Selahaddin E. Çakırgil

“Yaşasın dinim, vatanım, padişahım!”

İsmet Paşa'nın, karargâhında ve yardımcısı olduğu eski Başkumandan Vekili' Enver Paşa'yı, o dönemin diğer birçoklarına göre, saygılı bir dille anlattığına daha önce değinilmişti. Ama, o, öyle anlatırken; hele de askerlikten atılma dosyasını yok eden ve bu yüzden kendisine minnetdarlığını açıkça ifade eden Enver Paşa hakkında Karabekir Paşa'nın, çok iğneli ve de yer yer alaycı değerlendirmeleri ve hattâ Ankara'daki M. Kemal ve Fevzi Paşa'ları da 'Envercilik cereyanının tehlikesine karşı uyandırma'ya çalışması ibretliktir. Ki, o anlı-şanlı kumandanların, o en hassas anlarda bile, resmî makamlarında dahi gözüken tuzaklara tevessül etmelerine bakınca, insan, 'Bu insanlar o 2-3 senelik zaman dilimi esnasında, sanki, her şeyi bırakmışlar da, Enver'i ve Envercilik dedikleri bir cereyanı, en büyük ve bertaraf edilmesi gerekli bir numaralı düşman' gibi görüp, onu önlemek için ellerinden gelen her yola baş vurmuşlar, her yolu mübah bilmişler...' kanaatine kapılmaktan kendisini alamıyor… Bu konuda, dedikodulara itibar etmeden, doğrudan Karabekir Paşa'nın, 'İstiklâl Harbimizde Enver Paşa ve İttihad-Terakki Erkânı' isimli, 340 sahifelik büyük ebadlı kitabını okumak bile yeter…

Tekrar edelim, Karabekir Paşa'nın Enver Paşa'yla ilgili kitabında, Cemal Paşa, 'Vaktiyle, 'kuvvetimizi ve nakdimizi Anadolu'ya teksif edelim, günün birinde yolsuz ve harabezârdan ibaret bir Anadolu'da, parasız bir avuç Türk'le istiklâlimiz için çarpışmayı düşünmek lâzımdır' dedim diye beni Balkan Harbi'nin akabinde tevkif etmek isteyen ve 'Divân-ı Harb-i Örfî'de hakkımda pek ağır -nisbet-i askeriyemin kat'ı (kesilmesi) ile meslekten ihraç - bir kararı verdiren; 'şuûrsuzca', Divan-ı Harb'e gönderilip ağır şekilde cezalandırılmak istenmesine rağmen, Enver Paşa'nın o dosyayı yok ederek askerliğini devam ettirdiğini ve bundan dolayı Enver'e minnetdarlığını açıklayan (sh.169) bir Karabekir'i, 'Envercilik' cereyanının derinden meşgul ettiği, M. Kemal ve Fevzi Paşa'lar ve diğer kumandanlarla yazışmaları, 100 yıl öncesinin o karanlık günlerinde, şahıslar arası hesaplaşmaların da ne kadar sert ve acımasız ve riyakârca yürütüldüğünü göstermesi ilginç bir şahsiyet meselesidir...

O dönemdeki yazışmalara bakılırsa.. 1920-21 yıllarında, Enver Paşa'nın Anadolu'ya geçmesi ihtimalinin, Ankara'dakileri ciddî sûrette rahatsız ettiği, özellikle de Karabekir, M. Kemal ve Fevzi Paşa'lar arasında uzuuun-uzuuun devam eden şifreli yazışmalardan anlaşılıyor. İsmet Paşa'nın, Enver Paşa'nın Başkumandan Vekili ve Harbiye Nâzırı olduğu sırada, onun karargâhında ve emrinde çalışmış olması ve hasebiyle olsa gerek, sözünü ettiğimiz şifreli yazışmalarda başlangıçta ismi pek az geçiyor ve sonra ise, Enver Paşa'nın Anadolu'ya gelmesi ihtimali rivayeti güçlenince Mustafa Kemal, Fevzî ve Karabekir Paşalar arasındaki yazışmalarda İsmet Paşa da aynı suçlayıcı ifadelerle koroya katılıyor. Ancak, İsmet Paşa, Enver Paşa hakkında, yine de diğerlerinin yapmadıkları derecede saygılı ifadeler kullanıyor.

*

Ancak, İnönü, 1969'da Burçak Yayınları tarafından yayınlanan ve Sabahattin Selek tarafından derlendiği belirtilen hâtıralarında ve Enver Paşa'nın özellikle Almanlarla münasebeti konusunda bazı ek bilgiler de vererek diyor ki:

'İttihad ve Terakki'yi eksik anlatmıştım. İçinde bulunduğum ve dışarıdan gördüğüm kadarını söyledim. Şimdi liderleri, yani Enver Paşa'yı, Talât Paşa'yı ve Cemal Paşa'yı anlatacağım. Böylece eksik görülen husus, tamamlanmış olacaktır.

Meşrutiyet'in ilânı gününde, ihtilalin en önde simaları olarak 'Enver Bey' ve 'Niyazi Bey' isimleri geçmiştir. Ordunun bu mümtaz simaları, İttihad ve Terakki namına, hürriyet uğruna vazifelerini terk etmişler, maiyetlerine aldıkları bir avuç askerle dağa çıkmışlar, dağlarda birkaç gün dolaştıktan sonra, Meşrutiyet'in ilânı üzerine avdet etmişlerdi. Hürriyet kahramanları içinde, ilk günden, fazla itibar görmüş olan ve sonuna kadar büyük bir sima olarak beliren, Enver Paşa'dır. Kolağası Niyazi Bey de ordunun sevdiği bir subaydı. Harekete iştiraki, maiyetiyle beraber dağa çıkıp Padişaha isyan etme durumuna gelmesi, büyük bir kahramanlık sayılmış ve neticenin alınmasına tesir ettiği kabul olunmuştur. Onun bir geyiği vardı. Yanından ayırmadığı bu geyikle resimleri çekildi, her tarafa yayıldı. Zihinlere bu tabloyla yerleşti. Bir kahramanlık hâtırası bırakarak zamanla silinip gitti.

Enver Bey, Erkânıharbiye Binbaşısı olarak Manastır'da Bölge Kumandanlığı'nın yabancı komitacıları takibe memur teşkilatının mensubuydu. Takip hareketlerinde büyük şöhret kazanmıştı. (…) Enver Bey'in şöhreti yalnız kahramanlığından gelmiyordu. İyi bir erkânıharb zâbiti olarak kabul ediliyor ve özellikle şahsî ahlâk bakımından örnek tanınan meziyetleriyle saygı görüyordu.

Enver Bey'in genç yaşında Harbiye Nâzırı olması, Orduda yadırganmadı, gayet iyi karşılandı. Daha evvel belirttiğim gibi, Harbiye Nâzırı olarak büyük bir tasfiye hareketiyle derhal ordunun ıslahına girişti. Teşebbüs gerçekten başarılı oldu.

Enver Paşa, bu tasfiyeyi yaptıktan sonra, bütün gücünü orduyu siyasetten ayırmaya hasretti. Çok yakın arkadaşlarını, beraber ihtilalde bulunmuş kimseleri, -aralarında küçük rütbede olanlar da dahil- hepsini ordudan çıkardı. Bunlara dışarıda vazifeler bulundu. Kendilerine itibar edildi. Hulâsa, siyaset yapmış, siyasete heves etmiş olanları ordu içinde bırakmadı. Bu hareketi yapmak şarttı. Siyasî ilişkilerinden dolayı cemiyetin gözünde itibarlı sayılan subay, meselâ bir binbaşı, orduda, bütün âmirleri tarafından emrolunamaz, kendisine vazife verilemez bir set halindeyken, bu setlerin hepsi bertaraf edildi ve kumanda mekanizması işler hale geldi.

Enver Paşa, İmparatorluğun kaderinde birinci derecede rol oynamış olan insandır. İttihad ve Terakki'nin muvaffakıyetinde, prestijinin muhafazasında ve nihayet Balkan Harbi'nden sonra Harbiye Nâzırı olarak doğrudan doğruya giriştiği teşebbüslerde, hep birinci derecededir.

Memleketin Cihan Harbine girmesini sağlayan odur. Bütün harb esnâsında onun stratejik fikirleri birinci derecede rol oynamış, harbin sevk ve idaresine hâkim olmuştur.

Enver Paşa, şahsî meziyetleriyle, iyi bir asker, iyi bir subay, iyi bir insan olarak, cemiyetin kusur olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemiyeceği kadar nasibi olmayan bir tiptir. Asker vasıfları bakımından vazifesever, çalışkan ve korku nedir bilmez müstesnâ bir kahraman olarak, askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır.

Şimdi Enver Paşa'nın kumandan olarak ve siyaset adamı olarak vasıflarının tasvir edilmesi lâzım gelir.

Kumandan olarak Enver Paşa'nın görüşü, kavrayışı, sevk ve idaresi muayyen bir hududa kadar işlemiş, o hududa eriştikten sonra, kendi hayal ölçülerinin seviyesinde kalmıştır. Başkumandan olduğu halde, kendisinin doğrudan doğruya vazifesi dahilinde değilken, Sarıkamış Muharebesi gibi büyük bir hareketi idare etmeye heves etmiş, büyük başarılar kazanacağını sanmıştır. Sonunda kendi adını da, memleket ordusunu da, bu seferin akıbetini de büyük felaketlere uğratmıştır. Müteakip seferlerde de, anlayış ve sevk-ü idare bakımından yüksek bir seviye göstermez.

