Gençlik yıllarımızda, dünyada ve ülkede cereyan eden hadiseleri, iletişim imkanlarına ulaşabildiğimizce ve onların yansıtabildiği kadarıyla anlamaya, değerlendirmeye çalışıyoruz arkadaşlarımızla.. Okullarda öğrendiğimizi zannettiğimiz yabancı dilleri günlük hayatta işe yarar hâle getirmek mümkün değil.. Çünkü, hem yabancılar gelmezdi, hem de bizim yazı dilindeki kurallarla öğrendiğimiz o dillerin günlük hayattaki konuşmalarda pek yeri yoktu. Zengin aile çocukları da değildik ki, Londra veya Paris'e gidip oralarda öğrenelim..
Ayrıca, turistler, parmakla gösterilecek kadar az idi. Olanlar da bizim dünyamıza aid değillerdi.. Başka ülkelerden gelen Müslümanlarla ise, hem onların diliyle konuşamadığımız için irtibatımız sadece 'selâm aleyk ve aleykumselam'la sınırlı idi; hem de o yabancılarla neler konuştunuz diye sorguya çekilme korkusu hâlâ sürüyordu. Ama, özellikle Sovyet Rusya'dan gelenlerle hiç konuşamazdık. Hattâ, Türkçe bilenleriyle de.. Ve onların, 'esaret'ten kurtulması için dua eder ve kendimizi 'hür' sanır; durumumuzu sorgulamazdık. Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti'nin, dergisinde yayınladığı, 'Nerde benim Altay- Ural dağlarım.. /Akşam olur-sabah olur, ağlarım..' gibi mısralarla bezeli şiirleri, büyük Turan dünyasının kurtarılması gibi idealleri bazı genç beyinlerde yine de etki uyandırabiliyordu.
*
Radyo sadece devlet elindeydi.. Matbuat da tamamiyle programlanmış olarak, topluma, kemalist-laik ideolojinin istediği bir bakış açısı kazandıracak şekilde yayınlanıyordu. Bir de 'Polis radyosu var, o serbest..' diyorlardı, ama orada da herhangi bir görüş açıklamak yok, sadece TRT'nin kalite ölçülerine uygun bulunmadığı söylenen şarkılar-türküler ve süzgeçten geçen dinleyici telefonlarından bazı bölümler yayınlanıyordu. Ama, hemen bütün komşu ülkelerde var olan TV yayınları Türkiye'de henüz yoktu ve nasıl bir şey olduğunu bilmiyorduk.
Yugoslovya'dan göç edip gelen tanıdıklarımızın evine gittiğimizde, gelirken diğer ev eşyası meyânında getirdikleri ve evin bir köşesine kurdukları TV'ları görürdük, ama, haliyle herhangi bir yayını alması mümkün eğildi. Şimdiki gibi 'uydu'lardan yapılan yayınlar da yoktu ki, oralardan alınsındı..
Öyle bir dönemde günlük gazetelerde Müslüman halka yakın gelen bir gazete de pek yoktu.. 'Tercüman' gazetesinin yıllar yıla bitmeyen Adalı Halil, Koca Yusuf, Aliço vs. gibi namlı pehlivanların güreşlerinin günler- aylar-yıllar boyu devamlı anlatılıp durduğu 'pehlivan tefrikaları' halkın bir kesiminin ilgisini çektiği için onlara en yakın yayın organlarından birisi olarak görülüyordu. Bu yayınlar, siyasî konulardan daha fazla ilgisini çekiyordu, kahvehane cemaatlerinin. Bir ara 'Yeni İstanbul' gazetesi vardı, sahibi el değiştirince çizgisi de değişmişti.. 'Bâb-ı Âli'de SABAH gazetesinin ve daha sonra 'Bizim Anadolu' gazetesinin devreye girmeye çalıştığı haberlerini alıyorduk..
Güç imkânlarla çıkarılmaya çalışıldığı, kağıdından, başkısından, renkli fotoğraflara yer verememesinden de anlaşılan Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Hilâl, Toprak, Serdengeçti vs. gibi dergilerde kendimize aid bir takım yarım cümleler bulmaya çalışıyor ve bulduğumuzda onlarla bile memnun oluyorduk.
Ben de bu arada, 1961'lerden itibaren dünyada yaşananlar üzerine, bazı dergilere ve 'Yeni İstanbul' gazetesinin 'Gençlik Köşesi'ne yazılar gönderiyorum.. Bazıları yayınlanıyor, bazıları özetleniyor, bazıları olduğu gibi yer veriyorlardı.
