Diyarbekir'de 5 yıla yakın bir dönemdeki vazife ve ilgi alanım, sağlık teşkilatında, Hıfzıssıhha Enstitüsü'ndeki işimin gereği olarak sadece Diyarbekir'le sınırlı değildi, geniş bir bölgeyi de içine alıyordu.
Bugünlerde dünya çapındaki 'Coronavirus' salgını vesilesiyle haber bültenlerinde sıkça kullanılan 'filyasyon' kelimesi, aslında tam da bizim işimizi teşkil ediyordu. Bu Latince kelime aslında 'ipucu' mânâsına geliyordu. Yani, bir yerde bir hastalık mı var, hastayı tedavi etmek hastahanedeki doktorların işi..
Ama, o hastalığın ne olduğunu, nereden çıktığını, kimlere bulaşmış olabileceğini belirlemek 'Hıfzıssıhha'nın işiydi. Hıfzıssıhha, yani sıhhatin muhafazası, sağlığın korunması..
Bir yerde tifo mu var, önce, büyük ihtimalle içme sularına bir yerden kanalizasyon suyu bulaşması ihtimali vardır, bunları araştırmak; ya da bir yerden bir kuduz hastası mı geldi, bu hastayı ısıran köpek nerededir, bunları belirlemek Hıfzıssıhha'nın işiydi; onun için de sözgelimi Mardin'den gelen bir kuduz hastasının tedavisi hastahanede yapılırken, biz de Hıfzıssıhha ekibi olarak, Diyarbekir'den Mardin'e gider ve hattâ oradan Nusaybin'e ve oradan da Kaymakamlık'tan gerekli yazışmalarla, sınırın 500 m. ötessinde olan Qamişlu/Kamışlı ilçesine geçip oradaki sağlık teşkilatını da bu hastalıktan haberdar edip, kuduz köpeklerin itlâfı için bilgilendirirdik. Qamişlu, benim yurt dışına çıktığım ilk coğrafya oluyordu, 1966'larda.. Orada fark etmiştim; kendileri veya babaları rejimle problemli olan nicelerinin yaşadığı bir şehirdi burası.. Orada ikamet eden pek çok insanı görmüştüm. Onlar Türkiye'den gelenlerle sohbet etmek, haber almak, haber ulaştırmak, aşina simalar bulmak arayışı içinde idiler.
Orada birkaç saat dolaşmıştık arkadaşlarla.. Ancak Suriye'de o sıralar 6 neredeyse her 6 ayda bir, bir askerî darbe oluyordu. Biz de orada iken, 'Saray'da askerî hareketlilik var, yeni bir darbe olabilir' demişler ve biz de, 'Karışıklığın ortasında kalmayalım..' diye, akşam karanlığı bastırmadan Nusaybin'e dönmüştük. (Qamişlu'da Saray denilen yer, şehrin biraz dışında, yüksekçe denilebilecek bir mekandaki askerî birliklerin bulunduğu, kışla denilebilecek binalardan oluşuyordu.-
Ve yatsı vakti ise, Suriye'de yeni bir askerî darbe daha olduğu haberi almıştık..)
*
Bu da benim o bölgeyi tarihî ve sosyal açıdan daha bir yakından tanımama hizmet ediyordu.
(Tabiî o günlerde bu resmî vazifelerin dışında, 2-3 günlük tatil aralığının olduğu bayram vs. günlerinde, sabahın erken saatlerinde birkaç arkadaş, bisikletlerimizle yola çıkıp 100 km. kadar güneydeki Mardin'e gitmeyi kendimize hedef olarak seçer ve sabah namazını D. Bekir'den 30 km. kadar güneydeki Çınar ilçesinde kıldıktan sonra, saat 11-12.00 civarında Mardin'e ulaşır ve birkaç saat istirahat eder, günün sıcaklığı harareti söndükten sonra saat 17.00 civarında yola çıkar, gece 24.00 sularında Diyarbekir'e geri döner ve tabiatiyle, ertesi gün uzuuun bir istirahati de hak ederdik.. Ki, böyle bir bisiklet yolculuğu bugün için çılgınlık bile sayılabilir. Ama, hem yol emniyeti vardı, hem de trafikte araba çok az olduğu için birbirimizle rahat yarışırdık..)
*
Ama, Hıfzıssıhha Enstitüsü'nün çalışmaları esnâsında gittiğimiz her yerde birkaç saat kaldığımızda, işimiz bittikten sonra, çevreyi tanımak, halkla içi-içe olmak ayrı bir zevk idi.. (Bu yüzden diyebilirim ki, ülkenin en iyi bildiğim bölgesi, Doğu ve Güneydoğu idi.)