Enver Paşa'nın Alman Askerî Heyeti'yle münasebetlerinde Almanlara tamamiyle tâbi olduğu söylenemez. Bilakis, almanlar ondan daima çekinir ve onu memnun etmeye çalışırlardı. ancak, kendisi zayıfladıkça askerî kabiliyetlerinin ve vasıtalarının mahdud olduğunu anlamaya, öğrenmeye başladıktan sonra, nihayet Alman sevk ve idaresinin bir vasıtası haline gelmesi zarûrî olmuştur. (…)'

*

Evet, İsmet Paşa karargâhında ve yardımcısı olduğu eski Başkumandan Vekili'ni böyle anlatırken; hele de askerlikten atılma dosyasını yok eden Enver Paşa hakkında Karabekir Paşa'nın, çok iğneli ve de yer yer alaycı değerlendirmeleri ve hattâ Ankara'daki M. Kemal ve Fevzi Paşa'ları da 'Envercilik cereyanının tehlikesine karşı uyandırma'ya çalışması daha bir ibretliktir.

Tekrar edelim, Cemal Paşa, 'Vaktiyle, 'kuvvetimizi ve nakdimizi Anadolu'ya teksif edelim, günün birinde yolsuz ve harabezârdan ibaret bir Anadolu'da, parasız bir avuç Türk'le istiklâlimiz için çarpışmayı düşünmek lâzımdır' dedim diye beni Balkan Harbi'nin akabinde tevkif etmek isteyen ve 'Divân-ı Harb-i Örfî'de hakkımda pek ağır -nisbet-i askeriyemin kat'ı (kesilmesi) ile meslekten ihraç - bir kararı verdiren; 'şuûrsuzca', Divan-ı Harb'e gönderilip ağır şekilde cezalandırılmak istenmesine rağmen, Enver Paşa'nın o dosyayı yok ederek askerliğini devam ettirdiğini ve bundan dolayı Enver'e minnettarlığını açıklayan (sh.169) bir Karabekir'in, 'Envercilik' cereyanının derinden meşgul ettiği, M. Kemal ve Fevzi Paşa'lar ve diğer kumandanlarla yazışmaları, 100 yıl öncesinin o karanlık günlerinde, şahıslar arası hesaplaşmaların da ne kadar sert ve acımasız ve riyakârca yürütüldüğünü göstermesi açısından da ibret vericidir.

Şekib Arslan'ın tesbitleri..

Bu arada, Osmanlı'nın son döneminin ünlü dürzî liderlerinden ve dürzîlerin aslında Sünnî Müslüman olduklarını ileri sürerek, bu iddiasını belki de kendi gücüyle halkına da kabul ettirebileceğini hayal ve ümid eden Emîr Şekib Arslan'ın yazdıklarına bakılırsa, 'Talât Paşa, M. Kemal ile irtibatını korudu. Talât, 'Hâtırât'ında Enver'in aleyhinde yazdığı için, Enver ona gücenmiş, kırgın ve gücenik kalmıştı.

Talât, İngilizlerle de irtibatlar kurar ve Enver Paşa bundan da memnun olmaz…'

Şekib Arslan, 'Talât'ın bir vakitleri kendi reyi ile Bolşeviklere meylettiğini, Bolşevik Şeflerden Radek ile samimî görüşmeler yaptığını, onlarla beraber çalışmaktan hayır ummaya başladığını, ama öldürülmesinden az evvel, kendisini gördüğünde, o Bolşevik muhabbetinden vazgeçtiğini, onlardan çekinir hale geldiğini ve kendisine, 'Bunlar Müslümanlara hürriyet ve istiklâlden ne vaad etmişlerse hepsini bozmuşlar, Çarlığın eski siyasetine dönmüşler...' dediğini de aktarır.

*

K. Karabekir ve M. Kemal Paşa'lar arasında, 'Enver'in itibarının çürütülmesi ve şahsiyet-i manevîsinin bitirilmesi'ne dair yazışmalardan sonra.. Enver Paşa aleyhine yaz(dır)ılan ilk eser, 'Harb-i Umûmî Bidâyetinde Üçüncü Ordu, Sarıkamış Manevrası ve Meydan Muharebesi' olup; Sarıkamış Harekâtı'nda 9. Kolordu'nun kurmay başkanı Yarb. Köprülü Şerif Bey'in kalemiyle karşımıza çıkmaktadır. Onun Sarıkamış sorgulaması da diğerleri gibi, sırf emredildiği ve Enver'in karalanması hedefine yönelik olduğundan, o facianın üzerinden 7-8 yıl geçmekteyken..

O da Enver'i, yıllarca 'Başkomutanım..' diye etrafında döndüğü Enver Paşa'yı şu hakâretâmiz / aşağılayıcı cümlelerle anlatıyordu: '…Hiçbir gün, 'Acaba benim düşünceme muhalif olan şu hüküm doğru olamaz mı?' dememiştir.. (…) Enver 'idefiks' (fikr-i sâbit) ile örülmüş, tıpkı sert bir ceviz gibi, çetin ve küçük bir dimağ sahibi olarak kaldı.. (…) Enver dar idrakli bir inatçı, Hâfız Hakkı geniş anlayışlı bir kayıtsız idi. (…)

En mühim nokta da, Enver'in ruhî kimliğidir. Hakikaten, inkılab tarihimizde bu kadar mühim bir mevkî' işgal eden, memleketi -Berlin'den Selânik'e koşarak- 31 Mart trajedisinden kurtaran ve şöyle eden, böyle eden genç cesur ve fedakâr Enver, bir hain, bir câhil mi idi?

Enver, hain değildir.. Yalnız, büyük kumandanlık bahsinde kuvvetleri düzgün kullanmak denen mühim faziletten hissesini hiç bir şekilde alamamıştır. (…)

…..Akıl, ancak dâhî yaratılmış nâdirler için yaşta değil baştadır; halbuki Enver dâhî değildir..

Öyle ise, Enver nedir?

Enver bir hayaller hastası, bir şöhret hırslısıdır. Fakat, en fark ettirici ve ayırıcı özelliği, bir 'ihtilâl tiryakisi' olmasıdır.' (M. Bardakçı, Enver, Sh. 24-25)

(Emin olunabilir ki, Enver'in o çetin mücadeleleri zaferle sonuçlansaydı, onu yere -göğe sığdıramayacaklardan birisi de herhalde bu kişi olurdu. Bu durum da, o zamanki yönetici kadroların, -gelecekte, karşılaşabileceklerini düşündükleri muhtemel sorgulamalardan kendilerini temize çıkarmak niyetiyle olsa gerek- devamlı mücadele arkadaşları ve komutanları hakkında, bir çoğu yalan ve yanlış suçlayıcı not ve hâtıralar yazmak alışkanlığı bir âdet haline gelmiş.. Ki, bunu Nutuk'ta da görüyoruz.)

*

Fâlih Rıfkı (Atay)'nın, 6 Haziran 1922 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan Enver Paşa'yla ilgili, 'Zavallı Enver Paşa' ve 'Nankör Millet' başlıklı yazısı..

'Mütarekeden beri Enver Paşa'dan daima esrarengiz haberler alıyoruz. (…) Bir türlü öğrenemiyoruz. Ona bütün Asya, Kuruçeşme'deki yalısından daha dar geliyor ve Afgan, Belûc, Sibirya, Çin ve Harezm'e çıkıyor. (…) On üç sene Napolyon oynayan Enver Paşa, (….) dağa çıktığı vakit kahramandı. Şarköy'de bütün askerini denizde boğdu, kahraman kaldı, Sarıkamış'ta bütün bir orduyu kar'a boğdu, kahraman kaldı; yediği, içtiği kahramanlık; kaçtığı, yüzdüğü kahramanlık sayıldı. (…)Anlaşılıyor ki, Enver dostlarının bütün kasdı şudur: 'Hezimet bir talih eseridir, fakat yine odur ki, Anadolu'nun hariçteki itibar ve ittifaklarını vücuda getirdi, Anadolu onun sâyesinde ayakta durdu. Vakıa o Anadolu'ya girmek istemiyor, fakat millet hakkın ve şerefin ona aid olduğunu unutmamalıdır.'

(…) O henüz harbin hesabını vermemiştir. O bu hesabı verinceye kadar, millî mücahedenin haricindeki saflarında bir neferden daha mütevâzı, daha silik bir unsur olarak çalışmalıydı.. Enver ismi işitilmemeliydi.. Halbuki, o Anadolu'nun bütün şeref ve şânını, Kayzer'in nişanları gibi yalnız kendi göğsüne takıyor. O, Mustafa Kemal Paşa'yı, seyahatlerde Harbiye Nezareti'ne bıraktığı kaymakamlardan biri sanıyor.

Hakikat şudur ki, memleket -haydi, Enver batırdı demiyelim- ,Enver zamanında battı.. (…) Bundan sonra Enver için bir vazife kalmıştır ki, o da kendini kurtarmaktır. O, son halâskârlık tecrübesini bu imtihana saklamalıdır.(…) Fakat kendini unutturmak istemeyen Enver'e karşı bizim bir silahımız var: Enver'i unutmak!..

Kendinden bahsettirmek isteyen Enver'in ismini ağzımıza almamak ve onu zaferimizden ve sulhümüzden sonra hatırlamak.. (…) Boğulmak üzere olduğumuz denizde bazen elimiz onlara da dokunursa, 'İşte sizi kurtarıyoruz!' demesinler, zira gemimizin onların idaresinde battığını unutmuyoruz.'