(Tabiî bu arada belirtmeliyim.. Ankara'da Sağlık Okulu'nda yatılı olarak okuduğum öğrencilik yıllarımda, okulun kültür işleri bana tevdi edilmişti. Bu arada radyonun bütün okula hoparlörle verilecek şekilde bazı saatlerdeki yayınlarının açılıp kapanması da benim elimdeydi. Cuma sabahları 07.00 civarında Kur'an okunurdu radyodan.. O zaman radyoyu mutlaka açardım.
Bir de haftada ve bazen de 15 günde bir, bir duvar gazetesi hazırlayıp asıyordum koridordaki duvara.. Bu duvar gazetesinde bir-iki makale yazıyordum, gerisi de öğrencilerin görüşleri, şiirleri vs. ile doluyordu.
En azından 450-500 kişilik bir okuyucu /öğrenci kitlem vardı.. 40-50 kadar da, çoğu doktor olan hocalar..
O koridordan geçerken öğretmenlerin bir çoğu da o duvar gazetesini okuyorlardı..
Süreyya Bey isimli bir Dr. Hocamız vardı.. Çok gösterişli birisiydi ve âdetâ diğer hocalardan daha seçkin birisi gibi bir havası vardı. Ağabeyi Muzaffer Bey'in de M. Kemal'in özel doktorlarından olduğunu söylerdi, yeri geldiğinde..
Bu hocalar sırayla, geceleri nöbet tutarlardı, okulda..
Onun nöbetçi olduğu bir gecenin sabahı beni çağırttı. Gittim, odasına.. Bana derslerinde özel bir itibarı vardı. Çünkü, sözlü imtihana kaldırdığı öğrencilerin bilmediği bir konu olursa, ve kimseden doğru cevap gelmezse, bana, 'Sen söyle..' der, verdiğim cevab üzerine, beni hiç sözlü imtihana kaldırmadan, en yüksek numarayı sessizce yazardı not defterine.. Yani aramızda böyle bir irtibat vardı.
Şimdi bu hoca beni sabah erkenden odasına çağırmıştı.. 'Bak evlâdım, dedi; sabahın erken saatinde, henüz öğrencilerin bir kısmı yatarken, radyoyu açtın ve Kur'an dinlettin herkese.. Çoğunun belki abdesti bile yoktu veya belki de gusl alması gerekiyordu. Duvar gazetesindeki başmakaleni de okudum. Hz. Peygamber'le ilgili bir yazı yazmışsın.. Yazıya da itirazım yok.. Ama, henüz bu yaşta bu konularla ilgilenmeni ve yazmanı doğru bulmam.. Beni Hz. Peygamber'e karşı birisi zannetme.. Bak, ben Encyclopaedia Britannica'yı takib ediyorum. Bunu çok az kişi takip eder.. Orada onun Hz. Peygamber'in hakkında yazılan bir makaleyi okudum geçenlerde.. Sonunda, Hz. Peygamber hakkında, 'O beşeriyetin en büyük insanlarından birisi idi..' deniliyordu. Bu İngilizler öyle kimseye kolayca ihtiramla yaklaşmazlar. Ama, senin bu konularla meşgul olmanı istemem..' diye ikaz etmişti.
'Tamam mı evlâdım..' dedi, ben dinlemekle yetindim ve çıktım.
Onu anlamakta zorlanmıştım.
'Ne şiş yansın, ne kebab..' kabilinden mi konuşuyordu; yoksa, hedefi neydi?
Bunu, bizim gençliğimizin geçtiği zaman tünelinin anlaşılması için bir örnek olarak aktarıyorum. Bu ikazın bana öğrettikleri olmadı mı? Olmaz olur mu?
Demek ki, en mâkul, aklı başında olan bir öğretmenimiz bile böyle düşünüyorsa, gerisini artık siz hesab ediniz.. Nitekim, Okul müdürü olan bir diğer doktor, 20-22 sene öncelerde ölen bir siyasetçi için yapılan bir resmî anma /ağlama toplantısında, bir 'büst'e dönerek, ağlıyor, ve 'Sana inanıyoruz, sana tapıyoruz..' diyordu. Ama, bizim birkaç arkadaşla -o da, en alt kattaki kalorifer dairesine serdiğimiz bir battaniye üzerinde- namaz kıldığımızı bildiğinden; çağırdığında, 'Evlâdım, benim annem-babam da hacca gitmişlerdir, ve ben de namazımı gizlice kılarım.. Ama, burada böyle konuşmamız gerekiyor.. Fazla bir dinî görüntü vermemeye dikkat edin..' derdi.)
*
Bu anlattıklarım, 1960-62'lere ait idi.
Aslında 65-70 arasında da değişen fazla bir şey yoktu.
