Son yazıda, içinden geçtiğimiz ideolojik tartışmaların içinde daha çok karşıtlarımızla neleri ele aldığımız üzerinde durmuştum. Amma, bu anlatılanlar arasında kendi camiamıza gelince, -sanki her şey mükemmel ve kusursuz imiş gibi- fazla bir şey yazmamayı tercih ettiğim görülür. Ki, bu hususa son yazının son bölümünde de bir nebze değinmiştim; (Bu arada bölgede İslâm adına denilerek ortaya çıkan bazı -hattâ, pek çok- hareketlerin nasıl kör bir noktaya savrulduklarının rolünü de unutmamak gerekir. O faslı açmak ve yarayı kanatmak istemiyorum.) şeklindeki parantez içi notla..
*
Yoksa, kendi dünyamız için de öyle sert eleştirilerimiz vardı ki, bunların bir çoğu hâlâ da geçerli.. Ama, karşıtlarımıza malzeme vermemek gibi bir sorumluluğumuzun olduğunu da düşünüyorduk. Yoksa, gözlerimiz kapalı değildi..
Ayrıca, karşıtlarımızın, bizim camiamız içindeki çelişkilere dair yazdıkları tamamiyle yalan ve yanlış da değildi. Ama, onların bizim tarafa yönelttikleri eleştirilerin mantıklı ve tutarlı olanlarından hepimizin ders çıkarması gerektiğini kendi içimizde tartışıyor ve, ama, kendi ihtiyat / yedek güçlerimiz durumunda olan çoğu fakirlikten, evinin maişetini düşünmekten öteye fikrî konulara yabancı, inanç konularını ise mahalle mescidindeki hocanın anlattıklarından anlayabildiği kadariyle evine yansıtan kitleleri aşağılamanın, suçlamanın kendi bindiğimiz dalı kesmek olacağını da unutmuyorduk.
*
Kaldı ki, bizim dayandığımız kitleler az-çok bir hak, hakikat, adâlet ve ahlâk kaygusunu taşıyorlardı; karşı tarafın manyetik çekim alanına düşen kitleler ise, büyük ekseriyetiyle tamamen bom-boş idiler veya manevî dünyaları terkettirilmiş, boşaltılmış; ideolojik bir beyin yıkama ameliyesinden geçirilmiş bir taife idi ve ailelerinden aldıkları, duydukları, aile büyüklerinden geçmişte dinlediklerinin içinde yer aldığı bir takım kıssaları, örf ve âdetleri bile kendi ideolojik çerçeveleri için tehlikeli bulup, toptan reddeden ve yeni bir komunal paylaşma nazariyesine adâlet diye bakan, sosyal sınıflar savaşı anlayışını tek kurtuluş yolu sanan bir yeni proleter sınıf haline gelmeye başlamışlardı.
Bu kesimler hattâ orta halli veya yukarısı bir gelir imkânına kavuştuklarında bile, devamlı olarak daha zengin olanların nereden beslendikleri ve kendilerinin niçin o imkânlardan mahrum kaldıkları üzerine her vesileyle, hattâ aile ziyaretlerindeki tartışmalarda bile kendi ideolojilerini yaymaya çalışıyorlardı. Bu gibi kesimler, sadece rejimle değil, toplumun içinde kendileri gibi düşünmeyenleri ya uyandırılması gereken cahil, kafası çalışmayan kitleler sanıyorlar; ya da yok edilmesi gereken karşı ve düşman sosyal sınıfların askerleri olarak görüyorlardı.
*
Hele de 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi sonrasında toplumun kemalist -laik kesimi kendilerini 'ilerici' olarak nitelerken, kendilerine karşı olan ve genel olarak 'muhafazakâr' olarak nitelenen, örf ve geleneklerden beslenen geniş kitleleri de 'gerici, mürtecî' olarak niteliyorlardı.
