Selahaddin E. Çakırgil

Bir ‘aile kurtarma’ operasyonu

Geçen yazıda kaldığımız yerden devam edelim: Diyarbekir'den beraber yola çıktığımız arkadaşım Ahmed'le İzmir üzerinden doğup büyüdüğü şehre vardığımızda.. Hükûmet tabipliğine uğruyoruz.. Ahmed'i tanıyorlar. Doktor arkadaş, 'Aşı yapmakta köylere yetişemiyoruz, personel de yok, araç da..' diye yakınıyor. Ben 'Ahmed'in köyüne gidince boş durmam, orayı aradan çıkarmış olursunuz..' diyorum.. İlaç, aşı ve enjektörlerin olduğu bir çantayı alıp, yola çıkıyoruz. Ama, öyle bir yağmur var ki.. dağların, çam ormanlarının arasından ve yol dışında çamurlu arazilerden, 3 saatlik bir yolculuktan sonra Ahmed'in köyüne varıyoruz, akşam karanlığı basmak üzere..

Ahmed'in ana-babası, oğulları oradan kızgın ve kırgın ayrıldığından, 'Eyvah bizim oğlan intihar eder..' diye korkuyorlarmış. Meğer Ahmed, bunaldıkça, 'Siz insanı intihar ettirirsiniz..' gibi lafları ana-babasına da söylemiş imiş.. Bu yüzden onu karşılarında görünce.. Sevindiler ve ağlaştılar.

Fakir bir köy olduğu anlaşılıyor. O yörede, ormanlar içinde, o kadar fakir bir köy olabileceğini beklemiyordum. Oranın temiz havası, tüberkülozu önlemeye yetmezdi.. O yoksulluk ve ayrıca, kırılgan insan ilişkileri ve düşmanlıkların hemen karşı tarafı öldürmek planlarına vardırılmasının bir gelenek haline gelmesi, tam da verem/ tüberküloz basili'nin istediği altyapı.. Zaten, dar sokak aralarından geçerken, sağda- soldaki evlerden en çok duyulan ses, kuru ve devam edip giden öksürük sesleri..

*

Ahmed'in anası çorba getirdi.. Çorbamızı içiyoruz. Kadıncağızın gözü Ahmed'den ayrılmıyor, gözü yaşlı.. Dudakları kıpırdıyor, anlaşılıyor ki dualar mırıldanıyor.

Sonra.. Yatsı vakti olmadan, dereler içindeki köyden, köy camisine gittik.

Namazdan sonra, caminin bitişiğindeki köyodasına geçtik, köylülerle biraz sohbet ettik.. Aynen bizim Karadeniz köylerindeki ruh hali ve sosyal perişanlık.. Tek fark, şive farklılığı..

Bir haftadır sicim gibi devamlı yağmakta olan yağmurdan dolayı ortalıkta kimse yok gözükmüyor.. Köyodasına vardık..

Hoşgeldiniz vs.. Ahmed'i tanıyorlar.. Daha önce de hükûmet doktoru ile köye yine gelmişler, bir aşı programı çerçevesinde.. Ahmed beni de ilçeye yeni gelen doktor olarak tanıtıyor.. Ahmed, 'yarın sabah köyde bir aşı yapacağız.. Fazla rahatsızlık vermez.. 2-3 günlük bir kırgınlıkla atlatılır..' diyor. O sırada da tüberküloza karşı BCG aşısı uygulaması var, zâten.. Ben de, aşı sırasında Ahmed'in resmen hanımı olan kıza 'Ahmed seni almaya geldi, hazır ol..' demeyi düşünüyorum.

Yatsı namazına sonrasında yağmur kesildi... Bulutlar çekilmeye yıldızlar göz kırpmaya başladı.. Biraz siyaset filan konuşuldu.. Köy AP'li.. Demirel'i destekliyorlar.. CHP döneminde jandarmadan ve tahsildardan neler çektiklerini anlatıyorlar..

Köylüler, '10 gündür mahpus kaldık, yarın hava yağmazsa, şehre gideriz, tarlaya gideriz vs. diye planlar yapıyorlar aralarında..

Muhtar efendi de herkese söylüyor, sabah saat 8'de herkes camiin önünde hazır bulunsun.. 150 hanelik bir köy..

Gece saat ilerledi.. Ahmed'in evine dönüyoruz.. Eve dönerken, Ahmed koşar adımla ve benden ayrı olarak ilerliyordu. Meğer, kızın evinin önünden geçiyormuşuz.. Ateş açarlarsa, 'İkimizi birlikte sanmasınlar' diye ayrı gidiyormuş..