1966-67'lerde dünyada meydana gelen en çarpıcı hadiselerin başında Haziran-1967'deki '6 Gün Savaşı' ve İsrail rejimi ile Mısır, Suriye ve Ürdün rejimleri arasında meydana gelen ve bu üç ülkenin İsrail rejimi karşısında çok ağır ve korkunç bir yenilgi almaları ve onun ağır sonuçları geliyordu. O konu üzerinde daha önce etraflıca durmuştuk..
Bunun dışında, Afrika'da 1960'larda başlayan 'bağımsızlık mücadeleleri ve hareketleri' ilgimi çekiyordu.. Kongo'da, Patrick Lumumba'nın başlattığı ve amma Amerikan istihbarat ajanlarınca kaçırılıp bir uçakta korkunç işkenceler altında öldürülmesiyle başka mecralara kayan ve sonra da kanlı kabile savaşlarından sonra Kongo ve Çombe liderliğinde Orta Afrika Cumhuriyeti diye ikiye bölünüş.. Gana'da Nkrumah, Kenya'da Yomo Kenyatta, Senegal'de Abdi Diouf, büyük bir Müslüman kitlenin bulunduğu Tanzanya'da Nyerere'nin liderliğinde verilen mücadeleler.. Kezâ, Güney Afrika'daki beyaz ırkçı rejimin zulmüne karşı direnen siyahî kitlelerin ve onların lideri Nelson Mandela'nın verdiği çetin mücadeleler, derilerinin rengi siyah olduğu için hayvandan bile aşağı tutulan kitlelerin gözyaşları.. O mücadelelerin önde gelenlerin isimlerinden dünyaya yansıyan çarpıcı görüşler..
Ve.. Sonra, bu mücadelelerin birçoğunun kendi içinden ihanete uğraması ve emperyalistlerin direkt olarak yapamadıklarının, kendilerini o emperial güçlere satmış, beyinlerini kiralamış, kuklalaşmış yerli ajanlar eliyle yapılması..
*
Afrika'nın nüfusu en yüksek olan ülkelerinden Nijerya'da Ebubekr Bello liderliğinde mücadeleler sonunda, Müslümanlar iktidara gelmişlerdi ama, kısa süre sonra, Ebubekr Bello ve arkadaşları katledilmişti. Ama, iktidarı ele geçirenler ve arkalarında duran emperial güçler istedikleri şekilde duruma hâkim olamayınca..
Nijerya'nın kuzeybatısında 'Biafra' diye ayrı bir devlet kurmaya kalkıştılar Hristiyan azlık için; Yaqubu Gowon liderliğinde.. İç-savaş yıllarca sürdü, 1,5 milyondan fazla insan can verdi ve sonunda Biafra yenildi, devlet olamadan yok oldu..
*
Bu hadiselerin yanında, Avrupa ve Amerika'da büyük sosyal çalkantılar devam ediyordu. Latin Amerika'da hemen her ülkede birbiri ardından, ardı-arkası kesilmeyen askerî darbeler olup durmaktaydı.. Tıpkı Suriye'de olduğu gibi.. Evet, o sıralarda Suriye'de de her 6 ayda bir askerî darbe oluyordu. (Ki, sonuncusunu 1968'de General Hâfız Esed gerçekleştirmiş ve darbe dönemini kapatmıştı. Çünkü, önceki darbelerde, darbecilerin arkasında duran, dayandıkları bir halk kitlesi yoktu. Hâfız Esed ise, yüzde 11-12'lik bir halk kitlesini oluşturan bir inanç grubuna, Nusayrîlik denilen ve Şia'da 7 İmam Mezhebi olarak ortaya çıkan ve -bugün İran'da hâkim olan-12 İmam -İmâmiye-i İsnâaşeriyye -veya Caferî-Mezhebi'nce sadece mezheb dışı değil, inançlarındaki karanlık noktalar dolayısiyle Müslüman da sayılmayan İsmailîlerin uzantısı olup, Mısır'da Fatımîler olarak bilinen bu grubun Suriye'deki ismi olan halk kitlesine dayanıyordu; çünkü kendisi de o gruptandı..)
