Arab kavmiyetçiliği ve sosyalizm karması
Baas cereyanı Arab dünyasında heyecan uyandırmadı değil.. Çünkü, kavimleri adına bir devletlerinin olmaması, sonra parça parça olan ve birbirleriyle boğuşan Arab rejimleri ve bir avuçluk siyonist Yahudilerin sadece kendilerine tahakküm eden rejimlere değil, halklara da yaşattıkları aşağılatıcı, zelil duruma düşürüşlerinin de etkisiyle, Arab kavmini yüceltmek gibi bir dâvanın bayrağının Baascılık cereyanı tarafından dalgalandırılmasının kitleleri kendisine cezbetmesi tabiî idi. Sosyalizmin de, 'iştirakçilik' adı altında, toplumun bütün zenginliklerinin ortaklaşa paylaşılması gibi bir ideal de, yoksul halk kesimleri için hiç de sevimsiz olmazdı.
Ama, bu gibi yaldızlamalarla iktidara gelen ve hele de Hâfız Esed gibi katı bir rejim uygulaması sergileyen, arkasından da Irak'da iktidarı ele geçiren Saddam Huseyn liderliğindeki gibi ikinci bir Baaş rejimi örneğiyle ortaya çıkan Baasçılık Hareketi'nin yönetimlerinde nasıl bir baskıcılık olduğu görülünce, Baascılığın tadından yenilmez bir şey olduğu anlaşıldı ve başka ülkelerde tarafdar bulamadı. Ki bu ideolojik hareket, iktidara gelmek için, tıpkı 'İttihad - Terakkî'nin ve takibçilerinin yöntemi olan, 'Karşı çıkanları yok etmek' anlayışını şiar edinmiş bir ideolojik-politik cereyandır.
Hâfız Esed'in kim olduğu üzerinde bile, o büyük sosyal çalkantı ortamında kimse dikkat etmemiş veya bilenler de o ortamda onun kimliğini söz konusu etmeye cesaret edememiş ya da doğru bulmamıştı.
Hâfız Esed'in Suriye'de daha çok da Lazkiye liman şehri ve çevresinde yoğunluklu olarak yaşayan ve halkın genel nüfusu içinde yüzde 11-12 kadar bir yer tutan 'Nusayrî Alevîleri'nden olduğu söz konusu olmamıştı. Nusayrîler'in ise, bir bakıma, 800 yıl öncelerde, Alamut Kalesi Şeyhi olarak bilinen esrarengiz ve korkunç cinayetlere el atmaktan kaçınmayan 'Bâtınî' fedaîleriyle meşhur Hasan Sabbâh çizgisini genel hatlarıyla takib ettiği pek bilinmiyordu. Ve amma, Nusayrîliğin inanç bakımından, mâsum bir mezheb bile olmadığı, İslam'ın dışında olduğu sadece Ehl-i Sünnet mezheblerince değil, 12 İmam/ Caferîyye Mezhebi'nce de kabul ediliyordu asırlardır ve 'Gulat-ı Şia' veya -Hz. Ali'ye ulûhiyet nisbet etmek mânâsında-'aliyullah' olarak isimlendirilip İslamdışı görülüyorlardı.... Bu cereyanın bazı kollarının ayrıca, İslâm akaidinin asla kabul etmediği, 'tenasuh/reenkarnasyon'a , yani ölümden sonra, kişinin başka canlılar şeklinde yeniden dünyaya geldiği gibi, daha çok Hind'deki beşerî dinlerden gelen anlayışlara da bağlandıkları da biliniyor.
Ama ilgi çekiçidir, Hâfız Esed de, onun 30 yıllık saltanatından sonra yerini alan oğlu Beşşâr Esed de, Müslüman halkın arasında hem de sünnî usûllerine göre ibadetlere katılmaktalar.
