yol üzerine, Sultanmut köyü civarındaki yüksekliklerde kurulmuş imiş, Sultan Alparslan'ın otağı..
Bu şehirde bazı yerleri tarihe merakım dolayısiyle gezerken, bir taraftan, Sultan Alparslan komutasındaki İslam ordularını gören, yörenin Bizans hâkimiyetinde yaşayan Müslüman Kürd halkının, onlara yardıma koşuşlarını hayal ediyor ve kendimi de âdetâ Sultan Alparslan'ın muzaffer ordusundaki bir meşhur cılız asker gibi hissediyordum. (O cılız askerin adı Said idi.. Zayıf olduğu için, komutanlar onu cebhe gerisinde vazifelendirmek isterken, o ise savaşa, hem de en ön saflarda katılabilmesine izin verilmesi için yalvarıyordu.. Konuyu Sultan Alparslan duyduğunda, 'Allah'u Tealâ, kim bilir, zaferi belki de bu zayıf kulunun eliyle sunacaktır, bırakınız, ön saflarda yer alsın..' diye sevindirmişti Said'i.. Ve 2-3 saatlik müthiş bir meydan savaşının sonunda esir alınan Bizans İmparatoru Diogenos'un Sultan Alparslan'ın huzuruna , Said isimli o cılız asker eliyle sunulduğunu gözlerimin önünde canlandırmaya çalışıyordum.)
*
Akşama doğru, Fırat'ın bir kolu olan Murat Çayı'na karışan Gürbulak isimli ırmağın kenarındaki askerî birliğe gittiğim zaman, Alay Komutanı olan Albay, nasıl geldiğimi soruyor, hayretle.. Anlatıyorum ve şaşkınlığını gizleyemiyor ve, 'Evladım, ne acelen vardı.. Bu kadar yol, bu şartlarda ve bu coğrafyada!. Olacak şey mi?' diyordu..
*