Zihinlerimize ârız olan nasıl bir 'çıkmaz' içinde olduğumuzu anlatması bakımından 60'ların sonundan bir kesit daha sunayım.
Çapa Tıb Fakültesi hastahaneleri'nde çalışmaya devam ediyordum. İş bitince, ya da öğle tatilinde hastahanenin iç bahçesinde bir kanepede oturur, arkadaşlarla sohbet eder; ülke içi ve dışı gelişmeleri değerlendirirdik; elimizde o zamanların modası, küçük bir transistör radyo.. Haber saatlerini kaçırmazdık..
Özellikle Arab dünyasında arka arkaya gelen darbe haberleri ilgimizi çekiyorduk.
Irak'ta General Abdurrahman Ârif yönetiminde, nisbeten mülayim bir rejim vardı. (O da, 1958'de krallık rejimine kanlı bir şekilde son veren General Abdulkerim Qaasım'ı Şubat-1963'de) deviren ve hemen sarayın yıkıntıları hemen tv. dan da canlı olarak yayınlanan bir şekilde kurşuna dizdiren ağabeyi General Abdusselâm Ârif'in bir helikopter kazasında ölmesinden sonra onun yerine geçmişti. Ama, birgün, General Hasan el'Bekr isimli bir general de Abdurrahman Ârif yönetimini devirdi.
Bu darbe, ideolojik örgüsü 1955'lerde Ekrem Hourani, Mişel Eflak ve Salah Bitar üçlüsü tarafından ilân edilmiş olan ve 'Arab kavmiyetçiliği + Sosyalizm /El'İştirakiyye) temelleri üzerine oturtulan Baas ideolojisinin direkt olarak iktidara gelmesinin ilk örneğiydi.
General Hasan el'Bekr, iktidara gelir gelmez, Irak'ın en ünlü ve zengin Yahudilerinden 45 kadarını, emperial dünyadan yükselen şiddetli protesto ve tehditlere rağmen idâm ettirmesiyle dikkati çekmişti. Ama, onun daha sonra en dikkati çeken tarafı, Saddam Huseyn'in dayısı olmasıydı. Nitekim, kısa süre sonra Saddam, 'Devrim Komuta Konseyi Başkanı' olarak Irak'ta resmen 2. Adamlık; fiiliyatta ise, dayısıyla birlikte 1. Adamlık mevkıindeydi..
Bu konuya daha sonra da değiniriz, inşaallah.. Şimdilik sadece, 2003'de, Amerikalılar eliyle idâm ettirilmek gibi bir noktaya geldiğini hatırlayalım..
*
Suriye'de her altı ayda bir askerî darbe oluyordu.
Sonuncusunu ise, Hâfız Esed isimli bir hava generali yapmış ve o sırada Suriye başbakanı olan kişi ise, -bayağı akıllı ve tedbir sahibiymiş ki- Türkiye Elçiliği'ne bitişik bir evde oturuyordu. Askerî darbe olduğunu anlayınca, hemen, yanı başındaki Türkiye Elçiliği binasının bahçesine atlamış ve oraya sığınmış, canını kurtarmıştı. O başbakan 6 ay kadar Türkiye Elçiliği'nde kaldıktan sonra, iki ülkenin anlaşmasıyla, ona, Suriye dışına çıkması için izin verilmişti.
Darbeyi yapan Hâfız Esed'in kim olduğu ise pek bilinmiyordu. İsmi de pek güzeldi. Ama, Baas İdeolojine bağlı birisiydi. Ayrıca Haziran 1967'de İsrail'le Mısır, Suriye, Ürdün ordularının İsrail'e karşı verdikleri ve bu üç ülkenin korkunç yenilgisiyle sonuçlanan '6 Gün Savaşı'nda yararlıklar gösterdiği üzerine hikayeler anlatılmaya başlanmıştı, iktidara gelenlerin etrafında oluşuveren alkışçıların, mutabasbısların, yağcıların orada da ortaya çıkması tabiî idi.
Daha sonraları ise, Hâfız Esed'in Lazkiye'li olduğu ve Lazkiye'nin de Nusayrî denilen ve 'alevîlik'ten de öteye geçmiş ve İslâm-dışı sayılan bir ayrı inanç grubuna mensub olduğu ve bu kitlenin, ülke nüfusunun yüzde 10 kadarının oluşturduğu anlaşılacaktı. Ama, ilginç olan, Hâfız Esed'in de 6 ay sonra bir askerî darbeyle devrileceği tahminlerinin boşa çıkmasıydı. Çünkü arkasında, hiç de küçümsenmeyecek, yüzde 10-11'lik bir halk kitlesi vardı. Nitekim, o kitle, 50 sene geçtiği halde, Esed Hanedanı'nı hâlâ da ayakta tutuyor.
*
Yine o döneme aid çok heyecanlı bir darbe teşebbüsü daha vardı, Fas'da.. 1968 veya 69 idi, Fas Kralı Hasan, Fransa'dan resmî geziden ülkesine dönüyordu.