(Sultan Abdulaziz zamanında, miladî-1860'larda, artık genişleme -büyüme imkânı olmayan yukardaki Harput yerine aşağıdaki ovada kurulduğu için, 'Aziz'in mâmur-imar ettiği yer' mânâsında 'Mamûre-t-ul Azîz /diye anılan ve sonra kısaca El'Aziz denilen (bugün de Cumhuriyet döneminde, ne demekse Elazığ diye isimlendirilen) El'Aziz'de (özellikle Harput, Akkoyunlulardan kalma camileri ve türbeleri ve de kiliseleriyle) , Adıyaman, (hele de Kahta civarındaki Nemrud Dağı'ndaki kocaman taş heykeller, Romalılardan kalma ve hâlen de kullanılan görkemli köprüler), Bingöl, Bitlis, Muş (özellikle Hasköy ve Malazgirt) , Van (ve Aktamar Adası ve Van Gölü civarında harab olmaya terkedilmiş Selçuk dönemi câmiler, -ki, şimdi onarılmış vaziyette-), kiliseler ve Ahlat'ta Selçuklu döneminden kalma mescidler, türbeler, mezarlar; Siirt, Batman, Mardin ve Mardin'in her birisi ayrı bir tarih olan Midyat, Nusaybin, (ve, Nusaybin-Mardin yolu sapağında içerde, 2.500 yıllık bir geçmişi olduğu söylenen müthiş güzel Dara Harabeleri ve yeraltı sarayları veya zindanları, ve yine aynı yol üzerinde bulunan ve Süryanîliğin, en eski Hristiyan kiliselerinden birisi olan tarihî Der Zaferan Kilisesi) ve Hasankeyf ve sair şehirleri benim için çok ilginçti. Bu kadar zengin bir tarihi, çocukluğumun geçtiği Samsun yöresinde (az-biraz Amasya'da olsa da) görmem mümkün değildi.
Bu bölgeler tarih boyunca, çeşitli devletler, sultanlıklar veya mahallî beyliklerce idare edilmenin izlerini taşıyordu. Selçuklular, Eyyubîler, Hamdânîler, daha sonra, Kösedağ Savaşı'nda Selçukluların ağır şekilde yenilmesiyle gerçekleşen Moğol İstilâsı'ndan sonraki korkunç sosyal perişanlık ve fetret döneminde ortaya çıkan onlarca beylikler, Artukoğulları, Dulkadiroğulları, Mengücek Oğulları, Akkoyunlular, Osmanlılar vs. gelip geçmişler, her birisinden bölgede câmiler, kervansaraylar, imaretler/aşevleri, şifahaneler, çeşmeler, köprüler, ve yerli halkın sosyal alanda bir çok ihtiyaçlarına hâlâ da cevap veren derin izler kalmıştı.. Daha ilginci, Selçuklu döneminin mimarî çizgilerini yansıtan ve çoğu Hıristiyan Ermenilere ve kendilerini sadece Süryanî olarak isimlendiren Hıristiyan unsurlara aid Kiliseler de kalmıştı; bunların bir kısmında son 100 yıl öncesinin savaş ve karışıklık yıllarının etkisiyle tahribat izleri görülüyor. (Hıristiyan Ermeniler diyorum, çünkü Müslüman Ermeniler ya da ermeni kavminden olan Müslümanlar da vardı, bölgede..) Bölgedeki etkili 'Kürd ağaları'nın ikamet ettiği, Köşk veya Qasr olarak isimlendirilen şatoları andıran taş evlerle fakir halkın yaşadığı mahaller arasındaki derin uçurum da dikkati çekiyordu. Ayrıca, bu taş evlerin bir kısmının ermeni gailesi sırasında bölgeden ayrılmak zorunda kalan ermenilerden kalma olduğu söyleniyordu. Ki, Anadolu'nun birçok yerinde olduğu gibi bu bölgede de Hıristiyan ermeniler Müslüman halkla içiçe yaşıyorlardı ve 1915'lerde yaşanmış acı hadiselerin hatıraları her iki tarafça da karşı tarafa bir suçlama olarak yöneltilmiyor ve o hadiseleri onlarca kavmi ve farklı dinlerden on milyonları asırlarca barış içinde yaşatmış olan Osmanlı'yı vurmak için Rusya, İngiltere, Fransa vs. gibi dış güçlerce tahrik edildiğini söylüyorlar ve Ermeniler için, 1965-70'lerde bile, yani, dünyadaki bazı emperial odakların da desteğiyle, 50. Yılı'ndan söz ettikleri 1915'in Ermeni Hadiseleri yine gündeme getirilemeye çalışılırken, Müslüman halk onları eskiden olduğu gibi, geneli itibariyle yine hıyanet etmez bir 'kavm-i necîb /asil kavim' olarak niteliyorlar ve mahalleleri yine de iç-içe, kiliseleri câmilerin yanı başında ve işyerleri ise, zâten Müslüman esnafla yan yanaydı.