*

Evet, bu yazılanlara dikkat edilecek olursa, bunlar, Enver'in Anadolu'ya dönmek istediği veya döneceğine dair iddialar üzerine ve Karabekir'le M. Kemal arasında, (daha önce değindiğimiz yazışmalarındaki) 'Enver'in şahsiyet-i mâneviyesinin bitirilmesi'ne dair görüşlerden sonra başladığı ve bunun da mânâsı o zaman daha iyi anlaşılır.

Ki, Fâlih Rıfkı, notlarında, Birinci Dünya Harbi zamanında, Suriye'de 'emir subaylığı'nı yaptığı Cemâl Paşa'nın, 'mütarekeden sonra' üzerlerine saldıracak olanlar olur tedirginliği içinde olduğunu, ve iqbâl gülerinde Cemâl Paşa'ya yakın gözükmek isteyen nicelerinin sonra ona hakaret etmek yarışına girdiklerini' söyler ve Yahyâ Kemâl'in bu konuda herkesi geride bıraktığını kaydeder. Ama, yukarıda özetlediğimiz yazısı, aslında, Fâlih Rıfkı'nın da Yahyâ Kemâl'den geri kalmadığını gösterir.

*

Refik Hâlid'in Enver Paşa hakkındaki bir yazısı:

O zamanlar, Refik Hâlid'in 5 Kasım 1918 tarihli 'Zaman' gazetesinde 'Efendiler Nereye?' başlıklı yazısı ibretliktir. Daha sonra, Anadolu'da verilen (ve sonraları mücadele denilecek) 'mücahede' aleyhinde yazılar yazdığı için, meşhur (150'likler) listesine alınarak yurt dışına çıkarılanlar arasında yer alan Refik Hâlid (Karay), 'Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden, efendiler nereye? (…) Tahtakuruları, …kanımızı emerler, sabaha karşı etli, kanlı, iri-yarı, kaçarlar.. Galiba şafak attı, güneş doğuyor, tahtakuruları nereye? (…) Aç kurtlar köpeksiz sürülere dalarlar, boyunları koparırlar, …mideleri dolu inlerine kaçarlar.. Galiba çoban göründü, köpekler hırlıyor, tok kurtlar nereye?' gibi hakaretâmiz sözlerle saldırıyordu.

(0 günlerden 40 sene sonralarda, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi olduktan sonra, Ankara'da okumakta olduğum yatılı okulda bir hanım hocamız, Adnan Menderes'in aleyhinde o kadar ağır laflar ediyordu ki, Yassıada'da kurulan Yüksek Adâlet Divanı isimli uyduruk Mahkeme'nin savcısının her akşam devlet radyosundan okunan iddianamesinden geri kalmamak istercesine bir hınç ile konuşuyordu, derste.. Halbuki, Menderes iktidardayken Başbakanlıkta verilen bir resmikabul ve ziyafete kocası ile gittiğini anlatırken, Menderes için, 'Çocuklar Menderes ne güzel, yakışıklı birisi, değil mi?' demişti..

O dersten sonra öğretmenler odasına gittiğimde o hocahanım o anda yalnızdı. Beni de onun dersinde iyiler arasında olduğum için severdi.. Ve ben Menderesçi filân da değildim. Ama, 'Hocam, geçen sene Menderes hakkında sınıfta söylediklerinizi hatırlıyor musunuz?' dedim. O da yalnızlıktan istifade ederek, 'Evlâdım, n'apalım, Dünya bu.. Bir gün gelecek, onun altından heykelini dikecekler!' demişti..)

*

Refik Hâlid'in ifadelerinden daha seviyeli olmayan bir diğer saldırı da Dr. Rıza Nur'dan geliyordu.

İşte, Ankara Hükûmeti'ni temsilen Moskova'ya giden heyette bulunan ve orada Enver Paşa'yla da görüşen Sıhhîye Vekili Dr. Rıza Nur'un Moskova'daki ev sahiblerine ise, 'Enver Paşa'nın Anadolu ile bir münasebeti yoktur..' dediği ve bunu işiten Enver Paşa'nın, bu sözleri söyleyip söylemediğini ona sorduğu, onun da, 'Anadolu nâmına resmen bir memuriyetleri yoktur..' itirafında bulunduğu, Enver Paşa'nın 31 Mart 1921 tarihli mektubundan anlaşılıyor.

Enver Paşa'nın aynı mektubundan anlaşıldığına göre, Rıza Nur, Enver Paşa'ya, '…. Mustafa Kemal Paşa'nın başına topladığı bir avuç dalkavukla geceleri içki ve eğlence ile vakit geçirdiğini ve bir de yalnız şahsını düşünerek, iş gören arkadaşları bir sûretle dağıttığını ve hattâ Ali Fuad Paşa'nın da bu sûretle Moskova'ya fırlatıldığını' söylüyor. Enver Paşa'nın da, onun sözlerinden 'iyi kalbli ve çalışkan birisi olduğu' kanaatine vardığı mektubunun devamından anlaşılıyor.

Ama, aynı Rızâ Nur, daha sonra Enver Paşa hakkında, 'Kafasız, câhil, aptal, ahmak, hırslı, kuş beyinli, kara câhil, Samatya tulumbacıları seviyesinde, Umûmî Harb'de bin bir halt yemiş..' gibi ifadeler kullanmakta.. (M. Bardakçı, Sh.242-243)

Rıza Nûr, Enver Paşa hakkındaki isnad ve ithamlarına 'Hâtırat'ında şöyle devam eder: '…Bunları Rus Hükûmeti, bunları besliyor, kendilerine minnetdâr kılmışlar... Ama niçin? Bu, bir sır.. Neyse, bu sırrı öğrendim.. Bunlar da komunist olmuş.. Bir gün Türkiye'ye bunları yollayıp Mustafa Kemal'i devirecekler, Türkiye'yi de Bolşevik yapacaklar.. Gaye, bu..' (Rıza Nur, Hayat ve Hâtırâtım, Sh. 2/ 649)

Rıza Nur bir başka yerde de, 'Afganlılar'ın Moskova'da büyük bir ziyafet verdiğinden ve davete Enver Paşa'nın da geldiğinden söz etmekte ve şöyle devam etmekte: '…Afganlılar, Enver'i sofrada bizim üstümüze koydular. Halbuki, onun hiç bir resmî sıfatı yok.. Biz 'Türkiye'nin Vekilleri' sıfatını hâiz bir hey'et-i murahhasayız.. (…) Afganlıların Enver'e büyük hürmetleri var. O da, Halife damadı, türlü kahramanlıklar yapmış biri diye.. Hakikaten Enver dünyanın en bahtiyar adamlarındandır. Şöhreti bütün dünyayı, bilhassa Müslümanlık âlemini tutmuştur. Vaktiyle Mısır'da görmüştüm; her dükkânda, fellâhların, şehirlilerin evlerinde Enver'in resmi vardı. Birçok insanlar çocuklarına Enver adını vermişlerdi. (Mısır'ın 1981'de öldürülen Devlet Başkanı Enver Sedat'ın isminin de, ebeveyni tarafından Enver Paşa muhabbetiyle konulduğu rivayeti Mısır'da meşhurdur. -(SEÇ)- Bizden evvel Bakû'da olan kongreye gelmiş. Orada da pek fazla itibar görmüş, bastığı toprağı öpenler olmuştu. (…) Yüzü gerilmiş yay gibi.. Bize selam bile vermeye tenezzül etmedi. (…) Enver, kafasız.. Dimağı adetâ mefluç, ahmak biri.. İlim ve tahsilden hiç behresi yok.. (…) Birkaç gün geçti. Troçki'nin muavini ile görüşüyordum. Enver hakkında bazı şeyler sordu: 'Anadolu hareketini buradan idare eden Enver değil mi?' dedi.

Ben de, 'Ne münasebet.. Enver'in bizimle hiç bir münasebeti yok.. Hattâ Türkiye'ye gelmek istese, Mustafa Kemal onu sokmaz..' dedim.

*

Rıza Nur, daha sonra , Enver Paşa ile bir görüşmesini anlatıyor.. Enver Paşa ona demiş ki: 'Ben Ruslara komunist görünüyorum. Yalan.. İçim başka!..'

