Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Mart 9, 2020
Vesayetçi sistemin darbecileri...
Sesli dinlemek için tıklayınız.

1965 seçimlerinde (ki, 15 Ekim'de yapılmıştı) Adalet Partisi'nin tek başına ve büyük çoğunlukla iktidara gelmesi, İsmet İnönü'nün ağır bir yenilgi alması, 'statüko'yu, -hattâ Demokrat Parti'nin 10 yılında bile, 42 yıldır elinde tutan elinde tutan- 'bürokratik oligarşi'yi ve arkalarındaki ihtilalci, darbeci laik-kemalist askerleri çok rahatsız etmişti. Nitekim, daha sonra anlaşılmıştı ki, seçimin AP tarafından kazanılacağı tahmin edilince, bir cunta yapılanması, 5 Ekim'de, yani, seçim yapılmadan 10 gün önce idareye yeniden el koymayı kararlaştırmıştı. Önemli generallerden ve diğer subaylardan oluşan bir cuntaydı bu..

Bu darbeci subaylar, özeellikle de 'İttihad-Terakkî' döneminden beri kendilerini 19. Asr'ın Prusya subaylarına ârız olan ve kendilerini 'yarı tanrı' gibi ve kendi istedikleri şekilde bir toplum oluşturmak için, 'toplum mühendisliği'ne soyunmakta hak sahibi kimseler olarak görüyorlardı. Bu, gerçekte, hele de son 300 yılımızda mübtelâ olduğumuz bir 'Yeniçeri Hastalığı..' idi.

Ama, Başbakan İsmet İnönü, Belçika'da uygulanan 'd'Hont Sistemi ve Millî Bakıyye Sistemi' gibi isimlerle anılan hesaplamaları oldukça karmaşık seçim kanunu değişiklikleriyle 'seçim kazanacağı' ve 'Başbakanlığa yeniden döneceği' ihtiras ve hayaline kapıldığından o ihtilâl planını önlemişti.. İsmet İnönü'nün siyasî ihtirasının, hattâ rakiplerini bertaraf etmek pahasına olsa bile, oldukça güçlü olduğu, öteden beri siyasî tarihimizde kabul edilen bir meşhur özelliğiydi ve bu durumun, onun da henüz 30 yaşlarındayken saflarında yer aldığı 'İttihadçı'larla birlikte olmasından ve İttihadçılar'ın 'komitacılığı' ise, silâhlı siyasî mücadeleler yapmasından kaynaklanıyordu. İttihadçılık, bizim toplumumuza, 'hedefe varmak için her türlü vasıta mübahtır' anlayışını hediye (!) etmişti. Bu anlayış yüzünden 'ihtilâlciliği' vazgeçilmez biliyorlardı. '27 Mayıs 1960 İhtilâli' öncesinde de İsmet İnönü, 'Şartlar oluşursa, ihtilâl meşru olur.' dememiş miydi?

İhtilâl olduktan sonra ise, İsmet Paşa'ya ârız olan iktidar aşkını Gen. Cemal Gürsel, gazetelerin manşetlerinde de yerini alan, 'İsmet Paşa, gerdeğe girmeye hazırlanan bir damad gibi heyecanla Başbakanlığın kendisine verilmesini bekliyordu..' diyerek açıklamıştı.. (Ki, CHP, darbeci yöntemleri, kendi siyasî ideolojisi ve çizgisi için hep etkili bir çözüm olarak görmüştü. Ama, açıkça ihtilâlci olduklarını açıklayamıyorlardı. Ama, İsmet Paşa'nın yakın çevresinden -sanırım, Kastamonu meb'usu idi- Avni Doğan, bir keresinde, '27 Mayıs'taki etkimizi niye reddediyoruz ki.. Hem o İhtilâl'in yapıldığı günü, Hürriyet ve Anayasa Bayramı diye kutluyoruz, hem de bu kutlu gündeki pay ve etkimizi açıkça kabullenmiyoruz. Bu, doğru bir tavır değildir..' diyebiliyordu.)

Süleyman Demirel liderliğindeki (AP) Adâlet Partisi'nin yüzde 52 gibi çok yüksek bir oyla seçilmesi, başta İhtilâlci askerî kesimler olmak üzere, sivil ihtilâlciler ve hattâ sivil generaller durumunda olan 'kemalist' cenahı çılgına çevirmişti. Çünkü, 27 Mayıs'ın ve idâmların üzerinden 5 sene geçmekteyken yapılan ve ihtilâlin ilk şoklarının atlatılmasından sonra yapılan bir seçimde, o ihtilâle ve sonuçlarına kesin bir sille indirilmişti..