*
Kezâ, daha yakın dönemde, 1925'lerdeki Şeyh Said Hareketi'nin cereyan ettiği şehirler, vadiler, dağlar, ve o günlerden kalma, hattâ bir süre hapiste yatmış veya o çatışmalarda bizzat bulunmuş veya arada kalarak kolunu, bacağını, gözünü kulağını kaybetmiş canlı şahidler.. Birinci Dünya Savaşı yıllarında (bölgedeki ermenici Daşnak militanlarının da öncülüğünde) Rus Orduları'nca işgale uğramış -Van ve diğer- şehirlerde, o zamanlar 10-12 yaşında çocuk olup, benim orada olduğum dönemlerde artık 70 yaşına merdiven dayamış yaşlıların hikâyeleri.. Ve hattâ - asker bile olmadıkları, savaşlara bile katılmadıkları halde, ilerde esir değişiminde takas için gerekli olur diye- Rus ordularınca esir diye götürülmüş, Sibirya'da yıllarca kalmış kimselerden dinlediklerim..
Bunların her birisi bir ayrı destandır.
*
Ki, bir tanesini hemen burada aktarayım.. Diyarbekir'de bir Ali Efendi'miz vardı.. Ali Paşa Mahallesi'nde.. Ruslara esir düşmüş o zaman.. Rusya'da Bolşevik /komünist İhtilali olunca ve Rusya savaştan tek taraflı olarak kenara çekildiğini açıklayınca, geri çekilirken götürebildikleri kadar sivil veya askeri de yanlarında götürmüşler.
Ali Efendi de o şekilde gitmiş..
Sibirya'ya götürmüşler onu ve yaşlı bir karı- kocanın evinde onların hizmetinde olmasının tembihleyip gitmişler.. Bir daha neredeyse unutulmuş gibi, 3-4 sene kadar kalmış orada..
Özetle şöyle anlatırdı hikayesini.. 'Kaçmak istesen kaçarsın ya, nereye kaçacaksın?. Yol yok.. Vesait (tren-otobüs) yok.. Nereye gideceksin? Memlekete gitmek istesen, memleket hangi tarafta, onu da bilmiyorsun ki.. Doğru dürüst bir şehir bile yok. Buz gibi hava.. Doğru dürüst güneş bile göremiyorsun, ısınmak için.. Boş tarlaların içinde yaşlılar, kendileri çalışamıyorlar, ben onların evladı gibiyim artık.. Evin etrafındaki arazide patates, lahana, turp, çavdar, vs.. ekiyorum.. Birkaç tavuk.. İki de inek var, süt-yağ için.. Yaşlı kadıncağız, sıcak çorbamızı hazırlıyor.. Benim kirlenen çamaşırlarımı yıkıyor..
Sonra bizi aldılar oradan.. Getirdiler Batum'a ve oradan da Osmanlı makamlarına teslim ettiler... O yaşlı karı-koca göz yaşı döktüler arkamdan.. ben de ağladım.. Çünkü çok iyiliklerini görmüştüm. Sanki esir hayatı değil de yaşlı akrabalarımın hizmetinde imiş gibiydim.
Geldim Diyarbekir'e.. Anam-babam, hiç ummadığı bir anda beni karşılarında bulunca nasıl ağlamışlardı, sevinçten ve dualar etmişlerdi..
Anam, her yemek vakti, yanıma oturur, 'Ahh evladım, orada kimbilir ne acılar, ne yoksulluklar çekmişsindir..' der, tekrar tekrar sevinç gözyaşları dökerdi. Ben ise, ona derdim ki: 'Ana, o kadar acı ve ızdırab çekmedim. Bir karı-koca yaşlı aile yanındaydım.. Evet gavur idiler, ama, iyi insanlardı.. Ben orada bir gün bile sıcak çorbasız kalmadım, gömleğimin yakasının kirlendiğini görmedim. Kendi evladları gibi bakarlardı bana, ben de onlara yakın akrabalarım gibi.. '
Ben bunları anlatsam da o yine her yemekte yanıma oturur, 'Ahh oğlum, yıllarca gece -gündüz uyumadım, gözümün önünden gitmedin, senin için göz yaşı döktüm..' dedikçe ben de yine onu teselli etmek için, yanında kaldığım o yaşlı ailenin çok iyi insanlar olduklarını anlatırdım..
