27 Ekim 1965'te tek başına iktidara gelen Süleyman Demirel'in Başbakanlığının ilk aylarında, Cemal Gürsel'in hastalığı artmıştı.
Sonunda Devlet Başkanı'nın tedavi için Amerika'da, Washington'daki bir hastaneye nakledilmesi kararlaştırılmıştı. Gürsel Amerika'ya gönderilirken, millete bir vedâ cümlesi bile kuramıyacak kadar ağır bir koma durumundaydı.
Cumhurbaşkanı vazife başında olmadığı zamanlarda ona Anayasa gereği, TBMM. Başkanı Devlet Başkanı'na 'vekâlet' ediyordu. O da, AP'nden bir üye olduğu için, bu hastalık, Demirel'in o ilk yıllarında, elinin açık olmasına epeyce yardım etmişti.
Gürsel'in Amerika'daki tedavisi 7 aydan fazla sürdü, ama, bir olumlu netice alınamadı.
İlgi çekicidir, Gürsel'in uzuuun koma hali, halkın büyük kesimleri tarafından, 'Onun ve arkadaşlarının Adnan Menderes'e yaptıkları zulme bir ilahî karşılık' olarak değerlendiriliyordu.
Sonunda, Gürsel Amerika'dan gittiği gibi geri getirildi, koma halinde.. Bir tıbbî heyet, Gürsel'in artık vazifesini yapamayacak durumunda olduğuna dair bir 'Tıbbî Heyet Raporu' verdiler ve böylece onun Cumhurbaşkanlığı sona erdirildi.
Süleyman Demirel, başbakanlığının henüz ikinci yılında, bir 'Cumhurbaşkanlığı Seçimi' mes'elesiyle karşı karşıya gelmişti. En çıkar yol olarak, devletin başına bir başka generali getirmeyi akletti ve Genelkurmay Başkanı Gen. Cevdet Sunay'ı Cumhurbaşkanı seçtirdi.. Sunay'ın C. Başkanı seçilmesinden 22 sene sonra, Turgut Özal, 1989'da (ANAP) Anavatan Partisi'nin Meclis'teki ekseriyetine dayanarak kendisini C. Başkanı seçtirmeye kalkıştığında, kemalist-laik çevrelerde yeni bir vaveylâ kopmuş, ilginçtir, onun C. Başkanlığı'na Demirel de karşı çıkmıştı. Turgut Özal, Demirel'e, 'Aklını kullanaydın da, 1967'de Cevdet Sunay yerine kendini seçtireydin..' dediğinde, Demirel de, ona, 'Adnan Menderes ve 2 Bakan'ının idâm edildiği o günün şartlarını bilmeden şimdi böyle rahat rahat konuşabilirsin..' diye karşılık verecekti.
Böyle de denilmesinde Demirel'in haksız sayılamıyacağı yine de söylenebilirdi, ama, yine de Demirel'in 'asker' fobisinden/ korkusundan kendisini kurtaramadığı hep görülecekti. Bunda, Adnan Menderes'in idâm edilmesinin de rolü vardı elbette.. Ama, ondan sonra, iktidarda olduğu dönemlerde de, Demirel'in gözünü, 'asker'lerin, ya da o günlerdeke matbuatta âdet olan isimlendirmeyle 'zinde güçler'in rahatsızlıklarını yansıtan kımıldanmalar olup olmadığına yoğunlaştırdığı anlaşılıyordu.
Nitekim, 1987'lerde, siyasî yasakları kaldırıldıktan sonra verdiği bir mülâkatta, 'Ben asker ile 2 kez mücadeleye girdim ve ikisinden de yenik çıktım ve anladım ki, askerle savaşılmaz..' diyecekti. Bu teslim bayrağını çekmesinin karşılığını, 1993'de C. Başkanı Özal'ın ânî vefatı üzerine, Ordu'nun desteğiyle ve problemsizce Cumhurbaşkanı seçilmesiyle alacağı görülecektir.
Demirel'in sözünü ettiği bu mücadeleden birisi, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi'yle iktidardan düşürülmesidir. O zaman, Ordu'nun emir-komuta disiplini içinde yayınladığı bir askerî muhtıra ile düşürüldüğünde, Demirel'in, 'Ne yapayım; onların elinde tank, top, savaş uçağı var.. Benim elimde de var mı? Yok.. Ya, bana da o silahları versinler, ya da onlar üniformalarını çıkarıp gelsinler; siyaset meydanına, mücadelemizi burada yapalım..' demesi meşhurdur.
