‘Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’
Alparslan Türkeş'in, 'Biz Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız!.' şeklindeki sözleri, Müslüman gençlik arasında bomba etkisi yapmıştı adetâ... Çünkü Müslüman kimliğimizin siyaset plânında milliyetçilik veya muhafazakârlık gibi kelimelerle kamufle edilerek söylenmesinden artık gınâ gelmişti.. Ve işte şimdi, 'Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız!.' sözüyle imanî kimliğimiz de, genç nesiller arasında açıkça dile getirilmeye başlanıyordu.. Kavmî kimliğimiz ise, zâten, 'İttihad ve Terakki'den ve hattâ (1876) Birinci Meşrutiyet yıllarındaki Jöntürk (Jeune Turcs /Genç Türk)'lerden beri giderek güçlü şekilde söyleniyordu. Her ne kadar zaman zaman, halkın diline (şaşkın mânâsında) 'Bön türkler..' diye de yerleşmiş olsa bile; 'Türklük' vurgusu giderek yükseltilmişti.. Bunda, Hristiyan unsurların ayrılmasını hedefleyen ayaklanmalardan ziyade, arnavudlar, arablar gibi Müslüman unsurların içinden bir kısım grupların da başta İngiliz entrikacıları olmak üzere, Avrupalıların tahrikleriyle Osmanlı'ya karşı ayrılık dâvasına kalkışmalarının da Türkçülük cereyanlarını güçlendirdiği görülmüştü. Komünizm ve kapitalizm emperyalizmleri arasındaki soğuk savaşın kazanılması için halkın dinî duygularının da canlandırılmasına ihtiyaç duyulduğunu NATO dünyası düşünmeye başlamıştı ve 1930'ların laiklik anlayışıyla toplumu komünizme karşı savunamazsınız diyorlardı. Ama, Türkiye'deki kemalist-laik generaller ve yüksek bürokratlar bunun, laik rejime zarar vereceğini düşünüyorlardı.
İşe o dönemde, en İslâmî kitabevleri bile, tabelalarında 'milliyetçi-mukaddesatçı' kitabevi yazısını yazıyorlardı.
Ama, Türkeş'in açtığı çığır gençleri cesaretlendirmişti. Nitekim, kurduğu 'Ülkücü' teşkilatları da pankartlara, flâmalara 'Tanrıdağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız...' lafını yazdıkça... Onun hesabı ve hedefi her ne olursa olsun, yazıyorlar, yürüyüşlerde veya gençlik lokallerinin önünde, halkın rahatça görebileceği yerlere asıyorlardı... Bu flamaları, 'Türklük gurur ve şuûru, İslâm ahlâk ve fazileti..' gibi çarpıcı sözlerin yazıldığı flâmalar ve daha başkaları da takib ediyordu...
Ama, işte o günlerde, o zamana kadar 'Ülkücü' ve de 'türkçü' kadrolar arasında itibarlı bir yeri olan Nihal Atsız'ın, bu 'Hira Dağı kadar Müslümanız...' sözünden rahatsız olduğu ve Türkeş'in o sözü dile getirdiği toplantıda yakın çevresine, 'Bu da nerden çıktı?' diye hayretini gizleyip Türkeş'ten koptuğu da anlaşılıyordu. Ben ise, Atsız'ın 1962'de çıkardığı bir dergide, Hz. Nuh Peygamber'i alaya alan bir yazının yayınlanmasından sonra ondan zaten kopmuştum.. Şimdi ise, Türkeş yeni bir ses yükseltiyordu.. Ama, bazı ağabeylerimizle İstanbul'da bu konuyu konuşurken, 'Arkadaşlar oyuna gelmiyelim. Tanrı dağları 8 bin metrenin üzerine... Hira dağı ise 800 metre yükseklikte.. Ne kadar neci olduklarını buradan hesab ediniz...' şeklinde matematik izahlar hem tebessümlerimizi harekete geçiriyordu hem de uyanmamıza vesile oluyordu.