Fas Hava Kuvvetleri'nin jetleri de krallarını karşılıyorlardı. Akdeniz üzerindeyken, etraftaki uçaklarda, Kral'ın saray-uçağına ateş açıldı.. Pilot veya diğerleri, o uşaklara Kral'ın öldüğünü, ateş açmaya devam etmemelerini bildirdiler.
Rabat Havaalanında ise, askeri darbenin lideri olan Muhammed Ufqir isimli en seçkin ve güvenilir general, güya hiçbir şeyden haberi yokmuşçasına Melik'i /Kral'ı bekliyordu, merasim kıt'asının başında..
Uçak indi, Melik Hasan merdivende sapa-sağlam görülünce..
General Ufkir hemen o anda kendi kafasına bir kurşun sıkarak intihar etmişti..
Bu hadisenin ilk haberlerini de o öğle tatili arasında, dinlemiştik ve elbette ki çok heyecan verici ve öğreticiydi.. Nitekim, dünya kamuoyu da bu hadisenin teferruatıyla ilgilenmişti.
*
Ve.. 1969 Eylûlü idi sanırım.. Çapa Tıb Fakültesinin bahçesinde yine öyle bir sohbet ânında, bir taraftan da kulağımız radyoda, 13.00 haberlerinde ilginç bir haber almıştık. Libya Kralı İdris Sunûsî, romatizma rahatsızlığı için, iki aya yakın zamandır Bursa-İnegöl kaplıcalarında bulunurken, 27 yaşında bir teğmen, Libya'da askerî darbe yapmış ve krallık rejimine son vermişti..
Ulaşan haberlere, bir resmî bayram günü, Libya askerî ve mülkî erkânının en üst kademelerinde bulunanların bir kutlama ve ziyafet için bir yerde toplandıkları sırada, bir genç teğmen, onların hepsinin üzerini kilitlemiş ve askerî darbeyi gerçekleştirmişti.
27 yaşındaki bu genç darbeci teğmen'in adı Muammer el'Gaddafî idi ve kendisinin rütbesini hemen albaylığa çıkarmış ve diğer bütün rütbeleri de kendi rütbesinin altına indirmişti. Bu kişinin sonraları alacağı kararların tutarsızlığı yüzünden, 'Delifişek' diye anıldığı görülecek olsa da, o, saltanatını tam 42 sene sürdürecek ve 2011 yılında birçok arab rejimlerini yere vuran 'Arab Baharı' denilen, gerçekte ise, diktatörlüklere karşı 'halk patlaması' denilmesi daha doğru olan büyük sosyal fırtına sırasında çok korkunç şekilde öldürülecekti.
*
Biz yine dönelim, o hastahanedeki öğle tatili sohbetlerimize..
Bir doktor arkadaşımız vardı.. Kafasında yığınla sorular ve bunların hiç birine cevap bulamıyordu.
Dostoyewsky'nin 'Suç ve Ceza' ve 'Karamazof Kardeşler'inde uzun uzun işlenen ve 19. Yüzyıl'ın August Comte pozitivizminin, Darwin'in 'insan'ının ne olduğu, kezâ 'Tanrı ve kader' gibi tartışmaları bizimle paylaşırdı. Ama, sonunda bu konuların içinden çıkamamış, içine kapanmış, korku hecmeleri geçirmeye başlamıştı evinde.. Sonra intihara kalkışmış, Bakırköy Akıl Hastahanesi'ne kaldırmışlardı.
Bu Dr. arkadaş, o zamana kadar, İslâm hakkında hemen hemen hiçbir bilgi sahibi olamamıştı. Nişantaşı'nda, 'Ezân sesi' bile duymaksızın büyümüştü. Hiç camie gitmediğini söylüyordu. İstanbul'un o muhteşem câmilerini ise, sadece mimarî ve estetik açıdan hayranlıkla seyrettiğini söylüyordu. Nâzım Hikmet'in 'Otobiografi' isimli şiirindeki, 'Gençlik yıllarından sonra bir daha camie gitmediğini' söylediği mısralarını kendisine düstur edindiğini söylerdi.
Ona bir gün, onu rencide etmeden, Yahyâ Kemâl'in 1920'lerde kaleme aldığı 'Ezânsız Semtler' isimli oldukça düşündürücü makalesini okumuştum. Yahyâ Kemâl, o yazısında, 'Müslüman muhit ve evlerinde geçen çocukluk dönemlerinin çocuk ruhunda bıraktığı derin izleri' hatırlatarak, 'müslüman evlerindeki o manevî havayı teneffüs etmeksizin büyüyen çocukların, müslümanlığın çocukluk rüyasını görmeden büyüyeceklerini' belirterek, 'Biz anne-milletten uzak düşsek bile, yarın nereye döneceğimizi o hâtıraların sevkıyle yine bulabiliriz, ama, ezânsız semtlerde, bir asmalı mescid, bir türbe, çeşme görmeksizin ve Müslümanlığın çocukluk rüyasını görmeden yetişen çocuklar yarın dönmek isteseler bile nereye döneceklerini bilemiyecekler..' şeklindeki tesbitini aktardığımda, Dr. arkadaşın, ağlamamak için kendisini güç tuttuğunu görmüştüm. Ama, o bizim dünyamızdan hiçbir neşve ve sürur duygusu yaşamamıştı..