Ama, İsmet Paşa'nın 1965'lerde dile getirdiği 'ortanın solu' tartışmalardan sonra sosyal nitelemeleri mahiyeti de değişmeye başlamıştı. Artık, 'ilerici-gerici' yerine, 'sağ- sol, sağcı/solcu' gibi terimler ve deyimler yerleşmeye başlamıştı. 'Solcu'lara inat, çoğu kimse de hattâ solculuğun da 'ne' olduğunu bilmeden, düşünmeden kendilerini, açıklanan bu yeni sosyal saf tutma hareketinde 'sağcılık' denilen sosyal saf tutmada bir yerlere yaklaştırmaya çalışıyorlardı.
*
Halk kesimleri arasında bu konunun hemen İslâmî mânâdaki 'Ashab-ı Meymene' ve 'Ashab-ı Meş'eme' terimleriyle anlatılması ise, daha bir facia idi. Çünkü, Kur'an ve nebevî hadislerde Mahşer'de, Hesab Günü'nde amel defterleri sağlarından verilecek iyi insanlar için kullanılan 'Ashab-ı Meymene', ve amel defterler sol taraflarından verilecek günahkar insanlar için kullanılan 'Ashab-ı Meş'eme' terimlerinin siyasî literatürde kullanılan 'sağcı' ve 'solcu' terimleriyle hiçbir ilgisi yoktu.
1789-Fransız İhtilali sırasında teşekkül eden Fransa Meclisi'nde Robespierre etrafında oluşan (dağlılar mânâsında) Montanyar /(Montagnard)'lar ve onlara karşı olan Jironden /(Girondin)'ler gibi iki büyük zıd grup oluşmuştu ve onlar mecliste grup halinde birbirlerine karşı şekilde otururlardı.
Bu iki zıd grup arasında, gürültü, karmaşa ve kavga anlarında Meclis Başkanı da onları, 'Sağcılar, lûtfen yerinize oturunuz; Solcular, lûtfen sâkin olun!' gibi sözlerle teskin ve disiplini temin etmeye çalışırdı. Ancak, Başkan'ın oturduğu başkanlık kürsüsüne göre sol tarafta olan -ve daha sonra- solcu (gauchist) denilenler, kendileri açısından Meclis'in sağında oturuyorlardı; ve Başkanlık kürsüsünün sağ tarafında olup -daha sonra- 'sağcı' (droitist) olarak nitelenenler, kendileri açısından, Meclis'in solunda oturuyorlardı. Böyle olunca Başkan'ın sağcılar ve solcular diye ikaz ve ihtar ettiği taraflar çok kere, kimin kasd edildiğini anlamakta zorlanıyorlardı.
Ancak 'sağ ve sağcılık' terimi, daha sonra kilise, sermaye, toprak ağaları, asılzâdeler(soylular), burjuvalar vs. ekonomik açıdan daha geniş imkânlara sahip kesimlerin görüşlerini ve menfaatlerinin korunmasını öne çıkaranlar için kullanılan dünya çapında bir 'kavram'a dönüşmüştü.
'Sol ve solculuk' ise, ekonomik açıdan yoksul veya alt-gelir katmanlarının hak ve menfaatlerini önceleyen ve sosyal yapıda bu kesimlerin durumunun iyileştirilmesine engel olan her ne varsa onlara karşı çıkmayı şiar edinen bir kavram haline gelmişti.
*
Sağcı- Solcu nitelemeleri bizdeki siyaset terminolojisine de buradan girmiş ve marxist ideoloji ve siyasî cereyanlar da 'sol ve solculuk' kavramlarını kendileri için müsaid bir fidelik halinde görüp benimsemişlerdi.
İlginçtir, 1790'larda Fransız Meclisi'nde yaşanan o kavram kargaşası, bize de yansımıştı.