(…) Yine döndü Mustafa Kemal'e.. Görülüyor ki, ona karşı büyük bir hıncı var. Dedi ki:

'Gidince kendisine söyleyiniz! O hergün politika ile uğraşırdı. Daimâ orduyu fesada verip ayaklandırmak isterdi. Ben kendisini affederdim. Bir defasında harbin en kızgın zamanında yine orduyu isyana teşvik ediyor, haber aldım, çağırdım. 'Sen politikacılıktan hiç vazgeçmiyorsun. Bu, askerlikle kaabil-i telif değildir. Şimdi seni tekaüd veya tardedeceğim. Mahvoldun demektir. Yahut, bir daha politika ile uğraşmayacağına namusun üzerine söz ver, seni yine affedeyim. yoksa canın almak da elimde..' Namusu üzerine söz verdi.. Ayağıma kapandı, affettim. Bak, şimdi bana ne yapıyor? (…)'

*

Rıza Nur'un Enver Paşa'yla Moskova'daki görüşmelerinden aktardığımız bu gibi sözleri gerçekten de söylenmiş midir, bu hususta yeterli bilgi ve belge henüz gözükmüyor. Rıza Nur, Enver'den dinlediklerini iddia ettiği sözleri, Ankara dönüşünde 'Anadolu Lokantası'nda (Ankara'daki siyasî seçkinlerin gittiği meşhur Anadolu Kulübü -SEÇ-)'başbaşa olarak Mustafa Kemal'e teslim ettim. Dikkatle dinledi, yüzü kızardı, bozardı. Gözünün birisi sağa, diğer sola kaydı. Sonra hep önüne baktı. Yüzüme bakamadı. Red de edemedi. Söz bitince kalktı, savuştu. Gördüm ki, utandı ve bildiğimi istemiyordu.. Ben de zâten suratına vurmak için memnuniyetle bu elçiliği kabul etmiştim. Nutkunda (Nutuk'ta) benden intikam alıyor. 'Rıza Nur Arnavutlar'ı isyan ettirdi..' diyor. Enver de ne diyor? 'Ben, Türk teb'asından bir kısmını sulh zamanında zâlimler aleyhinde ayaklandırmışım..' Mustafa Kemal ise, zâbit olduğu halde, eline emanet verilen orduyu harbde, her taraftan kuvvetli düşmanlarla çarpışırken sırf mevki hırsı için ayaklandırıyor. Biz muvaffak olmuşuz, o olamamış; te'dib olunacağı zaman da zelîlâne, ayağına kapanması sâyesinde affolunmuş..' (Hayat ve Hâtıratım, C.2, 671-678..)

Açıktır ki, Rıza Nur'un bu satırları, M. Kemal'in çevresinden uzaklaştıktan veya uzaklaştırıldıktan, onun aleyhine geçtikten sonra yazdığı ve hemen daima hakaretlerle dolu hatıralarında yer alıp, ancak 'Nutuk' kadar belge niteliği taşır.

*

Rıza Nur, devamen diyor ki: '…Eskişehir- Afyon hezimeti üzerine, Enver, Dr. Nâzım, Kuşçubaşı Sâmi,.. ve daha bir takımları Batum'a doldular. Talât'la Enver'in arası pek açıktı. Moskova'da Enver bana Talât aleyhinde pek çok şey söylemişti. Hattâ, Talât'ın İngilizler'in adamı olduğunu, Anadolu'yu tedib etmek şartıyla sadrâzam olmayı kabul edeceğine dair İngilizlere söz verdiğini söyledi. (…) Enver yerinde duramayan, kabına sığmayan bir harîs idi.. İllâ bir baş olmak istiyor. Eski saltanat çok hoşuna gitmişti.. Türkiye'ye geçemedi.. Bu ümidi zail olunca 'Basmacı Hareketi'ne iştirak etti. (R. Nur, Hayat ve Hatıratım 2/ 772)

Fergana'da Ruslar aleyhine qıyâm eden Türkler var. Bunlara Basmacı diyorlar. Basmacı, (…) bir yeri basan, baskıncı demek.. (…) Ruslar eşqıya diyorlar.. (…) Enver onların başına geçti.. Basmacılar Enver'i önce Rus casusu zannedip öldürmek istiyorlar.. Ne ise, sonra anlaşıp itimad ediyorlar. Enver, 5-6 bin kişilik bir kuvvet yapıyor. İlk zamanlar Buhara'yı ve Hive'yi zapt ediyor. (…) Burada kendisine 'Buhara Emîri' diyor.. Ruslar Enver'in üzerine 80 bin kişilik bir kuvvet gönderiyorlar.. (…) Ben Moskova'da iken.. Bir gün, (ermeni Lev) Karahan bana dedi ki:

-'Enver vurulup ölmüş..'

-'Niçin gazetelerde neşretmediniz?' dedim.

-'İyi tahakkuk etsin diye bekliyorum. Kendisini tanıyanlar gönderdik. Üç mitralyöz kurşunu yemiştir.' dedi.

*

Rıza Nur bunları yazdıktan hemen sonra, Enver'e olan hıncını onun isminden de çıkarmaya çalışarak, Burada şimdi bir şey var: 'Enver'in iffet konusunda temiz olmak şöhreti vardı.. Herkes, bilhassa İttihadçılar Enver için, 'Ömründe asla fuhuş yapmamıştır' derlerdi..' dedikten sonra kendi çirkinliklerinin gereğini yerine getiriyor ve… Bir takım dedikoduları tekrar ediyor. (…) Enver'in öldüğüne hele de İttihadçılar asla inanmıyorlardı. (…) Basmacılar orada Enver'e bir türbe yapmışlar.. Şimdi ziyaretgâh olmuştur. Pazubend takıp kendisine kurşun işlemez zanneden pek cesur olan (…) Enver, âkıbet, üç misket ile öteki dünyaya gitmiştir..

Evvelki Rusya seferimde Enver bu planının bana açıkça söylemişti. Ben de ona şöyle söylemiş ve çok yalvarmıştım:

'-Ruslarla baş edilemez. Perişan olursun..' (…) Çok akılsız adam idi.. Bu iş, çocuğun bile yapmayacağı bir işti.

(…)Enver, hırsı, ahmaklığı yüzünden, hem kendi başını yemiş, hem de ora Türklerine büyük fenalık etmiştir. (…) İttihadçılar (…) niçin memleketi inkıraz mezarlığına koydular? İşte recüller böyle ahmaktı, böyle câhildiler, Yahudilerin avucunda idiler. Meselâ, Talât'ın en baş müşaviri ve sırdaşı Yahudi Metrsalem idi. en baş dostu, Yahudi (Emmanuel) Karasso idi. Yapacağını bunlara sorardı.(…) (Hayat ve Hâtıratım, 2/809)

*

İttihadçıların masonluğu ve Enver Paşa'nın bu konudaki tutumu..

Burada yeri gelmişken, belirtelim ki, Rıza Nur'un her söylediği yalandır diyecek değiliz, karşı olduğumuz, sadece onun ve benzerlerinin karşıtları için kullandıkları aşağılayıcı değerlendirmelerdir; doğrudur, mason localarının, İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin şekillenmesinde çok önemli bir yerinin olduğu gizli değildir ve Talât Paşa'nın, mason locasında 'Üstad-ı Âzam' mertebesinde birisi olduğunun da yığınla şahidleri ve belgeleri yayınlanmıştır. Ancak İttihad ve Terakki'nin önde gelen diğer iki ismi olan Enver ve Cemal Paşalar mason değillerdi ve hattâ, Enver bir ara mason localarının faaliyetini bile yasaklamıştı.

Orhan Koloğlu'nun, 'İttihadçılar ve Masonlar- Sh. 291'de yazdığına göre, '… Savaş yıllarında masonluğun yayılmasını engelleyen bir öge de Enver Paşa'nın bu kurum karşısındaki tutumu olmuştur. İttihad- Terakkî'ye hâkim olan kanat, emrindeki Teşkilat-ı Mahsûsa ile her türlü gizli toplantıyı izletiyordu. Fuad Süreyya Paşa'nın Şifa Hastahanesi'nde tavan arasında Ziyâ-y'ı Şarq Mahfili'nin çalışmalarına devam ettiği öğrenilince, Enver Paşa hastahaneyi göz altına aldırarak gelen masonların listesini yaptırıyor. Bu liste, ikisi de mason olan Dâhiliye Nâzırı Talât ve Polis Müdürü Bedri'nin eline geçince iş kapatılıyor.

(…) Savaş sırasında resmî makamlar İngiliz locasını da kapattılar. Hattâ Türk Locasının çalışmaları bile bir süre askıya alındı. Buna, içinde bir sürü mason da bulunan İttihadçı hükûmet karar verdi.. Harbiye Nâzırı Enver'in baskısına boyun eğdiler. Ancak bir yıl sonra, Talât Paşa ve (İttihad- Terakki'nin Genel Sekreteri) Midhat Şükrü, Türk localarının açılmasını sağladılar..'

*

30 Ekim 1918'de, Osmanlı'nın kesin yenilgiyi kabullendiği Mondros Mütarekesi (yani, 'silah bırakma') teslimiyetinden hemen sonra İttihad ve Terakkî Cemiyeti, 5 gün süren fevkalâde toplantı yaparken, bu toplantının 3. gününde Enver, Talât ve Cemal Paşa ve diğer bazı önde gelen isimlerin ülkeden gizlice çıktıkları anlaşıldı.

Keşke kaçmasalardı da, bu dünyadan, hatalarıyla- sevablarıyla, millete hesab verip acı tecrübelerinden bir şeyler aktararak öyle gitselerdi.. Belki, arkalarından onlara yine de hayır-dua edenler olabilirdi. Ama, bir alman zırhlısına binip gizlice gittikleri anlaşılınca.. Ama, Sadrâzam Said Halim Paşa Roma'da, Talât Paşa Berlin'de, Cemal Paşa Tiflis'de Ermenilerce vurulup öldürülecekler; Enver Paşa ise, istiklâllerini kazanmaları için örgütleyip, silâhlı mücadeleye hazırladığı bir kısım Orta Asya Müslümanlarının askerî birliklerine kumanda ederken, , Türkistan Yaylaları'nda Bolşevik / komunist güçlerinin saldırısı sırasında vurulup 41 yıllık dünya hayatına, kısa, amma, son 13-14 senesinde müthiş sür'atli gelişen hadiseler sonrasında vedâ edecekti..

İngiliz belgelerinden yansımalar..