Fransa'daki değişimlere de bakmak gerekiyordu. General Charles de Gaulle (Dö Gol) 'ün iktidara gelişi üzerinden 5 sene kadar bir zaman geçmişti. Ki, hatırlayalım, bu ülke, İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri sokaklarda sürünüyordu ve hükûmetler gelip geçiyor, 2, 3, 4 ve 5. Cumhuriyet diye numaralamalardan sonra, zamanın Devlet Başkanı tarafından işbaşına davet olunan General Charles de Gaulle döneminde ise, ülke kısa zamanda disiplin altına alınıyordu. Ve, Fransa, Büyük Okyanus'da, kendi hâkimiyetinde olan Morurua adasında yaptığı başarılı denemeyle kendisinin de bir nükleer güç olduğunu açıklıyor ve De Gaulle, arkasından da, Fransa Ordusu komutanlarının, yabancı komutanların emri altında bulunmasına artık bir son vermek gerek diyerek, 1966'da Fransa'yı NATO'nun askerî kanadından çekiyor ve bir süre sonra da dünya para sisteminin Dolar'a değil, eskiden olduğu gibi 'altın'a indekslenmesi gerektiğine dair sözleriyle Amerikan emperyalizminin hışmını üzerine çekiyordu.
De Gaulle, nev'i şahsına münhasır, örneği az görülen liderlerden biriydi.
İktidara geldiğinin ilk 6-7 ayında, Cezayir'de 1,5 milyona yakın Müslümanın hayatına mal olan İstiklâl /Bağımsızlık Savaşı' üzerine, konuşmalarını, 'Cezayir demek Fransa demektir, Yaşasın Fransa Cezayiri..' diye bitirmişken, bu çetin meselenin, bağımsızlığı kabulden başka bir yolunun olmadığını anladığı zaman, 'Yaşasın Hür Cezayir!' diyecek kadar kesin kararlı ve bu konuda Cezayir'deki 1,5 milyonluk dev Fransız ordusunun Fransa'yı işgal etmek tehditlerine bile teslim olmayan bir liderlik göstermişti. (Ki, bu konuya daha önce değinilmişti..)
De Gaulle, 1968 sonunda Türkiye'yi resmen ziyareti sırasında Meclis'te yaptığı konuşmada, 'Siz büyük bir tarihi olan bir ülke ve halksınız, Avrupa Birliği içinde yer almaya çalışmanızın yanlışlığını düşününüz.. Sizin bir Muhteşem Süleymanınız, bir Mimar Sinanınız, Bâqi gibi bir büyük şairiniz var.. Siz dünyada ancak kendi değerlerinizle yer alabilirseniz saygıyla karşılanırsınız..' mânâsına gelen görüşler dile getiriyordu, hatırımda kaldığına göre.. Yanlış da değildi sözleri.. Ondan sonraki AB liderleri ise, Türkiye'ye, yıllarca 'Şu hareketi yapın, bu hareketi de yapın..' deyip istediklerini yaptırıyorlar , sonra da yine 'Hayır!' diyorlardı, AB üyeliği için..
*
De Gaulle, 1969 ortalarındaydı, Kanada'ya resmî bir ziyarette bulunuyor ve ziyaretinin son günlerini de Fransızca konuşulan Québec eyaletine ayırıyordu. De Gaulle bu eyalette hele de eyalet başkenti olan Montreal'de coşkun tezahüratla karşılanıyor ve o da o coşku karşısında yaptığı konuşmasını 'Yaşasın Hür Québec!' sözleriyle noktalıyor ve Québec'teki ayrılıkçı cereyanın gücü de zirveye tırmanıyordu. Ama, Kanada Hükûmeti, derhal 'De Gaulle'ü, -misafiri evden koğmanın diplomasideki ibaresi olan- 'Persona non grata!/ İstenmeyen Adam' ilân ederek, 48 saat içinde Kanada'yı terk etmeye çağırıyor ve o da Kanada'dan, daha da güçlenmiş büyük bir 'fransız nasyonalisti' olarak dönüyordu.
De Gaulle 1969 sonunda, Fransa'nın idarî taksimatında yapmak istediği değişiklikler için referanduma gitme kararı vermişti. De Gaulle, 'Referandumda önerdiği değişikliğin reddi halinde bunu, halkın kendisine olan itimadının kaybolduğu mânasına alacağını' açıklayıp, önerdiği değişiklikle ilgili olarak yapılan referandum'da 49.50'ye karşı 50.50'lik, yani yüzde yarımlık bir ekseriyetle reddedilmesi üzerine derhal istifa edip doğduğu köyüne çekildi ve iki sene sonra da vefat etti Vasiyetnâmesi açıldığında, 'köylülerinden ve akrabalarından başka kimsenin, kilisede yapılacak törende bulunmamasını, sâde bir mezar taşına da, yalnızca 'Doğum tarihi (1890) ve ölüm tarihiyle Charles de Gaulle' yazılmasını istediği görülüyordu.
Fransa devleti ise, De Gaulle için iki hafta sonra Paris'te, ünlü 'Notre dan de Sion Katedrali'nde dünya liderlerinin katıldığı bir resmî anma toplantısı tertib etmişti, o kadar..
*