Nitekim bizdeki bazı siyaset ve sosyoloji bilimcileri de, aslında 'sağcı' ve 'solcu' deyimlerinin bizde tam ters şekilde sahneye çıktığını söylüyorlardı. Ki, bunlardan birisi, genelde solcu olarak bilinen Prof. İdris Küçükömer'di. O, kısaca, 'Türkiye'de 'solcu' denilenler genelde, 'sağcı' konumunda olup, ülkenin ekonomik kaymağını yiyen kesimlerden oluşuyor' diyordu ve bu yanlış değildi. Özellikle İttihad- Terakkî'den kemalist döneme, ve oradan da Demokrat Parti ve sonra Askerî Darbe dönemlerine kadar her dönemde, ülkenin ekonomik açıdan en güçlü olanları kendilerini 'solcu' olarak niteliyorlar veya solcu denilen partilere oy veriyorlar, solcu olmayı aydın sayılmanın gereği zannetmek gibi bir sığ ve hattâ komik anlayışa teslim oluyorlardı. (Ama ilginçtir, Prof. Küçükömer böyle bir gerçekçi yorum yapmadan önce solcu kesimlerin çok itibar ettiği bir bilim insanı olarak anılırken, bu değerlendirmeyi yapmasından sonra, onun aslında nerelerdeki mülklerinden ne yüksek kiralaar aldığına dair iddiaları ortalığa dökmekte tereddüt etmedilerdi.)
*
Düşünelim ki, bizdeki üniversite hocaları bile sağ ve solu anlatmaya çalışırken, tuhaf ve komik, gülünç tarifler veriyorlardı. Hattâ ünlü hukuk profesörü olan kocaman kişiler bile ders anlatırken, insan bedeninin sağ ve sol tarafını mukayese edip, daha çok sol tarafın önemli olduğu gibi lafları derslerinde anlatacak kadar sığ bir 'solculuk' propagandası yapmaya kalkışıyorlardı, akıllarınca..
Hattâ, onlardan birisi, 'Beynin sol tarafı daha önemlidir, kalb de, pankreas da sağdadır' gibi komik laflar ederken, 'mide de soldadır..' deyivermiştim de, sınıfta gürültü kopmuş; 'Sağcı mısın, solcu musun, açık söyle..' gibi sözlü sataşmalara maruz kalmıştım.
*
27 Mayıs Askerî Darbe Zorbalığına hukuk adına meşruiyyet fetvâsı veren profesörlerinden bazıları ise, öğrenciler içinden, resmî ideolojiye güveni sarsılan veya ona aykırı bir yol tutmak eğiliminde olanların ürkütülmesi- korkutulması için, tumturaklı laflar ederler ve 'İttihad-Terakkî'den beri, İslâmcıların nasibi, buldozerle ezilmek olmuştur; laik kesimler, İslâmcıların üzerinden buldozerler gibi geçmiştir.' derlerdi. Bunların en ünlüsü de Tarık Zafer Tunaya idi..
*
Bu ve benzeri sosyo-politik ve de kültürel konularda yazdığım yazıları müstear isimle 'Bâb-ı Âli'de SABAH' gazetesine gönderiyordum; bazan haftada, bazan 10-15 günde bir..
Bu yazılar, muntazam bir periyodu takib etmese de, 'müstear' isimle yazıyordum. Çünkü, aleyhlerinde yazı yazan bir isme imtihanlarda geçer not vermiyecekleri açıktı.
Bazı yazılarımı da doğrudan açık kimliğimle yazıyordum. Özellikle ülke içi, günlük siyasî konularda olmayan yazıları ismimle yazmamda bir sıkıntı görmüyordum. Ama, özellikle de, Rusya'da 1917'de meydana gelen Bolşevik/ Komünist İhtilali'nin 50. Yılı dolayısiyle 1967 yılının son demlerinde yazdığım ve 3 güne bölünerek yayınlanan uzuun makale, her ne kadar komünist devrimin oluş yıllarının hatırlatılması üzerine bina edilmişse de, oradan hareketle, o günün toplum yapılarına ve tabiatiyle Türkiye'nin o gününe ve geleceğine dair temenni, tahmin ve tehlikelere de atıfta bulunuluyordu. Ve o konuya, sadece komunizm karşıtı birisi olarak değil, bir Müslüman olarak bakılmaya çalışılıyor ve başta kapitalizm, faşizm, sionizm vs. gibi başka emperial sistemlere ve güç odaklarına karşı itirazlar da dile getiriliyor, çözüm için de İslâm inancının temel ölçüleri gösteriliyordu.
Konuya devam edeceğiz, inşallah…
Selahaddin E. Çakırgil