Bu konuda bu kadar değindikten sonra, Hâfız Esed'in iktidara geçişinin hemen ardından, Irak'da da, Saddam Huseyn'in dayısı General Hasan el'Bekr'in bir hükûmet darbesiyle idareyi ele aldığını ve böylece Baas yöntemi partileşme süresi ve Türkiye'deki İttihadçıların ve devamı olan kadroların benimsedikleri yöntemle, karşı olanları yok etmek siyasetini uygulamaya geçtiklerini ve hele de Hasan el'Bekr'in rahatsızlıkları dolayısıyla, yönetimi fiîlen ve bir bütün olarak Saddam'ın ele geçirmesinden sonra, ortaya çıkan mukayese konusu, 'Şam'daki Baas mı, Bağdad'daki Baas mı daha az zâlim..' sorusuna cevab aramak üzerine oluyordu.
Yine o yıllarda, 1969 yılı Eylûl ayı başında Libya'da, başında İdris es'Sunûsî'nın melik/ kral olarak bulunduğu rejimin, 27 yaşlarında bir teğmen olan Muammer Ghaddafî'nin darbe yaparak, iktidarı ele geçirmesi ve rejimin Cumhûriyet ismi olacağını açıklaması da bir büyük hadiseydi. Çünkü, Libya da petrol zengin bir ülkeydi.. Bu yüzden emperial dünyanın iştahı ve ilgisi devamlı üzerindeydi.
Ghaddafî darbe yaptığı sırada, Kral İdris, romatizma tedavisi için geldiği Bursa kaplıcalarında, Türkiye'deydi.. O sırada, Libya'nin bir resmî bayram günü dolayısıyla Trablus'da, en seçkin komutanların katıldığı bir kutlama töreni yapılıyordu ve Ghaddafî de, güvenliği sağlamakla vazifeli genç subaylardan biriydi..
Gecenin ileri saatlerinde, Askerî Garnizon'un kapılarını güvenlik gerekçesiyle bir anda kapatan Ghaddafî, bütün üst kadroları tutuklamış ve darbe yaptığını dünyaya ilân etmişti kendisini de Albaylık rütbesine yükseltmiş, Libya ordusunda en yüksek rütbeli subay olarak o tepeye yükseltilmiş, diğer bütün subaylar albaydan daha aşağı rütbelere indirilmişti.
*
O yılların önemli bir gelişmesi de, Mısır lideri Cemâl Abd-un'Nasîr'in bir kalb krizi ile vefatı idi.
1952'de, Kral Faruk'u ve krallık rejimini deviren ve Mısır'da Cumhuriyet rejimini kurduklarını açıklayan Hür Subaylar Hareketi'nin, General Necîb'den sonraki en üst rütbeli ve amma halk nazarında en çok sevilen lideri durumunda olan Nâsır, sadece Mısır'da değil, bütün Arab dünyasında fırtınalar estiren bir müthiş sevgi hâlesiyle karşılanıyordu. Nâsır, Süveyş Kanalı üzerindeki 90 yıllık İngiliz ve Fransız hakimiyetine son verip, kanalı, 1956'da 'millileştirmiş' ve bunun üzerine, İngiltere, Fransa ve İsrail, Mısır'a üçlü bir savaş başlatmışlar, ama, o günün dünya dengeleri açısından, hem Sovyet Rusya'nın hem de Amerika'nın, bu 3 ülkeye, derhal geri çekilmemeleri halinde müdahale edeceklerini açıklamasıyla, savaşın son bulması ve Nâsır'ın diplomasi alanında büyük bir zafer kazanmış duruma gelmesiyle, o daha da büyümüş, kahraman konumuna gelmişti.
Ama aynı durum, 1967 Haziranı'ndaki '6 Gün Savaşı'nda tekrarlanamamış ve Mısır, Ürdün ve Suriye orduları siyonist İsrail rejimi karşısında ağır bir yenilgi almışlar ve yenilgiyi Nâsır, televizyondan ağlayarak açıklamıştı. Beklenmedik anda böyle bir yenilgi haberi alan Mısır halkı, 'Nâsır, yeter ki sen başımızda ol, biz seninleyiz..' diyerek bağlılıklarını bildirmişlerdi.