Enver Paşa'nın Anadolu'ya gelmesinin kesinlikle engellenmesi gerektiğine dair Ankara'dan Moskova'daki sefaret (elçilik) mensublarına gönderdiği kesin talimâtın, Ankara'dakilerin korkusunu yansıttığı, ve 1920-21-22 yıllarında, Enver Paşa'nın Anadolu'ya geçmesi ihtimalinin, Ankara'dakileri ciddî sûrette rahatsız ettiği, özellikle de Karabekir, M. Kemal ve Fevzi Paşa'lar arasında uzuun-uzuuun devam eden şifreli yazışmalara istinaden önceden belirtilmişti.

Bu yazışmalar, İngiliz belgelerine de yansımış.. Nitekim, 'İngiliz yıllık raporlarında Türkiye' adıyla derlenen belgelerde, özellikle o zamanki İngiltere Dışbakanı Lord Curzon'a sunulan raporlarda Enver, Karabekir, M. Kemal, İsmet ve Fevzi Paşa'lar hakkında ilginç tesbitler vardır.

*

Turkey Annual Report-1920'deki bilgi notlarından..

44. Nasyonalist Hareket, umûmiyetle İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin dirilişi olarak gösterilse de, bunun gerçeği bütünüyle yansıttığından söz edilemez. Çünkü, bu Cemiyet'ten arta kalanların Nasyonalist Hareket tarafından asimile edildiklerinde hiç şüphe yoktur. Fakat, Ankara'daki lider kadro her zaman kendisin bu Cemiyetten uzak tutma tarafdarıydı. Bunun sebebi, hem Cemiyet'in itibar kaybetmiş olması ve onu diriltmek amacıyla sarf edilecek açık bir çabanın, mücadeleye millî kimliğinden dolayı destek veren kitlenin yabancılaşmasına sebeb olabileceği endişesi, hem de söz konusu Cemiyet'in liderlerine duyulan kıskançlık ve güvensizlikti..(…) Nasyonalist Hareket'in lider kadrosu Talât, Cemal ve Enver gibi, Cemiyet'in önde gelen isimlerine mesafeli durmaya özen gösterirken, zeki, fakat gizli bir yahudi olan Cavid gibi daha az önemli isimlerle yakınlaşmayı seçmiştir.

179. Mustafa Kemal Paşa

'Orta halli bir ailenin çocuğu olarak 1881'de Selanik'te dünyaya gelen Mustafa Kemal, ilk askerî eğitini Selanik ve Manastır idadî (lise)lerinde almıştır. Arkadaşları arasında pek de popüler olmayan Mustafa Kemal'in kibirli biri olduğu söylenebilir. 1909 yılında Selanik'e tayin olunmuş ve aynı yıl içinde İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne girmek suretiyle farmasonlar arasına katılmış ve İttihadçı fikirlerin en ateşli savunucularından biri olmuştur. Bir asker olarak iyi teşkilatçılığıyla ön plana çıkmaktadır. 1913'de askerî ataşe olarak Sofya'ya tayin olunmuştur. Bugün dahi devam eden eğlenceye ve içkiye olan düşkünlüğünün bu günlere dayandığı dile getirilmektedir. Savaş sırasında üst düzeyde cesaret göstermiş ve bir gözünü yitirmiş olduğu söylenmektedir. Enver Paşa ve Almanlar ile ilişkileri oldukça kötüdür. Viyana'da İmparator Charles'ın tâc giyme töreninden mevcud Padişah'a yâverlik ettiği bilinmekte ve o dönemlerde Veliahd'in kendisinden faydalanmak arzusunda olduğu ifade edilmektedir. (…) Nasyonalist Hareket'e olan ilişkisi, 1919 Mayısında Anadolu'nun kuzeyinde özel olarak kurulmuş ordu müfettişliği vazifesine (Sadrâzam) Ferid Paşa tarafından gönderilmesinin hemen ardından başlamıştır. İdarî ve siyasî kabiliyet ve kararlılığının hiç de azımsanmayacak ölçüde olması sebebiyle mevcud konumunu muhafaza etmesini bilmiştir. (…)'

*

1922'deki bilgi notlarından..

153. 'Şubat ayında Galib Paşa'nın Buhara'ya 'kemalistlerin büyükelçisi' olarak tâyininin Ankara'daki Rus Büyükelçisi'nin kabulüyle olduğu anlaşılıyor. Galib Paşa, görev yerine gitmek için sözde Buhara temsilcileri ile beraber Nisan başında hareket etti. (…) Galib Paşa, Buhara'ya vardı ise de Enver Paşa'dan o şehirde kalmasına izin verilmeyeceği haberini aldıktan sonra vazifesini bırakarak Temmuz başında döndü..

154. Bu sırada bir Panturanizm savunucusu (…) olan Hamdullah Subhî Bey de Ankara'dan Türkistan'a sözde arkeolojik çalışmalar yapmak amacıyla hareket etti. Bolşevikler, Hamdullah Subhî'nin Kafkasya'ya girmesine izin vermeyince, o da Galib Paşa gibi görevini başaramadan gri döndü. Milliyetçi Hükûmet, her iki görev ile ilgili olarak yaşanan başarısızlık karşısında bütünüyle sessizliğini korudu ve bilindiği kadarıyla Buhara Hükûmeti'ne temsilci gönderme konusunu yıl boyunca yeniden açmadı. O devlet içinde ve sınırlarının civarında Enver Paşa'nın oynadığı hassas rol ve hayatını sonlandıran şartlar belirsizliğini korumuştur.

161. 1921 senesinin sonunda tutanaklar

(…) Ankara'da aşağı-yukarı, 'Kemalistler, Enverciler ve Padişahcılar' olmak üzere üç parti var gibi görünüyordu. O tarihlerde, Nafıa (Bayındırlık) Vekili olan Rauf (Orbay) Bey ile Müdafaa-i Milliye Vekili olan Ref'et (Bele) Paşa istifa etmişti. Bu istifalar görünüşte sağlık sebebi ile verildi, ancak, Mustafa Kemal'in Halife ile ilgili politikası sebebiyle, Rauf'un Kemal ile ilişkisini her halükârda kesmiş olduğuna inanılıyordu.

171. Hem Batı Avrupa üzerinde baskı yapmak hem de sene başında Sovyet hükûmeti'ni oldukça rahatsız eden Enver Paşa'nın Buhara ve Türkistan faaliyetlerini kontrol etmek açısından bir İslam Birliği'nin sağlayacağı faydaları Rusya da görüyordu. Desteği karşılında Rusya tarafından öne sürülen tek şart, Afganistan'ın da bu birliğe dâhil edilmesiydi.'

*

'Alman kaynaklarında Enver Paşa:'

Birinci Dünya Savaşı esnâsında, Almanya ve Osmanlı devletleri müttefik olduklarından, ünlü Alman generallerinin de, Osmanlı Ordusu ile işbirliği halinde olmalarının getirdiği karşılıklı bir takım değerlendirmeleri tabiatiyle gerçekleşmiş ve Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili Enver Paşa için de bir takım değerlendirme yazıları ve kitaplar yayınlanmıştır. Bir fikir vermesi açısından, Prof. Necmeddin Alkan'ın 'Alman kaynaklarına göre Enver Paşa' isimli eserinden kısa aktarmalar yapalım:

Colmar Von der Goltz (Paşa), 'Nâdir bulunan şahsiyetlerden biri..' diye değerlendirdiği Enver Paşa için, '(…) Enver Paşa asla dar kafalı değildir. Sağlıklı ve bozulmamış bir karar verme yeteneğine ve sağlam bir irâdeye sahiptir. Tıpkı diğer genç devlet adamları Bonapart ve Friedrich misalinde olduğu gibi, onda da askerî tecrübe, saf askerî basiret ve kabiliyet eksik olduğunu karşıtları gibi itiraf etmeliyim. Fakat buna rağmen Enver'in en kritik zamanlarda başta olması Türkiye için büyük bir şanstır.' (…)' diyor. (Necmeddin Alkan, S.152)

Goltz Paşa, Alman Genelkurmay Başkanı Helmut Johann Ludwig von Moltke'ye 28 Ocak 1915'de (yani Sarıkamış Faciası'ndan 2-3 hafta sonra) gönderdiği mektubunda ise şöyle diyor Enver Paşa için: 'Elbette alışılmışın dışında bir şahsiyettir. Kendine güveniyor, fakat kanaatkârdır. Akıllı ve açık sözlüdür. Kafkasya Cebhesi'ndeki mağlubiyetten dolayı nüfuzunun sarsıldığına dair kabul, doğru değildir. (…)Maalesef, Enver Paşa, büyük savaşlarda komutanlık için gerekli sistematik ve temel tecrübeden mahrumdur.' (N. alkan, 152-153)

Ünlü alman komutanı General Erich Ludendorff ise, '…sıcak bir muhabbetle kendisine kalbî muhabbet duydum. Sevk ve idarede askerî vukûfiyeti vardı. Fakat, harb araçları ve teknik konularda yetersizdi. Henüz daha yetişmemişti. Geniş askerî zekâsı henüz inkişaf etmemişti..' diyor ve ayrıca, 'Liman von Sanders'in mason olması dolayısıyle, Enver ve Talât Paşa'ların da 'mason olduklarını, (Osmanlı'daki 2. Meşrutiyet) 1908 İhtilali'ni de masonların yaptığını ' belirtiyor. (N. Alkan, s.153)

Çanakkale dâhil, bir çok cephelerde Osmanlı ordusunun saflarında çarpışmış olan General Hans von Kressenstein ise, Enver Paşa'nın tecrübe azlığına da vurgu yaptığı değerlendirmesinde, yaşlı Osmanlı generallerinin ona 'General (paşa) üniformalı delikanlı' dediklerini anlatıyor, '…Enver'in, Türkiye'nin kuvvetinin sonuna ulaştığı ânı doğru olarak fark edememesi veya fark etmek istememesi vahim oldu.' ve 'Alkolden, oyun ve aşktan aşırı derecede uzak durması, paralı şeylerden şahsî menfaat sağlamaması , görevine sadâkati ve şahsî cesareti ordu içindeki ve halk arasındaki popülaritesini ve itibarını artırmıştır..(…)' diyordu. (N. Alkan, S.154-155)

*

Alman Generali Mühlmann ise, Enver Paşa', 'Doğulu..' olarak vasıflandırıyor, fakat onun 'sağlam, sâkin, soğukkanlı, çekingen ve nâzik' özelliklerinin bir 'Doğulu'da bulunmayan 'faaliyet isteği ve çelik iradesiyle birleştiğini' iddia ediyor.

