Bu konuyu burada noktalayıp, yeniden dönelim, Varto Depremi'ni anlatırken bir nebze değindiğim 'toprak ağalığı'na..
Doğu ve Güneydoğu'da var olan geniş topraklar ülkenin diğer bölgelerinde hele de bizim Karadeniz kıyılarında yoktu. Bizde, toprak bulunmaz ve çalılıklar bozularak, tarlaya dönüştürülmeye çalışılırdı. Burada ise, bu geniş topraklar büyük çapta ziraat için kullanılmıyordu. Geniş topraklar hayvanların otlatılmasında ve bir kısmı da o köyde yaşayanlarca ekim içindi. Ama, o geniş topraklar o 'ağa'ların malı sayılır, o köylüler ise o 'ağa'nın mülkünde yaşayan 'maraba, gariban, fakir kimseler' idi ki, onlar hasta hanım veya çocuklarını 'ağa'nın izni olmadan şehre bile götüremezlerdi..
O toprak yapısı ve sosyal bünyenin teşkili, o bölgede gerçekten son derece adâletsiz idi.
*
İşte öyle bir zamanda, ülke çapında ise, çok yaygın bir 'toprak reformu' sloganı yükseliyordu. Halbuki bu durum sadece Anadolu'nun doğu ve güneydoğusundaki yöreleri ve oralardaki toprak düzenini ilgilendiriyor ve diğer bölgelerde ne demek olduğu bilinmiyor ve konu anlaşılmıyordu bile..
Ama, ülkenin gerçeklerinden habersiz ve toprağı sadece saksıda gören ve daha çok da marksist anlayışının propagandasının etkisinde kalan kesimler, toprakta nasıl çalışılır, toprak deyince her toprak aynı mıdır, kıraç, verimsiz topraklar kiminle nasıl bölüşülür, dere yataklarındaki verimli sayılabilen yerlerin ne demek olduğu, toprağın ne olduğunu bilmeyenlerce anlaşılamazdı elbette.. Ama, toprakta, tarlada, çamur içinde çalışmanın ne demek olduğundan ve yoksulluktan habersiz kişi veya odakların manyetik çekim alanına düşen çoğu üniversite gençliği, bu 'toprak reformu' lafını o kadar içtenlikle bir slogan halinde yükseltiyorlardı ki, daha sonraları bazı 'solcu gençlik liderleri' düştükleri komik durumu hâtıralarında veya röportajlarında anlatmışlardır.
*
Bunlardan birisi, Sarp K. idi. O, o zamanki bir ünlü valinin oğlu idi. Sarp K., Heybeliada Deniz Harb Okulu öğrencilerindendi galiba... Ve Deniz Kuvvetleri'nden bir grup subayın yayınladığı ileri sürülen bir beyânnâme o sıralarda Şevket Eygi'nin 'Bugün' gazetesinden efkâr-ı umûmiyeye duyurulmuştu. O bildiricilerin İsmet İnönü ile görüştüklerine dair haberler de matbuatta yer alıyordu.
Sanırım, 190-91'lerdi, Sarp'ın bir röportajında söyledikleri çok ilginçti. Diyordu ki (özetle) : 'Propaganda için Ege köylerine giderdik.. Ben ki, bir valinin oğluyum, dedem de, CHP'nin Ege Bölgesi müfettişi idi. Köylülerin yaşadığı hayattan haberim yoktu.. Nasırlı eller de, güneş altında kan ter içinde çalışmanın ne olduğundan haberim yoktu. Ama, onlara yoksulluğu gidermekten, alınterinden bahsederdik..
Biz o yörelere her gidişimizde onlara, propaganda broşürleri dağıtırdık. Bunlar, taşınması ve kolay muhafaza edilmesi için yurt dışında oldukça kaliteli, ince kağıtlara basılırdı. Onlar da bu broşürlerden bolca alırlardı, dağıtmak için..
Aradan bir müddet geçtikten sonra, o yörelere tekrar gittiğimizde, o köylüler bizden ısrarla o propaganda broşürlerinden isterler ve biz de halkın bizim hedefimizi anladıklarını düşünür, sevinirdik. Ama, sonra anladık ki, o köylüler, yurt dışında ince ve kaliteli 'pelur' kağıtlara basılan o broşürleri meğer okumak için değil, sigara sarmaya çok elverişli olmasından dolayı istiyorlarmış..' !!!