Sabahleyin, hava bemberrak ve güneşli.. Etraftaki çam ormanlarından gelen nefîs bir koku âdeta insanı mest ediyor.. Sabahın saat 8 civarında elimizde çanta, çantada aşılar, camiin önündeki meydana doğru gidiyoruz.. Ama, aşı yapılacağını duyan-duymayan herkes işe-güce veya şehre 'kaçmış'.. Kim onca bunalmışlıktan sonra bir de aşı olup, 2-3 gün vücut kırgınlığını kim göze alır? Ortalıkta kimse yok.. Halbuki aşı yapılırken, kıza, o ilçeye giden yolun ters istikametindeki şoseye ulaşmak için, gitmesi/kaçması söylenecekti; tabiî, gelirse..

*

Ama, şimdi ortalıkta kimse yok.. N'apacağız, onu düşünüyorum..

Biraz sonra Ahmed'in kardeşi 'Kahvaltı hazır..' diye bizi eve çağırdı..

Meğer, hanım kız da - sonradan söylediğine göre- bizim yolumuzu gözler imiş.. -Ahmed'inin yanında birisi daha olduğuna göre- 'Beni almaya gelmişler' diye kurarmış zihninden.. Bir-iki dereyi aştık, Ahmed'in evine doğru gidiyoruz. Bir kız karşıdan bize doğru geliyor, sırtında bir su küpü, onu da iple alnından tutturmuş.. Eve suyu o yöntemle taşıyorlarmış..

Ahmed,

-Ağabey işte Zeyneb, bu gelen kız.. Haydi söyle de, filan ilçenin yoluna doğru çıksın..' diyor.

'Ahmed sen söylesene..' diyorum, ama Ahmed'in korku ve heyecan içinde.. Bir yerden sıkılacak bir kurşunla her an öldürülebileceğinin korkusunu taşıyor.

30 metre kadar ilerden bize doğru gelirken, yanından geçiyoruz kızın.. Kızcağız, bir şey hissetmiş olmalı ki, 'Sen ona bakma ağabey, o zâten korkağın biri.. ' demez mi..

Öyleyse.. '(filanca) … ilçenin yoluna doğru git..' diyorum.. O yol, köylülerin çoğunun gittiği ve o gün haftalık pazar kurulan ilçenin tam ters istikametinde..

-Tamam ağabey.. diyor, kız..

*

Eve gidiyoruz, kahvaltı yapacağız güya.. Ama, bir anda Ahmed kayboluyor ortalıktan.. Meğer, Ahmed, evde ana-babasına hiçbir şey demeden o yola çıkmış bile.. Ahmed'in babası ise, oğlunun her an vurulup öldürüleceği korkusu içinde..

-Oğlum nerede, Ahmed'im.. diye, nerdeyse feryadı koyverecekler, ana-baba..

Ben tahmin ediyorum, durumu..

-Amca, Ahmed'in gelir birazdan.. Ben geç kalıyorum.. Sesini çıkarma .. Yoksa oğlunu bir daha göremezsin.. Haydi eyvallah..' diye bir bardak çay içip, ayrılıyorum, o dediğim fundalıklar, çalılıklar içindeki patika yoluna doğru..

*

Ama, Ahmed ortalıkta yok.. Normal patika yolunda fark edilirim korkusuyla çalılıkların içinde saklanarak gittiğini görüyorum, ama öyle bir gidiyor ki, korku içinde gizlenerek kaçıyor âdetâ ve etrafa baktığı yok..

Ben ise, kızın söylediğim yola çıkabileceğini düşünüyorum, ama o da gözükmüyor ortalıkta..

Etrafa bakıyorum..

Yukarıda tepede bir merkep var..

Sonra bir de çalıların içinden el eden, buraya gelin diye işaret eden birisini görüyorum.. Bu anlaşılıyor ki Zeyneb.. Allı -eşilli bir fistanlı birisi..

Ahmed'e sesleniyorum, 'Ahmed bekle..' diye..

Ahmed'in geriye dönüp baktığı yok..

Ben kıza işaret ediyorum, 'Sen aşağıya gel!.' diye..

O da koşarak geliyor aşağıya.. Vadi boyunca ilerliyoruz.. Ahmed'in dönüp baktığı bile yok.. Dereboyunda ilerliyor, biz de geriden gidiyoruz.. Kızcağız, 'Ağabey sen ona bakma, o korkağın biri..' deyip duruyor.