Nâsır da, canını kurtardığı gibi, bir de halkın o ısrarı üzerine 'Bu vefâlı halka bir iyilik yapayım...' havasında halkına minnet koyarak hükûmetini devam ettirmişti.
Ama artık Nâsır, eski Nâsır değildi, onu hep kararlı ve mütebessim gören Arab halkları artık onu hiç göremiyorlardı, halkın karşısında, ekranlarda bile çıkacak bir yüz bulamıyordu.
Burada ilginç bir noktayı, Nâsır Mısırı'nın dünyaya açılan yüzü ve ünlü gazeteci, El'Ehrâm'ın yıllar boyu başyazarlığını yapan ve Nâsır Hükûmeti'nde Enformasyon Bakanı da olan 'katı laik' Haseneyn Heykel'in hâtıratından özetleyelim:
Heykel diyor ki: 'Bir gün, Kahire'nin lüks otellerinden birinin en üst kat terasında, Nâsır'la oturuyoruz, konuşmadan.. Nâsır aşağıya bakıyordu.. Sonra, bir anda beklemediğim şekilde bana dedi ki:
-Heykel, Allah'a inanıyor musun?
Hiç beklemediğim bu sual karşısında birkaç saniye suskun kaldıktan sonra H. Heykel cevab verir:
*Bu hususta aynen sizin gibi düşünüyorum Reisim!
Bu cevab, anlaşılıyor ki, Nâsır'ın beklediği gibi, problemsizdir.. Ama, içindeki sorunun cevabı henüz de verilmemiştir ve der ki:
-Ama, Heykel; peki, ölümden sonrası n'olacak?
*Bu konuda da aynen sizin gibi düşünüyorum, Reisim!!!
Evet, Müslüman bir halkın en tepe noktasında 18 sene kalan, büyük sosyal çalkantı ve heyecanların ve sonunda da , korkunç bir yenilginin en sorumlu öznesi olan Nâsır, inanç açısından en azından böyle bir sarsıntılı zeminde olduğunu göstermiş.. Ama, daha ilginç olan şu ki, H. Heykel diyor ki hâtıratında (özetle):
-Bir gün, Kahire'nin 40 km. kadar uzağındayken, telefon geldi.. Bir hastahanenin başhekimi, telefonda Reis'in hastahanede olduğunu söylüyordu, ağlayarak..
Hemen yola çıktık, o hastahaneye doğru gidiyorum, bir taraftan da Radyo tv.'unun bütün normal yayınlarını kesip , Kur'an okumaları talimâtı verdim..'
Ve, H. Heykel, hastahaneye geldiğinde, Nâsır bu dünyadan gitmişti..
Yıl 1970 idi.
*
Ve o anda duruma el koyan Enver Sedat, beklenmedik şekilde Başkan seçilivermişti.
Nâsır'a, her şeye rağmen Mısır halkı çok büyük bir tören yaptı.. Dünyanın çeşitli ülkelerinden liderler cenazeye katılmak üzere Kahire'ye gelmişlerdi.
Türkiye'den de Başbakan Süleyman Demirel katılır, törene..
Yabancı misafirler çok fazla olduğundan ufak-tefek aksaklıklar da olur, diplomatik teşrifat /protokol kurallarının uygulanmasında..
Demirel, otelde asansöre biner.. Asansörde, uzun- siyah sakallı, cüsseli, ama, Kahire sıcağında, Arab halkların giydiği beyaz-uzun gömlekli birisi de vardır ve 'Mr. Demirel Hello!..' der, Demirel'e.. El sıkışırlar; ama kim olduğunu bilmeden..
Demirel bu kişiyi tanır gibidir, ama o libas içinde tanımakta zorlanır. Üstelik de, o asansöre protokolde olanlar biniyordur..
Asansörden indikten sonra da bir daha göremez..
Öyleyse, bu kimdir?
Süleyman Demirel, sonra öğrenir ki, o kişi, Kıbrıs Rum Yönetiminin Cumhurbaşkanı sıfatını da taşıyan ünlü Papaz Makarios'tur!!.
(Devam edeceğiz inşallah…)