*
Kısaca aktardığım bu hikâye bile, Türkiye'de halk kitlelerinin dertlerine derman olmak iddiasıyla meydana çıkan 'laik-kemalist ve solcu' vs. grupların halktan ne kadar kopuk ve gerçeklerden ne kadar habersiz olduklarını göstermektedir. Nitekim, daha sonra, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi'nden sonra, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı olan kişi, 'Toprak Reformu'nun mutlaka yapılması gereğinden söz ediyordu ve gerekçesini ise, 'Toprak Reformu yapılması çağrılarını yıllardır işitip duruyoruz; artık olsun, nasıl olacaksa..' şeklinde dile getiriyordu. Yani konuyla ilgisi ve bilgisi bundan ibaretti..
*
Elbette, ülkedeki toprak düzeninin âdilâne bir yapıya kavuşturulması gerekiyordu. Ama, bu düzenlemenin yapılmasından dem vuranlar, toprağı saksıda görenlerdi ve asıl âdilâne bir düzenleme tarafdarı olabilecek kesimlerin ise, günlük geçimlerini temin etmekten öteye düşünebildikleri bir şey yoktu. Özellikle de, Doğu ve Güneydoğu'daki toprak düzeni, derebeylik dönemlerini hatırlatan cinstendi. Ki, ülkenin diğer yörelerinde, her ne kadar bir takım sağlıksız toprak düzenlemeleri var idiyse de, Doğu ve Güneydoğu'dakine benzer, öyle bir toprak dağılımından, Ağa Düzeni'nden söz edilemezdi. O yörelerde ise, genelde, hattâ köy sahibi olmayı tabiî gören bir yapı vardı ve köy halkının toprakları yoktu, onlar 'Ağa'nın marabaları' durumunda idiler ve hattâ o kadar ki, hasta hanımını, çocuğunu şehre, doktora götürmek için Ağa'dan izin ve para almak zorundaydılar. Çünkü, o 'Ağa'lar o köylerin sadece topraklarının değil, o köylülerin de sahibi durumundaydılar. Bu düzeninin insanî ve âdilâne bir yapıya kavuşturulması, evet lâzımdı ama, bunun yapılmasının isteyenler, toprak nedir, toprak nasıl işlenir, bundan habersizdiler. Nitekim, 1972'lerde darbeci subayların dikte ettirdiği bir kısım düzenlemeler yapıldı ama, hattâ dağıtılmaması gereken topraklar da küçük parçalara ayrılınca, o topraklar üzerinde teknik ziraat yapmak imkânı ortadan kalktı ve verimler daha bir düştü ve o toprakların yeniden birleştirilmesi zarûreti, yeni kanunî sınırlamalara uygun olarak yapılınca, eski toprak düzenine fiilen dönülmüş oldu.
Ama, o eski 'köy ağası ve sahibi' ve hattâ 'o köydeki sadece toprakların değil, halkın da sahibi' durumunda olan 'ağalık' sistemi bugün büyük çapta kalmadıysa, bu da 'toprak reformu' çağrılarından değil; diğer sosyal değişimlerinden; özellikle iletişim araçlarının, radyodan sonra televizyonun evlere girmesiyle sosyal bünyede kendiliğinden ortaya çıkan bir yeni toplum anlayışının etkisiyle gerçekleşmiştir denilebilir. Bunu bilhassa (rahmetli) Abdulmelik Fırat ağabey uzuuun sohbetlerimizde, 1990'larda anlatırdı ve kürd halkının sosyal yapısını asırların geleneklerinden, hattâ aile efradı arasındaki bağlardan bile koparan şeyin televizyon olduğunu söylerdi. Ve sanıyorum, büyük çapta yanlış da değildi.