Anlaşılıyordu ki, kafası sosyal meselelerin içinden ve okuduğu felsefî kitapların- okumaktan daha bir karışmıştı. Birgün, ziyaretine gittim, demir parmaklıkların öbür tarafındaydı.. Beni görünce.. 'Her şey yalan!. Medeniyetin mesafeleri kısalttığını söylüyorlar, yalan!.. Ben haftada en az iki kez Bayezid Meydanı'na giderdim, şimdi 3 ay oldu, gidemiyorum..' diyordu.. Bulunduğu yerin neresi olduğunu sorduğumda, 'Şu yazıyı oku, anlarsın..' demişti. O yazı, bahçe duvarının içi yüzünde, 1 metre büyüklüğünde, baştan başa yazılmış bir cümle idi: 'EN BÜYÜK HAZİNEMİZ AKLIMIZDIR!' yazısı vardı.
Bana, orada, demir parmaklıkların içinde, çimenlerin üstünde namaz kılan bir yaşlı adamı göstermişti. Adamcağız, Kıble'yi filan bilmiyordu.. Yüzünde mahcubiyet ve yakarış yansıtan tebessüm çizgileriyle ve âdetâ karşısında birisini görüyormuş gibi, 'N'olur, bu isteğimi geri çevirme..' dercesine yalvarır edâ içinde namaz kılıyor gibi hareketler yapıyordu.
*
O zaman diliminde, milletin temel dünya görüşüne bağlı yayınlar ve kalem adamları yok muydu?
Vardı ama, sesleri boğuktu, sesleri çıkmıyor, ve sesleri yükselenlerin sesini duyacak kulaklar da laik uğultulardan dolayı duyulmuyordu. Belki denilebilir ki, Necib Fâzıl gibi isimler dışındakilerin ülke çapında sesi çıkamıyordu. O ise, Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla havayı biraz ısıtıyordu.
Osman Yüksel Serdengeçti'nin de soyadını taşıyan Serdengeçti dergisi genç nesli heyecanlandırıyordu. O da, 'Akşam olur, sabah olur ağlarım, Nerde benim Ural- Altay dağlarım' gibi mısralarla, zihnimizde bir coğrafya çizerdi, ama, o coğrafyaları hiç bilmiyorduk. Sadece Sovyet Rusya'nın pençesindeki Müslüman türk illeri olarak ve kurtulacakları günlerin geleceği hayaliyle yaşardık. Ancak, Nihal Atsız ve emsali kişilerin çıkardıkları dergilerdeki ve İslam'la ilgisi olmayan, sadece Turan illeri hayalinin pompalandığı dünya bize fazla bir şey söylemiyordu..
O günlerde sesi biraz duyulmaya başlanan Nureddin Topçu da Anadolu Müslümanlığı ve Anadolu milliyetçiliği gibi duygular etrafında örerdi, dünya görüşünü.. Hattâ, 'Kurtarılacak olan, Semerkand ve Buhara değil, Anadolu..' gibi sözlerini de buruk duygularla yadırgar ve 'Niye sadece Anadolu?' derdik..
Gerçi, onun, İsyan Ahlâkı ve Yarınki Türkiye gibi kitaplarını okurken, kendimize yakın bulduğumuz bir düşünce adamı da çıkardı karşımıza..
Onun hele de bir Bursa gezisi sırasında 'Yıldırım'ın türbesini ziyaret vesilesiyle kaleme aldığı duyguları ve 'Bir milletin bir kişinin ismi ve resminin önünde eğilmeye mecbur edildiği' gibi tesbitleri, duygularımızı okşuyorduk. Ama, onun, başka bir yerde ise, tam tersine, M. Kemal'i, 'Ziya Gökalp'in tefekkür ve tahayyüllerinin pratiğe dönüşmesinde etkili bir isim olarak benimsemesi'ndeki çelişki de dikkatimizi çekiyordu. Bu arada, onun, Bayezid Meydanı'na yakın Bakırcılar Çarşısı'ndaki, İbn'ul-Emin Mahmûd Kemal Merkezi'nde verdiği konferanslara da giderdim. Ama, bu konferansları, yazıları kadar etkileyici gelmiyordu, en azından bana..
*
MTTB'nin ayrı bir rol ifâ ettiğini söylemeliyim...
Evet, MTTB, (Millî Türk Talebe Birliği) adını taşıyordu, ama, bu isimden çok orada bir potada eriyen Müslüman genç neslin içinde eriyip kaynaşıp yeniden şekillendiği bir pota rolü görmeye başlamıştı. Yani, ismi bile, -bugün etnik vurguların güçlenmesi yüzünden olduğu gibi-, ülkede başka etnik unsurları dışlayan bir mânâya gelmiyordu.
(Devam edeceğiz , inşaallah..)
*