Mühlmann, ayrıca, 'Böylesine hızlı bir yükseliş ve böylesine ânî bir düşüş.. Kaybedilen savaş onun mevkiine ve memleketine mal olmuştu. Önce Almanya'ya kaçtı., ardından Panturancı planları için Orta Asya'ya, dindaşları ve ırkdaşları tarafından memnuniyetle kabul gördü ve Buhara Emiri ilân edildi. Emîr olarak Bolşeviklere karşı isyanı idare etti. Bolşeviklerin üstün kuvvetleri karşısında adamları eriyip yok oldular. En önde savaşa iştirak eden Enver Paşa, 4 Ağustos 1922'de Semerqand'da 5 süngü darbesiyle şehid düştü, henüz 40 yaşını biraz aşmış idi..' (N. Alkan, S. 158)

*

Tabiî, bu ünlü Alman generallerinin hemen tamamı, bu değerlendirmelerini Enver Paşa'nın vefatından çok sonralarda yazmışlar, yayınlamışlardır. Ve bu generallerin herbirisi de, o savaşta tıpkı Osmanlı gibi, ağır şekilde mağlubiyete uğramış olan Alman Ordusu'nun en üst ve etkin komuta kademelerinde bulunuyorlardı. Ama, onlar kendi yenilgilerindeki sebepler üzerinde Enver Paşa konusunu ele almayı tercih etmişe benziyorlar..

*

Talât Paşa ne diyor?

Bu arada, Talât Paşa'nın (Anılar diye sadeleştirilerek İş Bankası tarafından yayınlanan) 'Hâtıralar'ında, Birinci Cihan Harbi öncesindeki durumla ilgili olarak anlattıklarına ve Enver Paşa ile ilgili tesbitlerine de bakmak gerekiyor:

'Türkiye, iç yönetimini örgütlemek, ticaret ve sanayiini geliştirip korumak, demiryollarının genişletmek, kısaca yaşayabilmek ve varlığını koruyabilmek için, öteden beri, devlet gruplarından birine katılmak üzere bir imkân aramıştı. Fakat devletlerden hiçbiri buna razı olduğunu bildirmemişti.

Bu sırada Sadrâzam Said Halim Paşa bir gün, elçi 'von Wangenheim'ın , Almanya'nın Türkiye ile eşit şartlar altında bir andlaşma yapmak istediğini kendisine açmış olduğunu bize bildirmek üzere Enver Paşa'yı, Halil Bey'i ve beni yanına çağırdı. Bizim görüşlerimizi sordu. Hepimiz şu kanıdaydık ki, varlığını koruyabilmesi için Türkiye'nin böyle bir Avrupa devleti ile andlaşma yapması gerekliydi ve Türkiye ancak bilim, sanat, sanayi ve ticaret bakımından bu derece ilerlemiş bir devletin yardımıyla kendi varlığını ve gelişmesini sağlayabilirdi. Sadrâzam görüşmeleri bizzat yönetmek istediğin bildirdi ve bu meseleyi gizli tutmamızı rica etti. Henüz resmî ve belirli bir teklif olmadığından, öteki arkadaşlara hiçbir şey söylenmemesini istediğini bildirdi..

Biz hemen,bu teklifin bir savaş tehlikesinden doğmuş olduğunu anladık.. Bir devletin zayıf Türkiye'yi kendi bağlaşıkları (müttefikleri) arasına almak istemesi için bu derece önemli bir sebebin var olması gerekeceğini tabiî buluyorduk. Fakat, bizim düşüncemiz bir genel savaşın çıkmayacağı ve bizim de bir kere bu anlaşmaya girmekle, artık devletimizi her türlü tehlikeden korumuş olacağımız yolundaydı. (…) aynı şekilde Avusturya elçisiyle de bir anlaşma yapılarak imza edildi. Bundan, kabinedeki önemli kişilere de haber verildi. Az sonra Almanya ile Rusya arasında savaş patladı. Andlaşmaya göre, hemen savaşa girmemiz gerekiyordu. Sadrâzam hemen savaşa girmek niyetinde olmadığı için her iki elçiyi de oyalıyordu. Ben ve arkadaşlarımın bazıları ise bu durumu ülkemizin çıkarlarına uygun bulmuyorduk; çünkü bir taraftan yapmış olduğumuz andlaşmayı çiğniyor, öte yandan da Almanya'ya karşı sempatimizi açığa vurmakla tarafsızlığımızı kötüye kullanmış oluyorduk. Böylelikle her iki devlet grubu da hoşnutsuzdu. Sadrâzam ise, her iki müttefik elçinin de bizim hemen savaşa girmemizde ısrar etmediklerini; ancak bizim andlaşmaya sâdık kalmamış olduğumuzu bildirmekle yetindiklerini ve bu bu bildirimleriyle onların da bize karşı hiç bir yükümlülüklerinin kalmamış olduğunun anlaşıldığını bildirdi.

Nâzırlar Heyeti'nin bir toplantısında elçilere, Bulgaristan ve Romanya'nın durumları anlaşılmadan Türkiye'nin hemen savaşa katılmasının gerek müttefiklerin, gerek Türkiye'nin çıkarlarına aykırı olacağının bildirilmesine karar verildi.(…)

Görüşmelerimizi çoğunca geceleri Sadrâzam'ın yalısında yapıyorduk. Yine bir akşam sorunları görüşmek üzere Nâzırlar Heyeti halinde toplanmıştık. Biraz geciken Harbiye Nâzırı Enver Paşa, gülerek, 'Yeni bir çocuğumuzun dünyaya gelmiş olduğunu', yani Goeben'in o anda Çanakkale Boğazı'ndan içeri girmiş bulunduğunu söyledi. Sadrâzam büyük heyecana kapıldı; az sonra uşak, Alman elçisinin gelmiş olduğunu bildirdi. O ana kadar hiç birimizin Goeben'in geleceğine ilişkin bir bir bilgisi yoktu. (…) Sadrâzam ve nâzırlar, 'Goeben' ve 'Breslau'un (sonradan Yavuz ve Midilli adını alan zırhlılar) tarafsızlık kuralları uyarınca ya kırk sekiz saat içinde Çanakkale Boğazı'ndan çıkmaları ya da silâh ve toplarını teslim etmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Toplanmış bulunduğumuz odaya yeniden gelen Said Halim Paşa, Wangenheim'ın bu teklife son derece öfkelendiğini ve müttefik sıfatıyla böyle bir davranışa hakkımız olmadığı kanısında bulunduğunu söylediğini bildirdi.

Bunu yine uzun görüşmeler izledi ve Wangenheim'a karşı kullanılacak dil ve Türkiye'yi hemen savaşa sokmamak için başvurulması gereken araç ve çözüm yolları hakkında bir karara varıldı. Sadrâzam bu haberi bizzat bildirmek istemedi. Halil Bey ve ben, elçinin bulunduğu salona giderek kendisine tereddütlerimizi anlattık. Wangenheim pek heyecanlıydı ve yüzünü ter kaplamıştı. o anda Halil Bey'in aklına gemileri satın almak geldi ve Wangenheim'a bunu önerdi. Bazı tereddütlerden sonra Wangenheim bu öneriyi kabul etti. Gemilerin satışı yalnızca bir gösteriş değil, gerçekti.

Bundan sonra, elçilerle Bulgaristan'ın nasıl kazanılması gerekeceği üzerinde görüşmeler yapıldı ve elçiler de bizim görüşümüze katıldılar. Nâzırlar heyeti (Adliye Nâzırı) Halil Bey ve beni Bulgaristan'a göndermeye karar verdi. (…) Sofya'ya vardığımızda (Bulgaristan başbakanı) Radislavov'u, Türkiye'yle ittifaka eğilimli bulduk. (Ancak, Bulgaristan, savaşa girdiği takdirde, Romanya'nın Bulgaristan'a saldırmayacağına dair bir güvence vermesini istiyor, Romanya'nın 'böyle bir yazılı güvence verirse, bunun kendisinin ilân ettiği tarafsızlığa gölge düşüreceği ve Bulgaristan'ı savaşa sürükleyeceği' gerekçesiyle bundan kaçındığını ve ayrıca, Romanya lideri Bratianu'nun, 'Romanya küçük bir ülke .. Hangi taraf lehine savaşa girerse girsin, başkentimiz ikinci güne ele geçirilir' sözleriyle tarafsızlıkta kararlı olduğuna inandık..)