Hatırımdadır, 1965 Genel Seçimleri'nde, (Mehmed Ali Aybar'ın Genel Başkanı olduğu) Türkiye İşçi Partisi (TİP), Diyarbekir'de yüzde 20 kadar oy almıştı ve bu, son derece yüksek ve beklenilmeyen bir rakam idi.. Diyarbekir'in ünlü ve etkili ailelerinden bir doktor vardı, (Y. A) 'Halkımız uyanıyor..' demişti.. 1969'da ise, o rakamın yarısından bile az oy çıkmıştı ve TİP, sanırım Diyarbekir'den hiç m.vekili çıkaramamıştı. O zaman o doktorla karşılaştığımda, 'N'aber, halkımız uyumaya devam ediyor ağabey, hattâ horlamakta galiba..' diye takılmıştım. O sohbette bulunan bir diğer arkadaş ise, bu durumu, TİP'de meydana gelen derin ihtilafa bağlamıştı. Çünkü, Ağustos-1968'de Çekoslovakya'nın Varşova Paktı orduları (yani, Sovyetler Birliği liderliğindeki komunist Doğu Avrupa ülkeleri) tarafından işgal edilmesi üzerine, Aybar, bu işgale kesinlikle karşı çıkmış; Behice Boran, Çetin Altan, İlhan Selçuk gibi o dönemin diğer ünlü marksist isimleri ise bu müdahaleyi savunuyorlardı ve ortaya çıkan bu ihtilaf, Aybar'ın sadece TİP Gen. Başkanlığı'ndan değil, partiden de atılmasıyla noktalanmıştı.
Aybar TİP'in başında kalsaydı, durum değişir miydi?
O nokta bugünden bakınca, karanlık..
*
Ayrıca sendika hareketlerinde, işçi kuruluşlarının teşkilatlarında, gelir adaletsizliği, mülkiyet tartışmaları ve yoksulluk üzerine çare ararken.. Toplumda sınırları giderek kesinlikle ayrışan, işçi sınıfı ve komprador burjuvazi ayrışması örneklerinden hareket ederek, bir sınıf kavgası fikri yayılıyordu. Aslında solcuların söylediklerinin çoğu benim dünyama aid idi.. Ama, ben onların dünyasında değildim, çünkü onlar başka bir dünyaya aid idiler. Yaşayış tarzlarıyla , ideoloji ve inançlarıyla, benim içinde olduğum sosyal kesimden çoook uzaklarda idiler.
Bir ideolojik tartışma yapacak tahsil evrelerinden geçmemiş olanlar bile, işçi sendikalarının başkan veya sekreterlerinin yaptıkları tartışmalarda ileri sürdükleri görüşleri her yerde tekrarlıyorlardı.
Dahası, sosyal tartışmalar kurban ve tâbut da istiyordu. Kitlelerin tahriki , harekete geçirilmesi için bu gibi 'malzeme'ler çok gerekliydi.
Birileri, beklenmedik bir anda karşılarına çıkan böyle bi,r 'zuhûrat'ı, ganimete çevirmenin yöntemlerini iyi biliyorlardı.
Böyle bir fırsatın nasıl kullanıldığını İstanbul'da görmüştüm.
Nerede, kim(ler) tarafından ve nasıl öldürüldüğü bile bilinmeyen bir üniversite öğrencinin cenazesini kapan binlerce öğrenci, ve onları yönlendiren öğrenci liderleri veya sendika patronları veya matbuattan bazı haberciler veya yazarların işaretiyle Bâyezid Meydanı'ndan Çemberlitaş ve Sultan Ahmed Meydanı'na, oradan Sirkeci'ye ve Beşiktaş'a kadar uzanan güzergâh üzerinde giderek artan kalabalıklar halinde ve marşlar ve intikam yeminleri de ederek ve kendi ideolojik sloganlarına bir bayrak olarak taşıdıkları tâbutu ve tâbutun içindeki öğrencinin posterlerini taşıyorlardı. Bu sahneleri seyreden muhalif gruplardan bazılarının, 'Bir cenazemiz de bizim olsa keşke...' dediklerini çok işitmişimdir. (Bu cümleden olmak üzere, H. Cemâl isimli 'mâlum' yazar'ın hâtıratında, bir çekmecedeki tabancayla oynarken, kendisini vuran ünlü bir öğrenci liderinin, kamuoyuna, karşıt gruplarca öldürüldüğü görüntüsü verilerek duyurulduğu itirafı bile vardır.)