Demirel'in sözünü ettiği askerle olan ikinci mücadelesi ise, Başbakan'ken, kendisinin Genelkurmay Başkanı olmasını sağladığı General Kenan Evren liderliğinde yapılan 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi ile bir kez daha devrilmesini takiben, Gen. Kenan Evren rejiminin1982'de, -12 Eylûl 80 öncesi siyasî liderlere siyaset yasağı getirdikten sonra,- meydana yeni siyasetçilerin çıkması için yeni siyasî partiler kurulmasına izin vermesi üzerine; Demirel'in gizlice, eski bir orgeneral ve KKK olan Ali Fethi Esener'i öne sürüp, onun liderliğinde, Büyük Türkiye Partisi adında bir parti kurdurması ve bu partinin kısa zamanda bütün ülkede büyük bir ilgi ve heyecanla teşkilatlanıvermesi üzerine, Evren'in bu partiyi de kuruluşunun henüz 20. gününde kapatması hadisesidir. (Ki bu gelişmelere, sırası geldiğinde, teferruatıyla değinilir, inşaallah..)
*
S. Demirel, iktidara geldiği ilk yıllarda, hattâ ilk aylarda, toplumun çeşitli kesitlerinden gelen taleplere cevap vermek istiyordu.
Bunlardan birisi, Adnan Menderes'in, idâm edildiği İmralı Adası'nda defnedilmişken; 6 yıl sonra da olsa kemiklerinin oradan getirilip Eyyub Sultan'ta bir yere defnedilmesi idi.. Hattâ, matbuatta, mezar yerinin hazırlanmaya başladığına dair haberler birinci sahifeden verilmeye bile başlanmıştı ki, bir yerlerden, darbeci- askerler kesiminden esen şiddetli rüzgârlar üzerine, o çalışmalar bir anda durduruluvermişti. Kemalist- laik kesim, Menderes'in mezarının Eyyub Sultan'da olması halinde, orada her zaman yoğun olan ziyaretçilerin Menderes'in mezarını da ziyaret edeceğinden ürktüğünden, o mekânda öyle bir defin yapılmayacağı açıklanıvermişti.
YÜKSEL MENDERES'İN İNTİHARI
0 yıllarda, bu konuyla dolaylı bir ilgisi olan bir hadise de, Adnan Menderes'in oğlu ve Aydın'dan AP m.vekili de olan Yüksel Menderes'in intihar etmesi idi.
Yüksel Menderes, hassas ruhlu, belki, yaşadığı acıların da sevkıyle içine kapalı birisi idi. Hanımı ve çocuğu kayınpederinin evine gittikleri 1-2 gün haber alınamayınca; evine gidilmiş ve evinde, bir elinde Kur'an-ı Kerîm, diğer elinde idâm olunan babasının fotoğrafı; mutfakta, havagazını açıp intihar ettiği anlaşılmıştı.
Yüksel Menderes'in intiharı, geniş halk kitlelerini derinden üzmüş, gözyaşı dökmüşlerdi.
Nitekim Ankara'daki cenaze törenine on binlerce insan katılmıştı. Ancak, o kitlelerin ona bir serzenişi de vardı, o ölüm karşısında.. 'Yahu oğlum, mâdem ki intihar edecektin, m. vekiliydin; Senato'ya gidip de orada 'tabiî senatör' olarak oturup milletin ensesinde ömür boyu boza pişiren ve babanın kaatili olan asalak ve zorba darbecileri katletseydin de, milletin yüreğini rahatlatsaydın..' diyenler pek çoktu.
İMRAN ÖKTEM MES'ELESİ
Evet o günlerde bir büyük sosyal hadise de İmrân Öktem Meselesi idi.
İmran Öktem isimli kişi, Temyiz /Yargıtay Başkanı olan birisi idi. Biraz felsefe filan okumuş ve sonra da, 'Kâinatı Tanrı'nın değil, Tanrı'yı insanların yarattığı' gibi, ateist/ tanrısız filozofların asırlardır tekrar edip durdukları görüşü hele de miladî- 19. Asır'da daha bir azgınlaşan ve her şeyi tecrübî ilimlerle izah etmeye çalışan ve 'Hayatta en gerçek mürşid, doğru yolgösterici, tecrübî ilimlerdir..' diyen ve bizdeki 'Taife-i Laïcus' tarafından ateşli şekilde benimsenen August Comte Pozitivizmi'nin görüşlerine sarılmıştı. Yargı kurumunun tepesinde bulunan bir kişi, bütün bir Müslüman halkın inancına karşı felsefî bir saldırı mahiyetinde olan bu iddialarını sıradan bir kimse olarak ifade etseydi, hiç üzerinde durulmazdı. Ama, insanların inançlarından dolayı, Ceza Kanunu'nda yer alan ve 40 yılı aşkın bir boyunca Müslümanların başı üzerinde dolaştırılan bir kılıç rolü gören 163. madde başta olmak üzere, bir çok kanunları Müslüman kişiler aleyhinde kullanan bir yargı kurumunun başı böyle derse, o zaman o yargı kurumunun tam bir zulüm mekanizması olduğu açık olacağı gerekçesiyle, İ. Öktem'e karşı şiddetli itirazlar yükseldi, protestolar sergilendi.. Ve bazı Diyanet mensupları, 'İ. Öktem öldüğünde ona cenaze namazı kılmayacağız..' diye açıklamalar yaptılar.