(…) Ben asla savaşçı değildim; fakat, davranışlarımızın müttefiklerimize karşı dürüst olmadığı, İtilaf Devletleri'ne karşı ise, taraflı gözüktüğü kanısındaydım. Bu bakımdan, bir süre daha savaşa girmememize müttefiklerimiz onay verdikleri takdirde, andlaşma metnine bu konuda bir ek konulmasının önerdim. Nâzırlar heyeti bunu kabul etti. Adliye Nâzırı Halil Bey'in bu konuyu görüşmek üzere Berlin'e gitmesine karar verildi. (…) Biz müttefiklerimizle birlikte savaşa katılacağımız günün geleceğini söyleyerek, gittikçe sabırsızlaşan ve asabîleşen Baron von Wangenheim'ı yatıştırmaya çalışıyorduk. Kurban Bayramının arefesinde, (Rusya'nın) Karadeniz Donanması ile Amiral Souchon arasında bir muharebe olduğu ve Goeben'in Rus sahillerini bombardıman ettiği haberini aldık. Sadrâzam, bu darbeden son derece heyecanlandı ve ertesi günkü 'bayrak töreni'ne katılmayacağını bana yazılı olarak bildirdi.

Daha önceden bu olayı hiçbirimiz bilmiyorduk. Fakat herkes gibi ben de Enver Paşa'nın haberi olduğuna inanıyordum. Bayram günü Meclis-i Mebûsan Reisi Halil Bey'in toplandık. Ben Enver Paşa'ya epeyce hücum ettimse de, hiç haberi olmadığına yeminle güvence verdi.Bu olay da savaşı artık bir oldu-bitti haline getirmişti. Sadrâzam istifasını verdi. (Öyle bir durum olmasaydı) Bu durumu daha aylarca uzatacağına inanıyordu. Ancak artık kesin karar verme zamanı gelmişti.

Bayram'ın üçüncü günü Sadrâzam'ın evinde toplandık. Nâzırların çoğu hemen savaşa girmeye tarafdar görünmüyordu. (…) İtilâf Devletleri elçileri ise, durumun aynı şekilde devamını şu şartın gerçekleşmesine bağlıyorlardı: 'Alman askerî kurulunun ve bütün subaylarıyla birlikte, 'Goeben'in sınır dışına çıkarılması..' Bu şartı yerine getirebilmek, hükûmetin gücü ve iktidarı içinde değildi. Bundan başka, arkadaşlardan bazıları müttefiklerimizin ısrar etmeleri durumunda hemen savaşa girilmesinden yanaydı. Sadrâzam bir karar vermek zorunda kaldı ve sonunda Savaş durumuna geçmemizi tercih etti. Cavid de aralarında olmak üzere, öteki nâzırlar istifalarını verdiler.

Talât Paşa'ya göre, Türkiye Savaşa Nasıl Girdi?

Türkiye, savaşa böyle girdi. (Savaşın ilk aylarında yaşanan Sarıkamış Faciası'na rağmen, -özetle-): 'Çanakkale ve Kut-ül Ammâre zaferleri herkesi heyecanlandırmıştı. Hattâ, savaşa girilmesine karşı olanları bile.. Müttefikimiz Almanya'nın, özellikle Mareşal Hindenburg'un Mazur Gölleri çevresindeki zaferleri de öyle.. Bütün Osmanlılar, yenilmeyen bir Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'yla müttefik olmak sâyesinde istiklalin korunacağına ve kaybedilen vatan coğrafyalarının kurtarılacağına inanıyorlardı. Hiç kimse savaşa girildiğinden dolayı pişmanlık duymuyordu. Padişah, Veliahd (Vahideddin), Âyan ve Mebusân Meclisleri, subaylar, halk ve memurlar ülkenin kurtarılmakta olduğuna inanmaktaydı. Savaşın birinci ve ikinci yıllarında halk, bütün külfetleri memnuniyetle taşıdı; malını ve canını severek verdi.. Hiç bir yerden bir yakınma işitilmedi.

Ama, savaşın üçüncü ve dördüncü yıllarında bu istek ve heyecan azalmaya başladı.. Avrupa cephelerindeki bozgunları, Filistin, Erzurum ve Bağdad'dan geri çekilişler ve o yerlerin halklarının Anadolu'ya kaçışı… Halk arasında hoşnutsuzluk uyanmasına yol açtı. ve… (…)(Sh. 31-32-)'

Talât Paşa bu arada 'Ermeni Tehciri' konusunda uzun uzun değiniyor ve ülkenin her bir tarafında, asırlarca müslüman halkla iç içe yaşamış olan Ermeniler adına mücadele ediyor havasında hareket eden Taşnaksutyun ve Hinçak vs. gibi terör teşkilatlarının cinayetlerine ve çıkardıkları karışıklıklara seyirci kalınmaması için 'tehcir' (zorla göz ettirme) çaresine baş vurulduğunu kendisine göre inandırıcı ifadelerle anlatıyor ve bu arada Enver Paşa'nın Ermeni Patriği'ni çağırıp ona nasihat ettiğini anlatarak şöyle diyor:

'Başkumandan Enver Paşa, Ermeni Patriği'ni davet ederek, kendisine Türkiye'nin bu savaşta Ermeni vatandaşlarından bağlılık beklerken, silahlarıyla birlikte taşraya kaçmış olan Ermenilerin köylere saldırıp memurları öldürdüklerinin resmî raporlardan açıkça anlaşıldığını ve bundan sonra iyi öğütlerde bulunmasını Patrik'e tavsiye etti. Enver Paşa, Patrik'e, pek açık bir şekilde, bu hareket genelleştiği takdirde askerî hükûmetin en sıkı tedbirleri almak zorunda kalacağını da söyledi. Patrik, bu çeşit rezaletleri yapmaya yeltenenlerin Komite üyesi olduklarını söyledi; kendisinin Ermeni halkına, Komite'nin davranışlarını göz önüne almayarak bundan sonra da bağlılıklarını sürdürmelerini tavsiye edeceği cevabını verdi.

Ermeni Komiteleri, Patrikliğe, Türkiye'nin Rusya'ya savaş ilân etmesi durumunda nasıl hareket etmesi gerektiğini daha da önceden bildirmiş olduklarından, bu tavsiyeler hiç bir sonuç vermedi Savaşın başlamasının hemen ardında, Muş, Bitlis ve Van illerinde Ermeniler tarafından kışkırtılan ayaklanmalar başladı.

Bunun üzerine Genel Karargâh'da Ermenilerin göç ettirilmesi (tehciri) hakkında bir kanun hazırlanarak, Nâzırlar Kurulu'na sunuldu. Ben bu kanunun tamamiyle uygulanmasına karşıydım. Jandarmalar tamamen, polisler ise kısmen ordu hizmetine alınmış ve yerlerine 'milis'ler (halk gönüllüleri) konulmuştu. Göçün bu yollarla yapılması durumunda çok çirkin sonuçlar elde edileceğini biliyordum. Dolayısiyle geleceği düşünerek, bu kanunun uygulanmamasında ısrar ettim ve yürürlüğe girmesini geciktirmeyi de başardım.

Bir süre sonra Van, Ruslar tarafından -daha doğrusu Ermeni gönüllü çeteleri - tarafından işgal edildi. Bu çetelerin, Taşnak Komitesi'nin Osmanlı Meclis-i Mebusânı'nda da üye bulunan iki reisi, Pastırmacıyan ve Papazyan'ın buyruğu altında oldukları sonradan öğrenildi. Canlarını kurtarmayı başaran bazı kimselerin verdikleri ifadeden, Van'ın işgali sırasında kaçamamış müslüman halkın öldürüldükleri, kadınların namusuyla oynandığı ve birçok evli kadınlarla kızların evlerde toplattırılarak, bu evlere genelev gözüyle bakıldığı anlaşılıyor. Van'dan kaçan binlerce kadın, erkek ve çocuktan oluşan, silahları bulunmayan halk üzerine Ermeniler tarafından makineli tüfek ateşi açılmıştır.

Van'daki bu olayları, içteki öteki başkaldırma olayları izlemiştir. (…) Birçok acı durumlar bana göstermişti k, Hristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulümler Avrupa'da büyük bir hoşgörüyle, sessizce karşılandığı halde, Müslümanların en ufak bir hareketi, gereğinden fazla büyütülüyordu. (…)' (Talât Paşa Anıları, İş Bankası Yayınları, Sh. 27-28)'

*

Ve, kaçışlar…

Keşke suçları var idiyse bile, cezalarını da yiğitçe çekselerdi..

30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi (Silah bırakma) anlaşmasını imza etmesi ve Osmanlı payitahtı İstanbul dahil, galib güçlerin, Osmanlı ülkesinin gerekli gördükleri her tarafına asker çıkarmaları üzerine, İttihad ve Terakkî'nin önde gelenleri ülkeden çıkmak veya kaçmak kararını verirler; çünkü, yenilginin hesabını vermeleri ve bedelini ödemeleri için, sesler yükselmeye başlar.. İttihadçılar, galib düşmanlarının ve de içerdeki hınçlı muhaliflerinin eline düşmemek için ülke dışına çıkmayı kararlaştırdıklarını, istikbalde gelip hesab vereceklerine dair sözleri taşıyan mektublar yazdılar, Sadrâzam Ahmed İzzet Paşa'ya..

Özellikle, Talât ve Cemal Paşaların mektubları, geleceğin tarihçilerine, kendilerini temize çıkarmaya yönelik bir belge bırakmak niyeti taşıdığını hissettiriyor. Nitekim, Sadrâzam Ahmed İzzet Paşa'ya yazdıkları mektublarda bu durum kendisini daha net olarak gösteriyor.