Meğer, Zeyneb, dağdan odun eğlemeye, derlemeye gidiyorum diye çıkmış merkeple.. Merkebi orada bıraksa da, o kendiliğinden dönermiş..

'-Zeyneb bacı diyorum.. Ben senin ağabeyinim, tamam mı.. Ahmed de doktor.. Arabaya binince, onunla konuşmayacaksın, renk vermeyeceksin.. Seni hasta olduğun için hastaneye götüreceğiz, doktor öyle dedi, diyeceğiz, soran olursa..'

*

Biraz tedirginlik hissederlerse, bilirim, köylü merakı, acaip kurnaz sorular sorarlar, Kimsiniz, nereye gidiyorsunuz, bu kim.. diye..

İki-üç dere-tepe aştıktan sonra geriden gelen kimse de gelmediğine göre Ahmed biraz yavaşladı.. Dili açıldı.. 'Gız Zeyneb dedi.. Gıymetimi bilmezsin,. Bak senin için neler çekiyoruz..' dedi.. Zeyneb sustu..

*

6-7 tepe daha aştık, nihayet Manisa yoluna ulaştık.. Mehmed'e, 'üzerindeki yağmurluğu çıkar, Zeyneb giysin..' dedim. Çünkü, Zeyneb ev kılık-kıyafetiyle hazırlıksız, hemen, öylece çıkmıştı.

Zeyneb, 'Ağabey bizimkiler bu yolları bilmezler, hepsi de öte tarafa ilçenin pazarına gittiler..' dedi, Ahmed rahatladı..

Ahmed'e güven geldi, biraz yavaşladı, 'Gız Zeyneb, kıymetimizi bilmezsin, bak senin için nelere katlanıyorum..' deyip duruyor, başka söz bilmiyormuşcasına..

Sonra bir 'jeep /cip' geliyor, işaret ediyoruz.. Duruyor.. Bizi Manisa'ya ulaştırıyor. Orada bir pastahanede oturup bir şeyler atıştırıyoruz, ve bir-kaç saat sonra da, Konya'ya gidecek bir otobüsle yola çıkıyoruz. Ben, Diyarbekir'deki arkadaşlara 'Üç kişi olarak geliyoruz..' diye haber veriyorum, postaneden..

Konya'da da Adana'ya gidecek otobüsleri bekledikten sonra..

Ertesi gün sabah, 9-10'a doğru Adana'ya varıyoruz..

6-7 saat sonra da Diyarbekir'e bir otobüs var..

Adana'da Zeyneb'e bir şeyler alıyor, elbise, pardesü, ayakkabı.. ve yün çorablar yerine, şehirli kızların giydiği çorablar, beyaz tülbent yerine, bir renkli başörtüsü filân..

Ben de, bir-kaç saat vaktimiz varken, bir-iki arkadaşı ziyarete gidiyorum..

Otobüsümüzün saati yaklaşınca döndüğümde, baktım, Ahmed'in rengi korkudan beyazlaşmış.. İkisi de sinmişler, korku içindeler..

'-Hayrola?' dedim..

Ahmed, 'Ağabey bizi arıyormuş, jandarma..' dedi?

-Kim dedi?

-Aha, şu garson..

Garsona gidip sordum: 'Sen bunlara ne dedin?' dedim, tehdit havasında..

Garson suçlulukla lâtife arası bir kurnaz tebessümle, 'Âbi, çok sırıtıyorlar, korkutayım istedim.. Fazla gözükmeyin dedim, başka bir şey demedim.. Korkunca da şakayı söyleyemedim..' dedi..

Zavallılar, ailelerinin düşmanlıklarından o kadar korkmuşlardı ki, resmen ve şer'an da evli oldukları halde, öldürüleceklerinin korkusundan kaynaklanan tedirginliği, onları Adana'daki bir garsonun şakasıyla bile yeniden dehşete düşürmüştü.

*

Diyarbekir'e vardık, sabahleyin.. Önce, bize gittik, (rahmetli) hanım o zaman anladı, meseleyi.. Çünkü, Ahmed'in durumunu önceden söylemiştim.. Ve Zeyneb'i de sevdi, çünkü mazlum, şaşkın, köyden çıkmamış bir kız, şimdi korku içinde..