İ. Öktem ise, bu protestolara, 'Bunu ben söylemiyorum, bir çok filozof böyle söylüyor..' diye kendisini savunmaya çalıştı.
Ve aradan bir yıl kadar bir zaman geçmişti ki, İ. Öktem öldü.
Şimdi n'olacaktı?
Kişinin Müslüman sayılabilmesi için, bırakalım, İslâm'ın gerektirdiği şekilde inanılması gerekli olan Allah inancını; 'Hiçbir
'tanrı inancı'nı da taşımadığını alenen ve ısrarla söyleyen bir kimsenin cenazesini İslâmî usûllere göre camie getirecek kadar kendileriyle çelişecek miydi, ateistler ve diğer laikler?' denilirken; cenazenin, Ankara'da Maltepe Camii'nden kaldırılacağı açıklanıverdi.
Cenaze töreni için, namaza katılmaksızın dışarıda bekleyen generaller, yargı mensupları, yüksek bürokratlar, bir grup genç laikler ve de başlarında 85 yaşına merdiven dayamış bir İsmet Paşa, cemaatin vakit namazını kılmasından sonra, -tanrı inancı taşımadığını alenen ve ısrarla söyleyen bir kişinin- cenaze namazını da kılması için kenarda duruyorlardı.
Öğle namazı tamam olduktan sonra, cemaat dağılmaya başlayınca.. Birileri devreye girdi ve İmam'a, cenaze namazını kıldırmasını hatırlattı. İmam Efendi, 'Ben Allah'a inanmadığını alenen söyleyen bir kişinin cenaze namazını kıldırmam..' dedi.. 'Kıldırırsın- Kıldırmam..' derken, cemaat dağılmaktaydı ve orada bir gerilim olacağı anlaşılmıştı.
Bir general tabancasını kılıfından çıkardı, bir diğeri, belinde taşıdığı tören kılıcının kabzasına sarıldı.. İsmet Paşa, hırçın bir uslûbla, 'Burada bu namaz kılınacak!..' diye diretti.. Amma, Cemaat tamamen dağılıyordu. Tabiatiyle, büyük bir karışıklık ve gerilim yaşandı. Bunu hemen 'Cumhuriyet'e karşı meydan okuyan bir gericilik hareketi' olarak değerlendirenler çıktı.. O sırada, 'ben namaz kıldırmayı bilirim diyen birisi çıktı, 8-10 kişinin saf tutmasıyla orada hemen, 'şeklî açıdan bir cenaze namazı' kılınmış oldu..
İsmet Paşa, denilebilir ki, bu dayatmasının mantıksız olduğunu bilmeyecek, bazı sarhoş liderler gibi birisi değildi; ama, laikliğin gerçekte kalkış noktasıyla da ve fiiliyata konuluş şekliyle de 'dinsizlik' olduğunun halkın kafasında iyice yer etmesini istemediğinden, kendi mantığını kendi ideal dünyası için fedâ etmeyi göze almıştı.
Güyâ, mesele halledilmişti, ama, gerçek öyle miydi? Konu toplumda derin yaralar açtı ve laikleri bu kadar mantıksız bir şekilde açığa düşüren örnekler az olduğu için, daha bir tartışıldı, her mahfilde aylarca tartışıldı..
Nitekim, aklı başında laikler, kemalistler, kamuoyu önünde Müslüman halkı 'Gericiler' diye suçlayan yazılar yazmaya devam ettilerse de, gerçekte bu davranışlarıyla kendi mantıkları açısından tutarsızlık sergilediklerini, esaslı bir gol yediklerini dar plandaki sohbetlerinde yıllarca söylediler.
Ve.. Sonraki gün ve haftalarda, bu konu kamuoyunda, câmilerde ve matbuatta yer aldı; 'Gericilik' aleyhinde 'Laikliğe bağlılık' için dev yürüyüşler yapıldı..
Müslüman halk ise, 'Hem, Allah'a inanmıyoruz diyorlar; hem de, inanmadıkları dinin mâbedine getirdikleri kendi cenazeleri için Müslüman halkı namaz kılmaya zorluyorlar. Burası Ahiret Gümrük Kapısı mı? Bu ne saçmalık?.' şeklindeki görüşü, namazla-niyazla az-çok ilgisi olan herkesin yanında, cevabı mantıkî olarak verilemeyecek bir güçlü düşünce olarak her mahfilde tartışma imkânına kavuşuyordu. (Devam edeceğiz, inşaallah..)
Selahaddin E. Çakırgil