12 Mart 1971 Askerî Darbesi'ne doğru giderken, ülkenin sosyo-politik ve ideolojik durumuna kaldığımız yerden devam edelim:
Solcu sendikaların düzenlediği yürüyüşe katılan işçi kadınların çoğu Anadolu'dan, taşradan geldikleri çizgileri taşıyorlardı, giyim-kuşamlarında. Pankartlarda dile getirilen marxist ve laik laflarla, bazı işçi gruplarına söyletilen ve işçileri gerçekte kendi inançlarıyla karşı karşıya getirmeyi hedefleyen 'Bizi Tanrı değil, kendi gücümüz kurtarır..' gibi laflara biraz düşünseler itiraz ederlerdi, ama, 'sürü psikolojisi' halet-i rûhiyesi içinde tekrarlatmaya yönelik sloganik gürültüler içinde olanlar da o sloganları takararlamaya sürükleniyorlardı. Ki, bu lafları söyleyenler arasında yer alan ve amma, 'Abdestimi alıp çıktım yola..' diyen orta yaşlı kadın işçilerinin ruhlarında nasıl bir derin kopukluk olduğu açıktı, ama, onların bundan haberi yoktu..
(Benzer bir durumu 2005'lerde Almanya'da görmüştüm.. O zaman Başbakan olan Tayyib Erdoğan Almanya'nın Köln şehrinin Kalk semtinde bulunan Arena isimli 20 bin kişilik bir Kapalı Spor Salonu'nda AK Parti'ye yakınlık duyanlarca yapılan bir siyasî toplantı sırasında, salon tıklım tıklım dolmuş ve belki bir 20 bin kişi de dışarda kalmıştı. Orası bir panayır yeri gibiydi. 500 metre uzakta, bir köşede, PKK denilen bir terör örgütünün tarafdarları polis kordonu altında, Erdoğan aleyhinde sloganlar söylüyorlardı. Bu arada yaşlı bir karı-koca çift de bir pankart açmışlarda, kocaman.. Uzaktan kocaman 'A K P' harfleri görünüyordu. Yanlarında yaklaştığımda bu büyük harflerin devamında '.llahsız, .afirler, .artisi' yazısı okunuyordu. Onlara, 'Bu flâmada ne yazıyor?' dediğimde, 'Bizim okuma-yazmamız yok!' demişlerdi.)
*
Çapa mıntıkasındaki Kızılay Kan Merkezi'nin önüne çıkmıştım, tedbir olarak üzerimde beyaz gömlekle, sağlık personeli olduğum belli oluyordu. Çünkü, böyle ayrıcalığı olmayan herkesi o yürüyüş selinin içine çekmeye çalışıyorlardı.. Yürüyüş kolunun kenarında ile, pek işçilikle ilgisi olmayan sosyete çocukları, el-ele tutuşmuşlar, selin içinden kenara çıkmak isteyenlere izin vermiyorlar, ama, yolun kenarında şöyle itiraz edemeyecek tipte birilerini görünce selin içine çekiyorlardı..
Haber gelmişti, 'Gebze-Pendik taraflarındaki işçiler de binler halinde İstanbul üzerine doğru yürüyor..' diye..
Gerilim oldukça yüksekti.. O gün İstanbul'da oldukça büyük hadiseler olmuştu.. Belki, 1955'teki, '6-7 Eylûl Hadiseleri'nden sonrasının en büyük kitlevî hareketlerden birisi yaşanıyordu. Sonradan anlaşıldığına göre, o gün Kadıköy tarafında 20'den fazla polis, başları taşla ezilerek öldürülmüş ve ülkenin -başta İstanbul ve Ankara olmak üzere- bazı büyük merkezlerinde 'Sıkı Yönetim..' ilân edilmişti.
İktidardaki parti ise Süleyman Demirel liderliğindeki AP Hükûmeti idi. Ancak, Süleyman Demirel ve partisi, bünyesinden kopan ve Ferruh Bozbeyli liderliğinde siyaset sahnesinde Demokratik Parti yüzünden bir hayli zayıflamıştı. Çünkü, bu yeni partide bir araya gelenler, o zamanın geçerli terimleriyle milliyetçi-muhafazakâr m.vekilleriydi ve bu kesim, Adalet Partisi'nin halk içindeki en güçlü halk tabanını teşkil ediyordu.
Demirel ise, masonik güçlerin, büyük sermaye çevrelerinin ve gücünü emperial merkezlerinin temsilcisi durumunda bir kelaynak gibi kalmıştı. Çünkü, Anadolu'daki mukaddesatçı- muhafazakâr, milliyetçi denilen geniş halk kesimlerinin psikolojik desteğinden mahrum ve onların artık terkettiği bir noktaya düşmüştü. Bu da, Demirel'in ve partisinin ülkedeki gücünü derinden sarsmış, solcu güçler kendilerini daha güçlü hissetmeye başlamışlardı.
Halbuki, ekonomik açıdan, ihtilal dönemi şartlarına göre epeyce bir düzelme hissediliyordu halk arasında.. Ama Demirel, kendi tabanına ihanet etmiş gözüküyordu. Kemalist-laik ve masonik çevrelerin kendisine, ya da matbuat aracığıyla halkın kulağına fısıldamaya çalıştıkları konu, gerici faaliyetlerin yoğunlaştığı şeklindeydi. İslâmköylü Hacı Yahya Efendi'yle, Ümmühan Teyze gibi iki asil Anadolu insanının oğlu ve köylü -, hem de İslamköylü çocuğu olmakla iftihar ederek 1964'de , Adalet Partisi'nin başına gelen Demirel'in şimdi, 'Halk tabanımıza ihanet ediliyor..' şeklindeki itirazlara cevabı, 'Kol kırılırsa yen içinde kalır; evet, ama, kol gangrenli olduysa onun çaresi, o kolu kesip atmaktır..' şeklinde oluyordu. Ve Demirel'in Adalet Partisi içinde, Müslüman halk kitleleri içinde etkili m.vekillerine karşı takındığı tavrı var gücüyle destekleyen ve kendilerini 'YEMİNLİLER' olarak isimlendiren ve aslında geçmişteki 50 yıllık kemalist-laik dönem uygulamalarına sım-sıkı sahip çıkmak isteyen ama, halk arasında hemen hemen hiçbir itibarları olmayan m.vekilleri ve diğer sosyal baskı odaklarının, yaldızlı Prof. Aydın Y. gibi süper-laik isimlerinin başını çektiği bir grup, bu İslamköylü'nün sırtını dayadığı kesimlerdi ve onların çoğu da, Amerikan emperyalizminin içerdeki uzantıları durumundaydı.
Ki, o zamanlar, o zamanlar, Necîb Fâzıl da, Büyük Doğu'da yayınladığı 'Süleymannâme' isimli şiirinde, Demirel'in, içinde yetiştiği aile ve sosyal çevreye böylesine yabancılaşmasını ağır mısralarla eleştiriyordu.
Edebî sınırlar içindeki ağır siyasî eleştiriye bir örnek olması açısından bu şiire bir göz atalım:
'SÜLEYMANNÂME
Sen gül diyarının yapma gülüsün!
Aynı yapmacıkla Çoban Sülü'sün!
Yoktur izlediğin bir dava yolu;
Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün!
Türk'e zıt sermaye merkezlerinden,
Bir zikzaklı yolda hep, güdülüsün!
Millî yekparelik gelmez işine;
Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün!
Ve devlete mason biraderlerin
Tam da maslahata denk ödülüsün!
Ne sır sendeki bedava oluş!
Problemler içinde en müşkülüsün!
Fikir dağlar boyu kocaman kitap;
Sen de o kocaman kitabın bir virgülüsün!
Böyleyken ustasın gözbağcılıkta;
Cüceler sirkinin baş Herkülüsün!
Gözyaşı ve çığlık vatanında sen,
Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün!
Büzülmüş susarken mahzun hakikat,
Davuldan ziyade gümbürtülüsün!
Teokratik rejim olmaz deyip de,
Peşinden müslüman görüntülüsün!
Kolera, vergiler, zamlar, enflasyon;
Bir felaketsin ki, binbir türlüsün!
Gelirsiz giderli bütçelerinle,
Her yıl, milyar milyar köpürtülüsün!
Okka okka vicdan satıl alırsın;
Topuzu altından oy baskülüsün!
Bir gökdelen sanır seni gören göz;
Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!
Büyük Kongre, dikiş tutturduğun yer;
Meclis'e gelince söküntülüsün!
Bağlısın hak bilmez 'YEMİNLİLER'e;
Hakkı bilenlerden çözüntülüsün!
Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark,
Kimbilir, ne kadar üzüntülüsün!
Millet gökten adam dilensin, dursun!
Ümit fakirinin keşkülüsün!
Kuzum, senin neren Anadolludur?
Türk'e Amerikan püskürtülüsün!
Farkın şu ki, eski Başbakanlardan,
Sen o belâların son püskülüsün!
*
Kezâ, o sırada bir dergide, Demirel'in sosyete hayatındaki bir resmi ile, anası Ümmühan Teyze'nin İslamî tesettür/ örtünme gereklerine Isparta civarındaki geleneklere uygun şekilde bürünmüş fotoğrafı yanyana getirilip, 'Domuz yavrulayan kısrak tepinir..' diye biten bir mısra, resim altı olarak yazılıyor ve bu şiirler, o günün Anadolu'dan gelen üniversite gençlerine oldukça etkili mesajlar veriyor, artık başka dünyalara aid olduğunu edebî bir dil içinde dile getiriyordu.
Demirel, kendi dayandığı tabanın, ayağının altından bir halı gibi çekildiğini hissedemeyecek kadar kavrayışsız birisi değildi, ama, zâhiren 'YEMİNLİLER', gerçekte ise, içerdeki bütün laik, masonik ve sol kesimlerle, kapitalist dünya'nın Türkiye'deki sosyal gelişmeleri dikkatle izleyen çevrelerinin estirdiği rüzgârlardan kurtulamıyordu.
O sırada ve eskiden Bakanlık da yapan ve artık kenara çekilmiş bir eski ünlü siyasetçi, bir gün Demirel'le görüşür, Demirel'in kendi şehrine gelmesi üzerine..
Ona, Mesnevî'de anlatılan bir hikâyeyi anlatır.
Bu hikâye özetle şöyleydi:
'Bir öğretmen vardı, ve bir gün, yakınlarda bir sel felâketi meydana geldiğini öğrenince, o zamana kadar sel görmemiş olan öğrencileri ırmak kenarına götürür, öğrencilerin görgüsü artsın diye..
Hava soğuktur.. Öğretmenin ise, üzerinde soğuktan korunacak bir giyeceği yoktur.
O sırada, öğrenciler suyun içinde bir kürk görürler ve öğretmenlerine onu gösterip, 'Hocam, suya atlasanız da o kürkü alsanız, kendinize bir palto yaparsınız..' derler.
Öğretmen de suya atılır. Ama, kürkü kenara bir türlü çekemez ve onunla birlikte sürüklenmeye başlar.
Bunu gören öğrenciler, durumun tehlikeli olduğunu anlayıp, 'Hocam kürkü bırak, kenara çık..' derler.
Öğretmen cevap verir: 'Ben onu bıraktım da o beni bırakmıyor..' der ve gözden kaybolur.
Çünkü, kürk sanılan o cisim, aslında selde sürüklenmekte olan ve öğretmene pençelerini geçiren bir canavarmış..
Sözkonusu eski siyasetçi, bunu qıssa'yı Demirel'e anlatınca, derin düşüncelere dalar ve, 'Demek, o kürk bir anavarmış..' diye birkaç kez mırıldanır.'
*
Bu durum, sadece Süleyman Demirel'in zayıflamasını değil, bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen seçim yoluyla iktidara gelmesi ümidi yine de olmayan solcu kesimleri, yeni bir askerî darbeye umut bağlamaya ve sosyal bünyeyi daha da buhranlı hale getirmek için, 'yıkıcı yaratıcılık' denilen darbecilik taktiklerini yaygınlaştırmaya sevkediyordu. Islah etmek değil, 'yapmak için toptan yıkmak gerekir' şeklindeki bu anlayış, esasen solcu-laik-kemalist'lerin yabancısı değildi..
Ve, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi'nin ayak seslerinin gelmeye başladığı demlerdir.. Bir taraftan, Hükûmet eleştiriliyormuş gibi yapılıyor ama,
*
Ancak, inançlarının asli ölçülerine, yani kesin doğrularına bir hayat tarzını tercih etmek ve hattâ bu yolda bir yazı yazmak bile, T. Ceza Kanunu'nun 163. Maddesine göre, devletin siyasî, hukukî, iktisadi, ticarî, kültürel vs. her alanda dinî esaslara göre yönetilmesini istemenin suç sayıldığı ve şiddetle takib edildiği bir dönem.. Savcılar fırtına gibi esiyorlardı..
O dönemin en yaygın takib olunan kesimi ise, Nurcu denilen taife idi. Gün yoktu ki, radyo haber bültenlerinde, 'yeni bir irtica odağı'nın daha yakalandığına değinilmesin.. Ve suç âletleri de ilân edilirdi.. Risale denilen kitapçıklar, tesbih, takke, vs.. O dönemde ön plana çıkan avukat ise, Bekir Berk idi ve mahkemeden mahkemeye koşuyor, yargı sisteminin tutarsızlığını sergiliyordu.
O sırada, -sanırım 69'un sonundaydı, Tunus lideri Habib Burgiba Türkiye yi ziyaret etmişti. Onu Meclis'te de konuşturdular ve o, ata arab ve gibi isimlerle anıldı, matbuatta.. Çünkü, o da, bir 'arab kemalisti' olarak Türkiye'deki laikliğe hayranlığını ve bağlılığını her vesileyle ortaya koyuyordu.
*
O sıralarda, bir Fransızca dergide bir yazı okumuştum. Müslümanların sesi her yerde kesiliyordu..
Dergide İranlı bir komünist, İran'daki hadiselerden, sosyal patlamalardan söz ediyordu. Bir haberin ne mânâya geldiği, 10 yıl sonralarda 1978-79'da meydana gelen büyük sosyal hadiseden, İslâm İnkılabı Hareketi'nden sonra anlaşılacaktı.
O dergide, bir komünist İranlı, 'Biz komunistlerin sesi yine de çıkıyor ve feryadımızı dünyaya duyurabiliyorduk.. Ama, dinî gruplara yapılan öyle zulümler vardı ki onların sesi dünyaya hiç yansımıyordu. 6 sene kadar önce İran'da meydana gelen ve bir halk isyanına dönüşen ayaklanmanın kanlı şekilde bastırılmasında 15 binden fazla insan öldürüldü. Ama, bu insanların sesi feryadı, çığlıkları hiç duyulmadı..' diyordu. Bu kişi hattâ, bazı kişilerin helikopterlere bindirilip, Tahran'ın 60-70 km. kadar güneyinde bulunan bir tuzgölüne atıldığını bile iddia ediyordu.
Sözü edilen ayaklanmanın, 5 Haziran 1963'deki büyük ayaklanmanın tarihinin, (İran tarihinde Panzdeh Khordad denilen bir gün) olduğunu ancak 1979'deki büyük İnkılab Hareketi'nden sonra öğrenecektik.. O zaman özellikle Tahran'ın güneyindeki Varamin ve Qum şehirlerinde Âyetullah Rûhullah Khomeynî isimli bir şiî âliminin öncülüğünde gerçekleştiği ve kanlı şekilde bastırılan o hadiseden sonra Şah'ın -türkçeye de 'Ak Devrim' adıyla tercüme edilen- 'İnqılâb-ı Sefid' adlı kitabda, 'O hadiselerin Âyetullah unvanlı bir karanlık din adamının tahrikleriyle ortaya çıktığını' iddia ediyordu. (O ayaklanmadan sonra, Khomeynî isimli o şiî müctehidinin gizlice ve Şah ile Başvekil İsmet Paşa'nın anlaşmasıyla Bursa'ya getirilip, Muradiye semtinde bir eve yerleştirildiğini, orada 11 ay kalan Khomeynî'nin, sonra Irak'taki şiî medreseleriyle ünlü Necef şehrine gittiğini, ancak 1979'dan sonra öğrenebilecektik.)
Ama, bizim kamuoyunun İran'da neler olduğundan hemen hemen hiç haberimiz olmamış ve İran'a bir gezi programı çerçevesinde götürülen Türkiye'nin laik-kemalist- ve hattâ solcu gazetecileri ve yazarları bile, Şahlık düzenini öve-öve bitiremiyorlardı. İran'da , o zaman Türkiye'de olmayan televizyon yayınlarının olduğunu, çöl sıcağında insanların Amerika'nın kolalı meşrubatıyla serinlediklerini ballandıra- ballandıra anlatıyorlardı, 'Şeyh'ul Muharrirîn' diye anılan Burhan Felek ve Çetin Altan ve onların çömezleri durumunda olan emsali kişiler..