O sırada, Adalet Partisi içinde milliyetçi-mukaddesatçı denilen grupla masonik denilen kesimler arasında giderek aşikar hale gelmeye başladığının emareleri su yüzüne vuran derin bünyevî ihtilaflar hissediliyor ve nihayet, Isparta'nın İslâmköy'ünden Demirel, 'bir kol veya bacakta gangren varsa, o uzvu kesip atmaktan başka çare yoktur..' diyerek, tercihini masonik güç odakları ve gruplar tarafına koyuyordu. Muhafazakâr kitlelerin desteğiyle iktidara gelen Adalet Partisi içindeki sermaye çevreleriyle masonik mahfillerin çözüm yollarından çok farklı düşündükleri bilinen muhafazakâr çevreleri karşı karşıya gelişinin sonucuydu, bu durum.. Bu zıdlaşma esasen devamlı vardı, ama, Demirel'in bu konuda, masonik cenaha yatması, gerilimi iyice tırmandırmıştı..
*
İşte o sıralarda, Erbakan Hoca da devreye giriyor, Türkeş'le açık bir kavgaya girmeksizin, ama, Adalet Partisi'nin taban kitlesindekileri kendi tarafına çekecek bir siyaset izliyor; ülkenin özellikle ekonomisinin sağlıklı bir yola girmesi için çareler söylüyor ve bu çarelerin İslâm'da olduğunu belirtiyordu. Türkeş'in zaten ekonomik bir söylemi yoktu..
Ama, solcu-marksist ve hattâ direkt olarak Moskova ve Sofya radyolarından yapılan 'devrimci' yayınlardan beslenen genç kesimler karşısında, Türkeş, 'Ülkücüler'i çıkarmaya başlamıştı..
'Kanımız aksa da, Zafer İslam'ın..' gibi şiarları da yükselten bu gençlerin Müslüman halk arasında sempati uyandırmadığı nasıl söylenebilirdi? Ama bu durum, bir bakıma, Bölükbaşı'nın partisini devralan Türkeş'in MHP'si etrafında şekillenen bu harekete de yansıyordu. Çünkü, Bölükbaşı'nı dinlemeye on binler gider, zevkle dinlerler, ama, sıra seçimlere gelince, oylar başka partilere gider ve Bölükbaşı da kendisini sevgi dolu bakışlarla dinleyen, alkışlayan kitlelere bakıp, 'Alkışlar bana, oylar başkasına...' diye serzenişte bulunurdu.. Üstelik, Anadolu'nun müslüman ailelerinin büyük şehirlere gelip üniversitelerde okumaya başlayan çocukları olarak 'Ülkücüler' de Müslüman halk kesimlerince bir vurucu güç olarak sempatiyle karşılanıyordu, ama, seçimlerde desteklenme konusuna gelince; halk başkalarına giderdi.. Özellikle de Adalet Partisi'ne.. Bunda, Türkeş'in Adnan Menderes'i deviren askerî darbenin önde gelen en etkili subaylardan olmasının da rolü vardı.. Bu yüzden, sonradan darbeciler arasında meydana gelen görüş ayrılığıyla sürgün edilmiş olsa bile, sempati uyandırmıyordu. Ama, işte şimdi, çeyrek söylemlerle de olsa, Müslüman halkın gönlünde yer etmeye çalışıyor ve o uzak duruşu gidermeye çalışıyordu. Ne var, o sırada , 1969 seçimleriyle Meclis'e giren Erbakan ve iki arkadaşı, 3 kişi oldukları halde, müslüman halk kitlelerinin gönlünde tahminleri alt üst eden bir yer etmeye başlamıştı..
Üstelik, Adalet Partisi'nden de 50 kadar m.vekili ayrılmış, Meclis Başkanı iken o makamdan ayrılıp, bu 'milliyetçi-muhafazakâr' denilen kesimin başına geçen Ferruh Bozbeyli'nin liderliği altında bir siyasî parti kurulmuştu...