Sadrâzam Saîd Halîm Paşa Roma'da, Talât Paşa Berlin'de, Cemâl Paşa Tiflis'de, bütün gizlenmelerine rağmen bulunup, ermeni unsurlarca öldürüldüler, kısa aralıklarla..

Enver Paşa ise, Türkistan'da, Duşenbe yakınlarında, Bolşevik Rus askerlerinin bir Kurban Bayramı sabahında yaptıkları saldırıya karşı emrindeki sınırlı askerî güçlerle karşılık vermeye çalışırken vurulup, dünya hayatını tamamlıyor..

Sadrâzam Ahmed İzzet Paşa'nın, 'Feryadım' ismiyle yayınlanan hâtıralarında (2/ Sh.287-289'da) yer aldığına göre bu paşaların mektubları şöyleydi:

Önce Talât Paşa'nın mektubuna bakalım:

'Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretlerine,

Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım.

Buna rağmen, memlekette kalmak ve millet muvacehesinde muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostlarım bunu âti'ye (geleceğe) tâlik etmek için ısrar ettiler. Zât-ı fehîmâneleri ile istişare edemedim. Müşkil mevkide kalacağınızdan, çok düşündükten sonra sarfınazar ettim.

Bütün hayat-ı siyasîyemde hedefim memlekete namuskârâne ve fedâkârane hizmet etmek idi.

Bütün servetim, Zât-ı Şahâne'nin ihsan ettiği otomobil esmanı ile her ay arttırdığım 20'şer liradan müterakim bin altı yüz liralık istikraz-ı dâhilî bedelinden, bir de dört arkadaşımla birlikte isticâr ettiğimiz çiftliğin devr-i icârından hâsıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek, bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka nesneye mâlik değilim, millete karşı hesab vermek ve muhakeme olarak tâyin edilecek cezayı kemâl-i cesaretle çekmek isterim.

İşte, zât-ı fehimânelerine söz veriyorum, memleketin ecnebi nüfuz ve tesirinden âzâde kaldığı gün ilk telgrafınıza itaat edeceğim.

Bâkî kemâl-i hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri.. 2 Teşrinisânî 334 (2 Kasım 1918)

Mehmed Talât

*

Talât Paşa'nın mektubunun bir benzeri de Cemâl Paşa'dan..

Cemâl Paşa da, Sadrâzam Ahmed İzzet Paşa'ya yazdığı, '1 Teşrinisânî 34 (1 Kasım 1918)' tarihli ve 'Ma'ruz-ı çâker-kemineleridir,' hitabıyla başlayan mektubunda, özetle şöyle demektedir:

'Uzunca bir müddet düşündükten sonra bu aralık memleketten uzaklaşmayı muvafık-ı ihtiyat telakki ettim. Bilirim, bir çok mahrum-u hayâ eşhas bu uzaklaşmaya başka mânâlar vermeye çalışacaklar.. (….) Siyasî ve idarî icraatce ef'alimin kâffesi için birer birer cevab vermeye hazırım. Fakat bu galeyanlı zamanlarda, bulanık suda balık avlamak isteyen garazkâranın ıtlâk-ı lisân eyledikleri bu devr-i heyecanda bîgayri hakkın duçar olabileceğim ufak bir tecavüze tahammül edemiyeceğimi zât-ı devletleri de takdir buyurursunuz.

Asker olduğum için, tensib-i devletleri üzere irade-i seniyye istihsal etmedikçe Avrupa'ya mezunen gitmeye salahiyetdâr olmadığımı bilirim.. (…) İstanbul'da pek kimsesiz bırakmaya mecbur olduğum evlâd u ıyâlimi zât-ı devletlerinin himaye-i necîbânelerinde göreceğime itimadım kavî bulunduğunu arz eder ve (…) mübarek ellerinizi öpmekliğime müsaade buyurunuz Paşa Hazretleri..

Bahriye Nâzırı Sâbıkı,

Birinci Ferik (orgenerel)

Ahmed Cemâl'

*

Ve Enver Paşa'nın mektubu:

'..mütareke (…) dolayısiyle vatanımın şimdilik alacağı şekil, yakın zamanlarda bu topraklarda nâfi (faydalı) bir iş göremiyeceğimden … faydalı bir sûrette iş göreceğimi ümid ettiğim Kafkasya'ya hareket ediyorum. Bu sûretle bütün hayat ve mevcudiyetimi iyiliğine vakfettiğim memleketimde kalarak dinime, milletime, padişahıma hizmet etmekten mütevellid teessürüm pek büyüktür.

Fakat, Kafkasya'da bir İslâm istiklâlinin husûl bulmasına yardım edebilmek ümidi, teessürümü biraz tâdil ediyor. İleride hizmet edebilmek imkânı hâsıl olunca, her halde gelip burada aynı maksadla çalışmayı tercih edeceğim. Şu müşkil zamanda der-uhde buyurduğunuz vazifede muvaffakiyetinizi Allah'dan diler, arz-ı hürmet eylerim. 3 Teşrinisânî 334 (3 Kasım 1918).

Enver

*

Ancak, ilginçtir, Sadrâzam Ahmed İzzet Paşa, özellikle Enver Paşa'nın mektubuna binaen şu emri vermektedir:

'Dokuzuncu Ordu Kumandanlığı'na:

Sadr-ı sâbık Talât Paşa ile,nâzır-ı sâbık Enver ve Cemal Paşalar ve müsteşar-ı sâbık İsmail Hakkı Paşa ahkâm-ı kanuniye ve ve son zamanlarda bizzat verdikleri sözlere ve teminata rağmen firar etmişlerdir. (…) Enver Paşa, Kafkasya'ya gitmek ve kendi zu'munca ve mıntıkada istiklâl-i İslam için çalışmak fikrinde olduğunu, âcizlerine yazdığı mektubda serdetmiş ve bu hususu muhaberat ile de teeyyüd etmiştir ki, böyle bir fikrin mağlûben imzaladığımız mütareke şeraitine, vaziyet-i umûmîye-i hâzıraya nazaran, âlem-i İslâm'a ve tahsîsen vatanımıza son darbe vurabileceğinden cidden endişe olunur. Binaenaleyh, müteşebbis ve mütecasirinin şiddetle takib ve behemehal derdest ve tevkifine lüzum-i kat'î olduğundan, Kafkasya mıntıkasına herhangi bir vasıta ile çıktıkları halde derdest ve tevkıf olunmaları için gerek Batum'da ve gerek dâhilde tedâbir-i kat'iyye ittihazı muktezâ-y'ı nâmus ve hamiyettir. Tedâbir-i müttehâzeden âcilen mâlûmat itâsı tavsiye olunur. 4 Teşrinisânî, sene 334 (4 Kasım 1918).

Ahmed İzzet '

*

Ve işte bu kadardır ol hikâyet..

Bu konudaki sözü, birçok büyük hatalarına rağmen, son dönem Osmanlı paşaları ve diğer devlet adamları içinde İslâmî hassasiyetlere en dikkatli nâdir isimlerden birisi olarak gözüken Enver Paşa'nın, ağır musibetlerle sonuçlanan 'Sarıkamış Harekâtı' esnasında yazdığı vasiyetnâmeyle ve ruhuna dualar göndererek noktalayalım:

Aslı Türk Tarih Kurumu'nda bulunan bu 'vasiyetnâme'nin sâdeleştirilmiş şekli şöyledir:

'Hükûmet'e:

Plânım, Rusların iki misli üstün iki kolordu ile arkalarına düşerek geri çekilmeye mecbur etmek, 11. Kolordu ve Süvari fırkasıyla takib olunan düşmanı karşılayıp tamamiyle mahvetmekti.

Dokuzuncu ve Onuncu Kolordu muvaffakiyetle hareketi yaptı. Düşmana taarruz edildi, fakat mağlub edilemedi. Şimdi 11. Kolordu ve Süvari fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman zayıflamış kıt'alarımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa o vakit ordu mahvolmuş demektir. Şimdiye kadar asker ve zabitler hiç kusursuz harb ettiler. Her manevrayı yaptılar. Eğer Allah yardım ederse, muvaffakiyet kesindir. Eğer muvaffak olamazsam son neferimle beraber öleceğim. Bu halde vasiyetim: Ben vazifemi yaptığımı sanıyorum ve öyle ölüyorum. Düşmana sonuna kadar karşı koyunuz. Herhalde sonunda muvaffak olacağız. Ben hareketime pişman olmadan kalben müsterîh olarak ölüyorum. Yaşasın dinim, vatanım, padişahım.

Eğer geride kalanlarıma yardım etmek isterseniz: Eşim Sultan Efendi Hazretleri'nin ödeneği kâfi değildir. Kendisinin rahatça yaşaması için hiç olmazsa başkumandanlık ödeneğimin onun ödeneğine ilâvesi ve annemle babamın refahının sağlanması ile ilâhî rahmete mazhar olmam için birkaç hayır yapılmasını rica eder, yükselmesine çalışmaktan başka bir maksat beslemediğim din ve milletime dua eder, tanıyanlara selâm ederim.

Yaşasın Müslümanlık, Osmanlılık ve Osmanlılar'ın Padişahı Sultan Muhammed (Vahiduddin) Han…

Enver.

Servet nâmına birşeyim yoktur. Maamafih, ne varsa refikam Sultan Efendi Hazretleri'ne bırakıyorum.

"Enver"

Selahaddin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.