Sabah kahvaltısından sonra, Ahmed'le Zeyneb'i gönderdik, Ahmed'in şehrine..

*

Arkadaşları da memnun oldular, sevindiler..

Ancak bir problem oldu..

Oradaki memur hanımları, Zeyneb'i o köylü kızını, 1-2 hafta içinde, tanınmaz hale getirmişler.. Bir gün, karşıma geliverdiler, Ahmed'le.. 'Ağabey elini öpeyim..' dedi Zeyneb.. Ama, bu Zeyneb, tepeden tırnağa bir sosyetik Zeyneb olmuştu!.

Benim dünyamı bilenler, bana nazire yapmak istercesine, onu alıp başka bir dünyaya götürmüşlerdi.

Son derece üzüldük, hanımla..

'O kızın bambaşka bir dünyaya sürüklenmesinin sorumlu ben değil miyim?' diye acı çektim..

*

Ahmed'le bir seneye yakın hiç konuşmadım. Zeyneb de soğukluğu anlamıştı.. Diyarbekir'e geldiklerini duyuyordum, ama bana uğrayamıyorlardı.

Aradan bir yıl kadar geçmişti ki, çalıştığım daireye Ahmed geldi ve mahcub ve saygılı bir şekilde, 'Ağabey, Zeyneb elini öpmek istiyor' dedi, hemen ardından da Zeyneb, oda kapısından içeri giriverdi.

Gayet mazbut bir kılık-kıyafetle..

Son derece memnun oldum ve 'Şimdi bizim eve, ablanın yanına eve gidebilirsin hemen..' dedim.

*

1968'in son aylarında Diyarbekir'den ayrıldım.. Artık İstanbul'dayım.. Arada bir de olsa haberleşiyorduk.

*

Aradan 11-12 yıl geçti.. İstanbul'dayım.. Kader hükmünü icra ediyor.. Yazı hayatındayım.. Akıncılar'ın daveti üzerine konferans için 1979'da Akhisar'a gittim. Ahmed'in de artık orada olduğunu biliyordum.

Vaktim de var, akşam konferans saatine kadar.. Ahmed'i bulacağım.. Çalıştığı resmî daireyi buldum. Bugün izinli dediler.. Evinin adresini aldım.. Yerini tarif ettiler.

Bahçe içinde bir katlı bir ev. Kapıyı çaldım.. 8 yaşlarında bir kız çocuğu kapıyı açtı..

'Aaaa!' diye bir sevinç çığlığı attı.. 'Anne-anneee, Selâhaddin âbi..'

Şaşırdım..

-Sen kimsin, cici kız?

-Ben Leylâ, Zeyneb'in kızıyım..

-Sen nerden tanıyorsun beni?.

-Ben seni fotoğraflarından tanıyorum. Annem- babam, hep seni konuşurlar!

-Nerde, Annen-baban?.

-Annemin kalp rahatsızlığı var, bugün İzmir'e gittiler..

*

Sıcak bir Eylûl veya Ekim günüydü.. Bir tas ayran getirdiler, içtim.. Biraz sohbetten anlaşılıyordu ki o ilk yıllardaki düşmanlıklar-kırgınlıklar unutulmuş, kaynaşmışlar..

Sonra ayrıldım..

Bir daha zâten Türkiye'den 35 yıllık bir kopukluk dönemim başladı.

(Ve aradan 52-53 yıl geçmişti ki, 2020 yılının baharında Ahmed'le Zeyneb İstanbul'a geldiler, görüştük. Zeyneb'in kalp rahatsızlığı onu epeyce yıpratmıştı, ama, onu taşıyordu henüz.. Ahmed'in de sağlık problemleri vardı. Ama, yarım asrı geride bırakan müşterek hayatlarından bir hayal kırıklığı yaşamadıkları hallerinden anlaşılıyordu.

Çocukları, torunları, vs… Hayat bir şekilde devam ediyordu..

Ben ise, ortada çok açık bir şekilde gerçekleşmiş bir aile birliğinin, sırf köylerin o dar sosyal çevresindeki, çoğu basitin basiti sebeplere dayalı derin düşmanlıklar yüzünden yıkılmak istenmesine engel olmuş olmanın hâtırasını tekrar gözümün önüne getirip, -aynı durumlar olsa, aslında yabancı olduğum bu gibi maceralı durumlara atılmaktan yine geri durmayacağımı da düşünerek- bir hayra vesile olmuş olmanın huzûrunu yaşadım diyebilirim.)

*

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.