*
Solcu ve marksist kesimler, bu gibi bölünmeleri gördükçe, 'Derin vuruyoruz kazmayı, kof sesler geliyor dipten...' gibi sloganları daha bir umutla yükseltiyorlardı... Üniversite gençleri arasında sayıları giderek artıyordu. İstanbul Hukuk'ta diyebilirim ki, meselâ 800 kişilik dev 'anfi'lerde öğrencilerin yaklaşık yüzde 60-70 kadarı solcu kesime karşı olmayan bir hava yansıtıyorlardı... Yüzde 15 kadarı 'Ülkücü'lerle birlikte sayılabilirdi... Geride kalanları ise, yüzde 10-15 kadarı da etliye sütlüye karışmamak dikkatinde olan, sadece ders çalışmaya yoğunlaşmış gibi bir havadaydılar... O kadar ki, 'Selâmunaleykum...' dediğimizde 'Aleykumselâm' demekten çekinen ve onun yerine başını eğerek veya gözünü kapatarak selâm alan bir tedirginlik yaşanırdı.
Hattâ bir öğretim üyesini, İstanbul içinde refikası ve kızlarıyla birlikte gaayet mazbut, İslamî tesettüre riayet etmiş vaziyette gördüğüm için, üniversite bahçesinde nerede görsem, yanından geçerken, 'Selâmunaleykum...' diyordum; o ise, başını eğerek alırdı selâmımı... Bu, bir süre böyle devam etmişti... Nihayet bir gün, tanımadığım bir arkadaş geldi, 'Filân hoca, -ki o zaman Doçent idi, henüz- selâm ediyor, bana sesli olarak selâm vermesin, başını sallasın, selâmını içinden söylesin ve ben de içimden alıyorum, diyor... ' dedi. Çünkü, profesör olamazdı!!
Binlerce öğrenci arasında yaklaşık yarısı kız olduğu halde, başı örtülü hiçbir kız olmaz ve dahası, akşam dersten çıkan çıkışta, anneleri, kızlarını almak için Üniversite'nin ana çıkış kapısı önünde bekleşirler ve o başörtülü annelerini gören kızlar ise, ailelerinin böylesine örtülü aileler olduğunun arkadaşları tarafından görülmesinden rahatsız olmuşçasına, annelerine, 'Anne, niye buraya kadar geliyorsun?... Beni Vezneciler'de bekleseydin, oraya gelirdim...' diye çıkışırlardı.
*
O günlerde, Erbakan yeni bir bakış açısı kazandırıyordu bize... Onun, bir makine mühendisi ve profesörü olması da kemalist-laik kesimleri şaşırtıyordu. Onun sözlerini Kur'ânî ilimler alanında ihtisas sahibi bir ilim adamı söylüyor olsaydı, o kadar etkili olamazdı herhalde... Çünkü, hem mesleğinin gereğini yerine getiriyor diye sözleri heyecan uyandırmayabilirdi hem de Müslüman halk kitleleri, 'teknik ilerlemelerden habersiz ve onlara karşı' imiş gibi ve hele de 1923 sonrasından beri aşağılayıcı propagandaların etkisiyle bir eziklik duygusuna kapılmışlardı. Bu bakımdan, bir makine profesörünün siyaset meydanına, hem de İslamî söylemlerle çıkması ve o ekonomik rahatsızlıklar için de halkın yüreğini, inancını okşayan reçetelerden söz etmesi büyük bir ilgi uyandırıyordu.
Ve işte o çalkantılar içinde, askerî kesimler adına konuşan ve 'isminin açıklanmasını istemediği' söylenen ya da 'zinde güçler' lafıyla yaldızlanarak verilen haberler bir askerî darbenin ayak seslerini toplumun kulağına üstü kapalı ifadelerle hissettirmeye çalışıyorlardı…
(Devam edeceğiz inşallah…)
Selahattin Eş Çakırgil
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- 12 Mart’ın ayak sesleri… (20.03.2021)
- ‘Olan Osmanlı’ya oldu…’ (16.02.2021)
- Nureddin Topçu… (09.02.2021)
- İslamköylü çoban Sülü… (23.01.2021)
- Erken seçim, 27 Mayıs’ı önleyemezdi! (11.01.2021)
- Altı ayda bir darbe… (18.12.2020)
- Derin bir hocanın okuması… (09.12.2020)
- Necib Fazıl’ın edebiyat mahkemesi… (24.11.2020)