*

27 Mayıs milletten sille yemişti..

Seçimleri kazanan partinin lideri olarak, -bir AP heyetinin başında- Demirel, İhtilâl'in lideri ve Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Gen. Cemal Gürsel'i Çankaya'da ziyarete gittiklerinde, -esasen son 2-3 yıldır hasta ve baston kullanarak yürürken oldukça zorlanan Cemal Gürsel'in, çekmeceden bir tabanca çıkararak masa üstüne koyup, 'İsterseniz beni öldürünüz, işte tabanca..' dediği, Demirel'in ise, 'Aman paşam, biz intikam almaya değil, milletin iktidara getirdiği bir parti olarak millete hizmet için yapılması gerekenler üzerine zât-ı âlinizle görüşmeye geldik..' dediği kamuoyuna yansımıştı.

Ve.. Demirel Başbakan olmuştu, ama, kemalist-laik ve solcu kesimler bu yeni hükûmet'e rahat vermemeye kararlıydılar. Çeşitli sebeplerle mitingler, protesto gösterileri yapılıyor ve Demirel'in 'Amerikan uşağı olduğu' iddiasına ağırlık veriyor, 'Bağımsız Türkiye..' sloganlarının yükseltiyorlardı. Ancak, 'Bağımsız Türkiye'den hedefin ne olduğu pek anlaşılamıyordu. Hattâ bazı hemşehri grupları, bu mitinglerde 'Bağımsız Türkiye' yerine, mahallî şiveleriyle, 'Bakımsız Türkiye!' diye ilginç sloganlar yükseltiyorlardı.

Ülke, gerçekten de 'bakımsız'dı.. Halkın yüzde 70'inden fazlası köylerde yaşıyordu ve ülke bir ziraat ülkesiydi, ama, köydeki insan toprağı yine işletemiyordu ve Amerika'dan buğday gelmesi gecikirse, aç kalacağımız sık sık gündeme getiriliyordu.

Dünyada ise, en başta , Amerika ve Sovyet Rusya arasındaki uzay yarışması vardı. 1961'de Sovyet Rusya kozmonotu Yuri Gagarin'in, fırlatılan bir füzeyle ilk kez olarak dünyanın çekim alanı dışına çıkıp, fezanın derinliklerinde tur attığına dair haberlerle başlayan füze teknolojisi yarışları Sovyetler Birliği ile B. Amerika arasında uluslararası efkâr-ı umûmiyeyi/ kamuoyunu etkilemek yarışına da dönüşüyor; fezaya her iki taraf da yeni füze ve uydular fırlatıyorlar; Sovyet Lideri Nikita Kruşçev'in New York'ta, BM Genel Kurulu'nda konuşurken, kendisini protesto edenlere karşı, ayağından bir ayakkabısını çıkarıp önündeki masaya vurarak, 'Hepinizin torunları komünist olacak yarınlarda..' gibi cümleler kurarak yaptığı konuşma aradan yıllar geçtiği halde dünyada yarı eğlence, yarı korku uyandıracak şekilde yankılanmaya devam ediyordu. Üstelik de, Kruşçev, 'Stalinizm'e ihanet etti, komünizmi sulandırıyor..' gerekçesiyle Sovyet liderliğinden azledilip, yerine katı Stalinci görüşlerle hareket edeceği anlaşılan Leonid Brejnev'in Sovyetler'in yeni lideri olmasına rağmen..

Bu gelişmeler ışığında, Amerika'nın Sovyet Rusya'dan ve ideolojik açıdan kapitalizmin de komünizmden geriye düştüğü dünyadan bizim ülkemize de yansıyor ve taa kahvehanelerdeki sohbetlere kadar yayılıyordu. Kahvehanelerde, köşe başlarında işsiz, boş-boş oturan insan yığınları ise, bu olup bitenleri, 'mizah dergileri'nin, 'Onlar ay'a, biz yaya..' gibi sâde ibarelerle beslenen karikatürlerle değerlendiriyorlardı.

İşsiz, fakir kitleler böylece en sâde şekliyle bile, bu ideolojik yarışta yönlendiriliyorlar, 'Rusya'nın da güçsüz olmadığı' şeklindeki kanaatlerin yaygınlaşması bile solcu kesimleri memnun etmeye yetiyordu. Bu arada gerçi, 'Komunizmle Mücadele Dernekleri' de her tarafta şubeler açıyordu, ama, bu derneklerin yönlendirebildiği büyük kitleler yoktu. Çünkü, Müslüman halk kitleleri, 'iki kâfir'den birini tercih etmek zorunda kalmanın ruhî çelişki ve sıkıntılarını yaşıyorlardı.

*

ANADOLU ŞEHİRLERİ DE DERİNDEN GELEN BİR ŞEKİLDE İÇTEN İÇE KAYNIYORDU..