Ama, bir gün rahmetli anam, beni dinleyip sonra da; 'Oğlum, şu gâvurlardan bana 'İyi insanlardı..' diye söz edip durma.. Yoksa, kalbim ısınacak onlara..' demez mi!.
Bu söz beni çok düşündürdü, hâlâ da düşündürür.. Evet anamın endişesini yersiz bulmuyorum. Ama, onlara da gerçekten teşekkür borçluyum..
Demek ki, çok farklı dünyalara aid olmanın getirdiği bir korunma kaygusu ve ötekilere benzemekten kaçınmak duygusu.. Bunu da anlayışla karşılamak gerek..'
Evet, Ali Efendi'den ve anasından aktardıklarından benim de öğrendiğim hikmetli bir hikayeydi bu..
*
Bu vesileyle, bir de yine Diyarbekir'de, bir Süryanî ailenin mizah gibi, ama, çok samimî duygularının yansıtan ve o yıllarda, halk arasında tebessümlerle anlatılan bir hikâyeden söz edeyim.
Diyarbekir'de, bir Süryanî ailesinin de önde geleni bir koca kişisi ölüm yatağındadır..
Bir gün der ki:
-Bana çabuk bir hoca çağırın!.
-Niye?
-Rüyamda Muhammed Peygamber'i gördüm, ben Müslüman olacağım.
N'apsınlar.. Çaresiz, çağırırlar bir hocayı..
Ama, Hoca evin merdivenlerinden çıkarken, evin o büyüğü de dünyaya gözlerini kapar.
Etrafındakiler, ' Îsâ Efendimizi gücendirdi, Muhammed'i de kazanamadan gitti..' diye ağlaşırlar.
Tabiatiyle, iman konusunun böyle durumlarda nasıl değerlendirilmesi gerektiği bu sohbetin dışındadır. Kalblerde olanı sadece Allah'u Teâlâ bilir.
Sadece şu kadarını tekrar belirtmeliyim ki, bu gibi konular, Diyarbekir'de Müslümanlarda gayrimüslimler arasında, düşmanlık olmaksızın, bazan lâtife olarak, bazan tarafların okumuş-yazmış kişileri arasında ciddî olarak sohbet konusu olur; ama, karşı tarafın rencide edilmemesine azâmî dikkat gösterilirdi.
Hattâ şöyle bir nükteler de daha anlatılırdı..
'Bir Müslüman, bir Hristiyan arkadaşı ile sohbet ederken, 50 şu kadar yaşa geldim, borçtan da kurtulamadım, evim yok.. Vs..' der. O da, 'Gel bizim papaza anlat derdini, şayet bir çare olur. Tabiî, Hristiyan olursan..' der.
Bizim Müslüman da , 'Hele bir görüşelim..' der, kiliseye gider.. Papazın sorularına müsaid cevaplar verir.
Papaz, onu alır karşısına, 'Şimdi, ben dualar okuyacağım.. Sen de benim dua sözlerimi tekrarlayacaksın..' der, ama, o sırada ışıklar söner.. Bizimki elektriklerin kesildiğini sanır. Halbuki o törenin bir parçasıdır, o karanlık.. Bizimki karanlıktadır ya, dualarla kurtulacaktır, o karanlıktan.. Yarım saat kadar duanın belli bir yerinden sonra, artık yeni ve aydınlık bir dünyaya girmekte olduğunun işareti olarak ışıklar daha bir parlak yanar ve papaz, 'Sen de artık bizim milletten oldun..' der. Ama, karanlıktan ışığa geçince, adamcağız, gözlerini oğuşturur, ve sıkıntılı bir durum sona erdiğinde bazı yörelerde adet olduğu üzere, 'Allahumme salli alâ Muhammed'un ve âlihi ve sellem..' ' der.. Ama, Papaz, 'Artık öyle demek yok, sen artık Hristos'a dua edeceksin..' der.
Bunun üzerine, o kişi, 'Yani ben karanlıktan aydınlığa çıkınca, veya kesik sular gelince.. 'Allahummme salli alâ Muhammedun…' diyemeyecek miyim... Ben bu işte yokum!..' der.
(Devam edeceğiz, inşaallah..)