Ki, o dönemde kiraz ağacına çıkıp kiraz yemek isterken, elektrik teline dokunarak ölen gençlerin bile, belli kesimlerce 'şu' veya 'bu' taifenin hesabına 'şehit' diye kullanıldığını biliyoruz.
*
Şu kadarını belirtmeliyim ki, Müslüman kürd halkı, bir takım arayışlar içinde idi. Hele de 1923'den sonraki dönemin, kemalist-laik- türkçü uygulamalarının en büyük baskı ve hattâ darbelerini görmüşlerdi. Ve o sıralarda ömrü 50 yıla varan o rejime alternatif çıkış yolları arıyorlardı. Nitekim, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, 1973 seçimlerinden itibaren en çok da Necmeddin Erbakan liderliğindeki Millî Selâmet Partisi'nin ve (onun kapatılmasıyla) daha sonra da Refah ve Fazilet partilerinin oy deposu durumuna dönüşüp, Türkiye'nin siyasî dengelerini değiştiren bir güç odağı haline gelmişti. (Bu bölgenin bugünkü siyasî eğilimlerinin bu şekilde devam edip etmiyeceği düne bakılarak da çıkarılabilir mi? Tahminde bulunmak kolay olmasa gerek..)
Ama, her halûkârda, TC rejiminin, bugün bu bölgedeki hâlâ da devam etmekte olduğu anlaşılan sosyal arayışlara, Müslüman kürd halkının ve ülkenin tamamının büyük ekseriyetle kabul edeceği ve Müslüman birliği ve kardeşliği'ni esas alan ve (İslâm'ın asırlarca uygulanmasında fiîlen gösterildiği şekilde) diğer unsurları da dışlamayan, inandırıcı ve yaraları da sarıcı bir siyaset izlemesi şarttı. Ama, bu, her şeyden önce, 100 yıllık uygulamaların temel yanlışlarının terk edilmesine bağlıdır. Şahsen, o bölgede bugün, hele de son 30 yıldır geniş kitlelerin yüzde 60-70'leri aşan bir şekildeki bir yönelişi sürdürmeyeceğine ve bugünkü durumun geçici ve ârızî bir durum olduğunu düşünüyorum.
*
İsmet Paşa'nın 1965 Seçimleri öncesinde 'Biz Ortanın Solundayız..' demesiyle solcu hareketler epeyce bir ivme kazanmışlardı.. Gerçi, CHP içinde Kemal Satır ve Turhan Feyzioğlu gibi önde gelen ve CHP'nin ağır toplarının istifa edip Güven Partisi adında bir parti kurmaları o kadar etkili olamamıştı, parti, yine de İsmet Paşa'nın elindeydi.
Bu arada, Ecevit de yavaştan yavaştan gard-rob ve kılık-kıyafet devrimciliğine eleştiriler getiriyordu.
Doğan Avcıoğlu liderliğinde, YÖN adında bir dergi yayınlanmaya başlanmıştı. 'Milliyetçi solculuk' denilebilecek bir hava vermeye çalışıyordu. Bunu bazıları 1932'lerdeki Kadro Dergisi hareketine benzetmişlerdi.
*
Ama, yazar kadrosu, psikolojik olarak, zihinleri kelepçeli olarak, 1923 döneminin resmî ideolojisinin etkin ismine zarar gelmeyecek, onu hafife alacak şekilde bir beyan da bulunmamayı, laik cumhuriyete olan imanlarına aykırı olmamasının dikkati içindeydiler. Marksistler de kendi aralarında özel sohbetlerine N. Hikmet'ten okudukları yazı ve şiirlerinde geçen 'Burjuva Kemâl' ile hangi Kemâl'in anlatılmak istendiğine açıklık getirmiyorlardı, hem bunu ayrıca anlatmaya gerek de yoktu.
*
(Bu arada bölgede İslâm adına denilerek ortaya çıkan bazı hareketlerin nasıl kör bir noktaya savrulduklarının da anlatmak gerekir. O fasıl da sonra, inşallah..)
*