Bu arada, daha dikkatli bir İslâmî çalışma için yapılması gerekenleri düşünen çevreler de Anadolu'nun her bir tarafında yavaş yavaş güçleniyorlardı. Özellikle Seyyid Qutb (Kutub)'un 'İslam'da Sosyal Adalet' adıyla türkçeye Yaşar Tunagür hoca tarafından çevrilen kitabı, okuyanlar üzerine derin etkiler meydana getiriyor, İslâm'ın sadece fıqhî bilgilerini öğrenmek durumunda kalan özellikle genç nesiller, inançlarının bütün bir dünyayı tanzim etmeye açısından önlerinde yeni ve engin ufuklar açıldığını görüyorlardı.

Bu arada, özellikle Necîb Fâzıl'ın Anadolu'nun büyük şehirlerinde düzenlenmeye başlayan ve diğerlerine de örnek teşkil eden konferansları özellikle genç nesiller üzerinde derin izler bırakıyordu.

Ne var ki, yoksulluk şartları bütün o genç nesilleri de kuşatmıştı. Düşünülsün ki, 1966-67 kış ortasında Necîb Fâzıl bir konferans için Diyarbekir'e getirilmişti. Dağkapı semtinde, Orduevi'nin yakında bir sinema vardı. Hava buz gibiydi.. Sinema da buz gibiydi ve tıklım tıklım dolu olan salonu, nefesle biraz ısınıyordu.

70'ine merdiven dayamış Necîb Fâzıl'ın önünde bir basit masa, bir tahta sandalye.. Ve onu ısıtmak için bir elektrik sobası bile çekilememişti..

Ama, Üstadın konuşmasıyla heyecanlanmış, hıncımız yüreğimizi ve bedenlerimizi ısıtmıştı.

Ancak program bittikten sonra, Üstad, 'Hemen uçağa yetişmem gerekiyor..' dediği zaman, kimsede bir otomobil olmadığı gibi, onu hemen havaalanına ulaştırması için bir taksiyi çağıracak para da yoktu. Vakit daralıyordu.. Nihayet, gariban bir Müslüman çekinerek, 'Benim bir triportörüm var, ben götüreyim..' dedi ve üç tekerlekli küçük arabasıyla Meyve-Sebze Hali'nden manavlara sebze taşıyan o kişi direksiyonda, yanına Necîb Fâzıl güç-belâ oturdu ve havaalanına öyle gönderilebildi. Havaalanında uğurlayan kimse yoktu.

Bugün o sahneyi hayâl etmek bile niceleri için muhaldir.

Evet, o kadar yoksulluk, darlık, bize yeni bir dünya kurmak azmi veriyordu ve İslam' gökyüzünden bize göz kırpıyordu.. Biz ise, onu yeryüzüne indirmek ve hayatımızı o inanç sistemimize göre düzenlemek istiyorduk..

Yoksulluk ve imkânsızlıklarımız bizi pısırık yapmıyor, tam tersine daha bir azimli hale getiriyordu. (Bugün ise, ulaşılan zenginlikler, nicelerimize bir rehavet verdi. 50 yıl öncelerde, gece-sabahlara kadar sohbet edip, gelecekteki dünyamız için neler yapmamız gerektiğini birlikte düşündüğümüz niceleri, şimdi, 'Ne güzel günlerdi o günler ağabey.. O ideallere bugün de bağlıyım.. Ama, şimdi belli bir makamım , bir akademik titrim, arabam, evim, huzurum var, geçmişteki o güzel idealler için bunları fedâ edemem.. Fedakârlığı biraz da yeni nesiller göstersin..' diyorlar..)

*

Evet, o dönemden bir sosyal kesit böyleydi.. Ve, öte yandan, karşıtlarımızca, toplumu tahrik edecek veya korkutup sindirmeye vesile olacak bazı düzmece entrikalar da tezgâhlanıyordu. Nitekim, o sırada ülkenin çeşitli köşelerinde 'irtica /gericilik vak'aları' meydana geldiğine dair düzmece iddialar, büyük gürültüyle topluma devlet radyosu ve laik matbuat aracılığıyla duyuruluyordu. Bir kısım Müslümanların bir evde oturup sohbet etmeleri bile 'gericilik' sayılıyor, evler basılıyor, ele geçirilen suç unsurları açıklanıyordu: 'Şu kadar dinî kitab, şu kadar tesbih, şu kadar takke ele geçirilmiştir.'

'27 Mayıs 1960 Darbesi'ni yapan MBK üyeleri zorla kabul ettirilen 1961 Anayasası ile Meclis'e ömür boyu-Tabiî Senatör sıfatıyla sokulmuştu. Onlar kendi tarif ettikleri 'kemalist-laik ve sol' çizgilerinde bir sapma olursa, toplumu karıştıracak şirretlikleri devreye sokabileceklerini düşünüyorlardı. Bu bakımdan çoğu uyduruk iddia ve haberlerle kamuoyuna duyurulan o 'irtica/ gericilik' senaryolarına dayanan darbeciler, 'irtica yuvaları olan yerleşim birimleri'nin buldozerlerle yerle bir edilmesi' şeklindeki sözleri radyolardan günlerce tekrar tekrar yayınlanıyordu..

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN