Tel’in etmekten kınamaya…
İsrail'in alçakça saldırıları karşısında yükselen itirazlar için, genellikle sadece bir 'kınama' lafı yükseliyor..
Âkif merhûmun, 'Utandım, ağlayarak ve ağladım utanmayarak..' mısraında anlattığı bir durum..
'Kınamak', suç ve cinayetler için değil, kabahatler için kullanılan bir kelime olup, 'Yapmasaydın, daha iyi olurdu, seni ayıplıyorum, sana yakıştıramıyorum, bir daha yapma emi..' havasındadır Türkçede..
Kınamak yerine, eskiden, 'tel'în etmek' kullanılırdı; yani lânetlemek ifadesi vardı. Lanetlemede, düşmanlıktan öte, bir de derin öfke ve nefret vardı.. Düşmanına derin öfke ve nefret beslemiyorsan, onunla nasıl savaşacaksın ki? Bir çok çevrede bu ölçüsüz ve dil ucuyla karşı çıkış ifadesi tekrarlandı-durdu..
*
Ünlü Yahudi fizikçi Albert Einstein, 1938'lerde, psikiatrinin ünlü isimlerinden ünlü Yahudi Sigmund Freud'a yazdığı mektuplardan birinde, 'Yahudilerin devlet kurmasına karşı olduğunu, çünkü, yahudilerin tarih boyunca hayatlarını mazlumiyetleriyle sürdürdüklerini; devlet kuracak olurlarsa, kaçınılmaz olarak zulmedeceklerini, zâlim olacaklarını' ifade etmişti. Ama, 1948'de İsrail rejimi kurulduktan sonra, 'Mâdem ki kuruldu..' diye karşı çıkmamıştı..
Bugün sionist İsrail rejiminin sergilediği tablo, 73 yıldır, Einstein'ın o öngörüsünü doğrulamıyor mu?
Elbette, sionist rejim ve sionist Yahudilerden anlayış bekleyecek değiliz. Sadece, sionist Yahudilere, inandıklarını söyledikleri Tevrat'ın, 'Exodus/ Hurûc' faslının 23. Bâb'ının 21-24 âyetlerinde, 'Garibe haksızlık etmiyeceksin; çünkü siz (de) Mısır diyarında garib idiniz. Hiçbir dul kadını ve öksüzü incitmeyeceksiniz. Eğer onları incitirseniz ve (onlar) bir yolla bana feryad ederlerse, onların feryadını mutlaka işitirim (…)' meâlinde yer alan ifadelerden yansıyan bir 'vahy-i ilâhî' kokusunu, 'İnşaallah..' diyerek hatırlatmakla yetinelim.
*
Yahudilere değil, hattâ sionist Yahudilere de kızmayalım..
Taa baştan, bütün varlıklarıyla işgalci olan sionist bir rejimden ne beklemeliydik? Onlar, Hz. Mûsa'nın elinden sunulan Tevrat'ı tahrif ederek tanınmaz hâle getirdikleri başka bir inancın gereğince hareket ediyorlar.
Sionizm ve sionist Yahudiler nihaî hedefi uğrunda hiçbir cinayetten el çekmeyecektir!
Onlar böyle cinayetler, canavarlıklar sergilerken, biz de kendi inancımızın gereğince hareket edebiliyor muyuz?
Hayır!
Evet, bu konunun muhasebesini yapabilmeliyiz vicdanımızda..
Bunu yaparken de, hıncımızı gariban, savunmasız, bu saldırılarla ilgisi olmayan sıradan Yahudilere boşaltmak şeklinde bir davranıştan kesinlikle uzak durulmalıdır. Çünkü, bu , dünyada son yüzyılda 'antisemitizm' olur , biz Müslümanların 1400 yıllık tarihlerinde görülmemiştir. Ve, tepkisini sionist İsrail rejiminin yaptığı zulümlerin mantığına paralel şekilde ortaya koyanlar, davranışlarının psikolojik dinamikleri açısından onlardan farklı olmayan bir noktaya sürüklenirler.
Burada yeri gelmişken, şu 'anti-semitizm' terimine de değinelim:
Antisemitizm sadece Yahudi değil, 'samî ırk düşmanlığı'dır.
Arablar ve Yahudilerin, Hz. Nuh'un oğullarından Sam'ın soyundan geldiğine inanılır. Dilleri de birbirine çok yakın olan bu iki kavme de (sâmi değil, a sesi uzatmadan) samî ırk denilir.
Bir farkla ki, arablar Hz. İsmail kolundan, Yahudiler ise Hz. İshak kolundan gelirler. Yani, emmioğullarıdırlar.. Ama, Hz. İsmail'in annesi bir köle kadın olan Hz. Hâcer olduğundan, o ve nesli, daha düşük seviyede görülür yahudilerce; İshak ise, bir 'hür kadın' olan Hz. Sâre'den dünyadan gelmiştir. Bu yaklaşım, Hz. Mûsa'nın elinden insanlığa sunulan ilâhî vahyin, sonunda, nasıl bir ırkçı ve sadece aynı kan soyundan gelenlere mahsus bir din haline getirildiğini gösteren ilginç bir izah ve yaklaşım tarzıdır.
Samî ırk ve antisemitizm meselesinin özü budur. Ve Yahudiler, kendilerinin üstğn ırk olduğunu, diğer bütün halkların/ insanların ise, kendilerine yahudilerin efendilik etmesi için yaratıldığına inanırlar.
Ama, hele de 2. Dünya Savaşı öncesi ve esnâsında Nazi Almanyası'nın takib ettiği 'Yahudileri toplumdan tamamen dışlamak siyaseti'ne, 'samî ırk karşıtlığı' mânâsında 'antisemitizm' denilmiştir.
Eğer mesele, samî ırk karşıtlığı ise, o zaman arablar da 'samî' ırkdandır ve onlara karşı olanlara da aynı 'anti-semitizm' suçlaması yapılmalıdır.
Ama, emperial dünya bu suçlama silahını, sadece sionist Yahudilerin karşıtlarına karşı ateşlemekte ve mazlum çocukların, kadınların, ve savunmasız-silâhsız sivillerin hayatlarının ve yaşama alanlarının korkunç bombardımanlar altında ezilmesine seyirci kalmakta ve dahası, sionist Yahudilerin zulmüne karşı çıkıp, mazlum Filistinlilerin savunulması bile 'antisemitizm' olarak nitelenmektedir.
Ama, gün olur, bu silâh da geri teper.. Ve o zaman, zavallı Yahudilere yine biz Müslümanlardan başka kimse sahib çıkmaz.
**
Ama, herhalde itiraf etmeliyiz ki, yahudilerdeki bu rıkçı ve dolayısiyle insanî olmayan ve aşağı yaratılışlı gördükleri diğer bütün insanlara karşı, üstünlüklerini sürdürebilmek için her türlü mücadele metodunu , hiçbir ahlâkî sınır tanımadan yapmak eğiliminde olduklarının üzerinde, Müslüman halklar asırlarca durmadılar veya onların zayıflıklarına bakarak önemsemediler.
Ama, özellikle sionist Yahudilerin Filistin'de İsrail adına bir devlet kurduklarını ilan ettikleri 15 Mayıs 1948'den sonra karşılaştığımız sahneler belki biraz biraz gözlerimizin açılmasına yardım etti.. Hem, o, Hristiyan halklarca asırlarca ezilen gariban Yahudilerin en azından sionist olanlarının içinde nasıl bir canavar gizlendiğini; hem de kendi içimizde, Yahudilerin altın gücüyle elde ettikleri 'uşak' ruhluların nasıl bir, 'altın'a tapınan' 'zamâne sâmirîsi'ne döndüklerini, iş işten geçtikten sonra olsa bile görmüş olduk..
Yoksa, sadece şu 1967 Haziranı'ndaki '6 Gün Savaşı'nda, -o zaman itibariyle- toplam nüfusları 65 milyonu geçen ülkeler olan Mısır, Suriye ve Ürdün'ün ordularının iki gün içinde, ve o zaman bütün nüfusu 3 milyon olan bir sionist İsrail rejiminin ordusu karşısında nasıl ağır bir yenilgiye uğradığını başka nasıl izah edebilirdik. Ki, aynı hastalığın, her 10 yılda bir arka arkaya gerçekleşen askerî darbeler sırasında, bölgenin nice diğer ordularına da sirayet ettiğini görmedik mi? (Çevremize şöyle bir bakalım? İsrail rejimine muhabbetlerini sergileyen nice büyük generalleri görmemiş miydik, darbeciler arasında.. Ve Bölge ülkelerinin ordularından nice görkemli kumandanların tamamen temizlenmiş olduğunu kim iddia edebilir? Bu ülkelerdeki nice anlı-şanlı generallerin ölümlerinden sonra, onların ardından, Rotary- Lions veya Mason kuruluşlarınca yayınlanan ölüm ilanlarındaki övgüler bile bir şeyler anlatmıyor mu?)
*
Filistin'de sionist İsrail rejimince sergilenen bu son 'yüksek teknolojili modern barbarlık' sahneleri beni bir anda 52-53 yıl öncelere götürdü.
1967 Haziranı'ndaki '6 Gün Savaşı'nda, Mısır, Suriye ve Ürdün Orduları'nın, önceden elde edilmiş yönetici ve askerî komuta kademelerinin satılmış ruhlulara mahsus vurdumduymazlıkla hareket etmeleri sonunda, sadece bu üç ülkenin orduları değil, bütün Müslüman halklar da ağır bir sosyo-psikolojik travma yaşamışlardı..
Ürdün Nehri'nin Batı Yakası/ Batı Şeria, Suriye'nin su ve buğday anbarı mesabesindeki Golan /Cûlan Tepeleri ve Mısır'ın Sina Yarımadası, sionist İsrail rejimi güçlerinin eline geçmişti.
Tekrar edelim, '6 Gün Savaşı' denilmesi bizi yanıltmasın, her şey ilk iki gün içinde gerçekleşmiti.. Ama, bu üç ülkenin 'ateş-kes' istemeleri dolayısiyle, o savaş, '6 Gün Savaşı' diye anıldı.. Ve, aradan 54 yıl geçtiği halde Sina Çölü /Yarımadası hariç, diğerleri yerler hâlâ sionist İsrail'in elinde.. Ve geçen sene, Amerikan Başkanı Trump, '50 küsur yıl geçti, artık buralar İsrail'indir!' diyerek, başkalarının topraklarını, zâhiren başkaları durumunda olan, gerçekte ise, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu Şubesi durumunda olan İsrail rejimine bağışlamıştı.. Sina Çölü Yarımadası'nın Mısır'a bütünüyle geri döndürülmesi ise, Mısır ve İsrail'in 1979-Baharı'nda Camp David Andlaşması'yla mümkün olabilmişti..
*
Ama, '1967 Yenilgisi' üzerine değinilmesi gereken bir başka konu daha var..
67 Haziranı'ndaki ağır yenilginin şoku henüz atlatılmamışken, Mescid-i Aksâ, 1969 yılında bir Yahudi tarafından yakılıvermişti!
İslâm'ın en kutsal mekânlarından birisi olan bu mâbedin yakılmasından İsrail rejimi bile korkmuş, o yangını çıkaran kişinin bir 'akıl hastası' olduğunu ileri sürerek, hemen Yeni Zelanda'ya sürgün etmişti.
O zamanki Amerikan Başkanı Richard Nixon, Müslüman dünyasından çok sert bir tepki gelebilir korkusuyla, Fas Kralı II. Hasan'a, Rabat'ta bir 'Müslüman Ülkeler Konferansı' tertiblemesini tavsiye etmişti. Ve, böylece 'İslâm Konferansı Teşkilatı' ortaya çıkmıştı.
Tarihte ilk olarak -o zamanki sayı itibariyle- halkı Müslüman 39-40 ülke, bir araya geliyordu. İlk planda heyecan vericiydi..
İyi de, Türkiye ne yapacaktı?
Çünkü, kendisini hep laik olarak niteliyor ve hattâ, 3. C. Başkanı Celâl Bayar, 1959'da, İstanbul'u ziyaret eden Pakistan lideri Mareşal Eyyûb Khan'ın bir Cuma günü Sultanahmed'de Cuma Namazı kılmak istemesi üzerine, misafirini o câmiye kadar götürmüş ve ama, kendisi, 'Biz Laikiz..' diyerek, Mareşal Eyyûb Khan'ın şaşkın bakışları arasında içeriye girmemiş, getirilen bir sandalyede oturarak namaz sonrasına kadar kapıda beklemişti.
Şimdi, 'İslam Konferansı Teşkilatı'na nasıl katılacaktı?
Nitekim, o günlerdeki 'kemalist-laik' matbuatın dehşete kapılmışçasına yazdıkları yorumlara bakılacak olursa, içerdeki yerli sionist hayranlarının, dışardakilerden geri kalır bir tarafının olmadığı görülür. O sırada başbakan olan Süleyman Demirel, ülke içindeki ideolojik kutuplaşmaları kontrol altında tutabilmek ve frenleyebilmek için çeşitli tedbir ve taktikler kullanmaya başlamıştı. Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'i, Fas'ta toplanan o ilk 'İslâm Konferansı Teşkişlatı'na gönderirken, kendisi de bir taraftan, 'İslâm Konferansı Toplantısı'nda alınacak kararlara, iç hukukla çelişen kararların bağlayıcı olmayacağı'na dair içerdeki laik kesimlere garantiler verirken, kendisi de ilk kez, bir başbakan olarak Sultanahmed Camiinde Cuma namazına sessizce katılıyor ve Camiin hocalarından ünlü Gönenli Mehmed Efendi, Cuma hutbesinde, duygularına hâkim olamayığ, gözyaşı içinde, 'Aziz cemaat, nereden nereye geldik.. Başvekil beyefendi şimdi aranızda Cuma namazındadır..' dediğinde cemaat, Demirel'in namaza katıldığını öğrenmiş oluyordu.
Halbuki, 1924'de 'Hılâfet kurumunun, (Millet Meclisi'nin şahs-ı manevisinde mündemiç olduğu ve onun tarafından temsil edileceği' gibi aldatıcı kılıflarla) fiilen kaldırılması'ndan sonra 45 sene boyunca herhangi bir Cumhurbaşkanı veya Başbakan'ın, bakan'ın, Vali'nin, veya yüksek bürokratın Camilere gidip namaz kıldığı görülmemişti.
1923 sonrası rejimi kuranların, hangi niyetlerle hareket ettiklerini herkes kendisine göre düşünüp değerlendirebilir elbette.. Ama, unutulmaması gereken konu, Osmanlı sonrası dönemde, Osmanlı'nın enkazı üzerinde, emperyalist güçlerce irili-ufaklı onlarca devletçikler, rejimler kurulur ve Anadolu coğrafyası'nda da, asırlardır görülmemiş bir 'İslâm karşıtlığı' sergileniyor, ve 'irtica ve gericilik' adına bir takım en aykırı örnekler öne çıkarılarak, ve açlık- hastalık fakirlik pençesindeki Müslüman halk daha bir sindirilirken.. Evet, tam da o sırada, sionist Yahudilik hareketi, 400 yıl Osmanlı'nın elinde olan Filistin'de bir Yahudi devleti kurmak için, İrgun ve Stern gibi bir takım terör örgütlerinin kanlı saldırılarıyla , Müslüman halk sindiriliyor ve İngiltere ve Fransa'nın işgali altında bulunan Suriye- Lübnan, Filistin topraklarında geleceğin İsrail rejiminin temelleri atılıyordu.
Elbette sionist Yahudilerin o kanlı terör eylemlerine karşı, Müslüman halk arasından coğrafya ve ırk temelini öne çıkararak direnen yerli direnişçiler de çıkmıyor değildi.. Ama, İslamî mânâda ve Müslüman halkın inanç dünyasını harekete geçirerek savaşan mahallî hareketler de yok değildi. Bunların en başında da, İzzeddin el'Qassam liderliğindeki İslâmî direniş hareketi geliyordu..
1920'lerden 1936'da şehîd olduğu güne kadar İslamî direnişin sembolü olan ve bugüne kadar da, o topraklarda en net İslamî temel ve hedefler üzerinde şekillenen bir mücadeleyi örgütlemiş olan ve hâlen de İslamî mücadelenin son 100 yıldaki en sağlıklı temsilcilerinden birisi olarak bayraklaşan İzzedddin el'Qassam kimdi?
Bu isim üzerinde uzun boylu bir araştırma yapılamadı, maalesef.. Halbuki mslümanların bu bölgedeki varlığını sürdürmek mücadelelerinin ruhunu yaşatan ve bugün Gazze'de, 'İslâmî Mukavemet Hareketi' kelimelerinin arabçadaki başharflerinden oluşan HAMAS örgütüne, bu yakın tarihten ruh veren ve hattâ Qassâm Tugayları ve Qassâm Roket veFüzelerine kadar bir çok askerî hamlelere de ismi verilen bu yiğit müşlüman iyi anlaşılmayı ve hayırla , rahmetle anılmayı hak ediyor.
Selahaddin E. Çakırgil
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Siyonist saldırıların hatırlattıkları… (26.05.2021)
- Esed, Saddam, Ghaddafî ve diğerleri… (15.05.2021)
- Tam ‘her şey bitti’ derken… (03.05.2021)
- ‘Toplumsal yapıyı TV değiştirdi’… (20.04.2021)
- ‘Suçsuz isem, niye darbe yaptınız?..’ (13.04.2021)
- 15- 16 Haziran hadiseleri… (06.04.2021)
- ‘Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ (29.03.2021)
- 12 Mart’ın ayak sesleri… (20.03.2021)