Prof. Dr. Teoman Duralı

İnsan-oluş sorunu

Yaşamamızın temelinde, başından beri üstesinden gelemediğimiz bir çelişki durmaktadır: Süreklice değişim dizilerini birlik bütünlük biçiminde algılamamız. Karşımda duran zeytin ağacı, meselâ, süreklice değişmekle birlikte, ben, onu bütünlüklü hâlde görmekteyim. Gerçi değişmeleri algılarız, ama süreklice değil. Belli zaman aralıklarında. Hâlbuki değişme, kesintisiz bir süreçtir. O, durmadan değişerek yürüyüp giden bir akıştır. Bizse, değişme ânlarını ancak algılayabilmekteyiz. Başka bir deyişle, zihin, süreci süreçliliğinde anlayıp anlamlandıramaz. Zihnin, anlayıp anlamlandırabildiği, süreç sürerken, kendisine duraklama fasılaları gibi gelen ânlardır. Zihin, akıldan aldığı içi boş kavramları algılanan değişme ânlarıyla doldurur. Akıl menşeli içi boş kavram, zihinde duyu verisi menşeli algılanan değişme ânıyla dolarak varolanlaşır. Bunun tam olarak nasıl meydana geldiğini ileriki bölümlerde işleyip açımlayacağımızdan, bahse burada ara veriyoruz.

Süreçten varolanların çekip çıkarılması sorunu, hayatımızın esâsını teşkil eder. Bahis konusu işde yanlış yapmak, karışıklığın yahut kargaşanın yaşanması, algılarımızı, giderek zihin hayatımızı alt üst eder. Şu durumda zihin sağlığı, dolayısıyla da doğru ve yerinde karar ile hüküm verme, düzgün varolanlaştırma işlemiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Süreçten varolanların çekip çıkarılmasıysa, yerinde bir mekân algılaması ve zaman aralıklarını doğru ayârlama yetileriyle yakından ilgilidir. Mekânın yerli yerince algılanması ile zaman aralıklarının doğru ayarlanması, başka birtakım etkenlerin yanında, hız düzenine dayanır. Öncelikle süreçten varolanların ayıklanıp ortaya çıkarılması işinde, alışılagelinmiş hız arttırıldığında, zihnin anlayıp anlamlandırma, böylece karar ile hüküm verme işleyişinde yalpalamalar, öyleki bozukluklar meydâna gelir. Sözünü ettiğimiz hızın, ayrı ayrı her durum için geçerli olabilecek, ölçüsü nedir yahut ne olmalıdır, sorusuna, deneyin imbiğinden geçmiş bir cevâp bulmak imkânsızdır.

Deneysel cevap bulamadığımız durumlardaysa, işe sezgilerimiz karışır. Hız[1] hususunda, kantarın topu bir kere kaçırıldımı, evvelemîrde sinir bozuklukları, giderek ruhî (nefsî/ psychique) rahatsızlıklar başgösterir. İşte çağımızda yaşanan, öncelikle, bu ruh rahatsızlığıdır. O katlanılabilinir, dayanılabilinir sınırları aştımı, ortaya çıkan bunalımdır. İmdi çağdaş hayatın en vecîz tavsîfi, bunaltıcı oluşudur.

Kaskatı zorunlulukların boyunduruğundan kurtulamamış beşer, hür varlık olan insanın hâlini anlayamaz. Buna karşılık, hür olan insan, zorunluluklara koşulmuş beşerin durumundan haberlidir.

  1. Kültürlerden kimisinin medeniyetleşmek sûretiyle tarih sahnesinde boy göstermesi öncelikle Asyada vukû bulmuştur. Bahsi geçen kültürlerin gelişimine bakıldığında, kesîf toplayıcılık evresinden sürek avcılığı ile ehlîleştirme[2] safhasına onların, yaklaşık M.Ö. Yirmi ile On iki binler arasında geçtikleri tahmîn olunuyor. Ancak, gerçekten üretim aşaması anlamına gelen tarım etkinliklerinin başlangıcı M.Ö. Onuncu bindedir.[3]

Bir toplumun geçimini sağlayan hammadde kaynakları ile onu oluşturan bireylerin gerek davranma gerekse iş görme biçimleri ile tarzları, o özgül kültürün yaşama ufkunu, Markscıların öne sürdükleri kadar tek başına olmasa bile, önemli ölçüde[4] belirlerler. Yaşadığı tabîî-coğrafî imkânlar çerçevesi toplumun giyimini kuşamını, hâl hareketini, örfünü âdetini etkiler. Ama aynı zamanda inanç düzeni, hâlleri hareketleri, davranışları, doğayla ilişkiler ile görenekeri tayîn edip biçimler.[5] Kısaca, toplum hayatında tuttukları yer bakımından maddî ile manevî taraflardan birinin, ötekisi karşısındaki önceliğini yahut üstünlüğünü, Karl Marx ile Markscıların öne sürdüklerinin tersine, nazarî/teorik düzlemde belirlemek mümkün değil. İnsana ve topluma maddeci-positivci bakış açısından yaklaşanlar, onu kalıtsal-evrimsel tabanlı ve fizyolojik işleyişler bütünlüğü şeklinde telâkkî ederler.

  1. İnsan yaradılışca âlemlerin ortak paydası; yaradılışın şâhikasıdır. Allah bunu nitekim, Tebliğinde bizlere şöyle bildirmiştir: "Biz, insanı, elbette, en iyi sûrette[6] yarattık" — Tîn/95 (4). Allah, insana salt temiz, sâf mizâcı[7] —nitekim o, dünyaya günâhsız, pirüpâk gelir[8]—, faziletli olmağa ve hakbilirliğe yatkın tabiatı, anlamagücü ile hürlüğü ihsân buyurmuştur. Bu manevi cihetiyle insan, meleğin fıtratındandır. Ama melekte bulunmayan bir özellik insanda vardır; o da, hür olmaktır.
  2. Doğal, dirimsel ile toplumsal kalıplarından âzâd insan, karşılaştığı şıklar arasında tercihte bulunur. Hazır genetik-fizyolojik şabonlara dayanmaksızın karşılaşılan şıklar arasında tercihte bulunma gücü, irâdedir. İrâdenin kendini izhâr edebilirliğine hürlük diyoruz. 'Hürlüğ'ün hâllere, hareketlere 'tercüme'si 'serbestlik'tir. Maddi-mekanik-dirimsel/biyotik dünyada bir ölçüde serbest, manevi âlemdeyse hür olan tek varlık insandır. Bedenlenmek sûretiyle dünyada yaşamağa koyulan insanın bilkuvve hürlüğü fiilleşir, fiile dönüşür.
  3. Aslında theologique-metaphysique bir ilke olan hürlüğün gündelik yaşama düzlemindeki tezâhürü serbestliktir. Hürlüğün kaynağı ve yöneticisi akılken, serbestliğin yönlendiricisi aklıselimdir. Hürlük, ilke olarak iyilik ile kötülük arasında tercihte bulunmaktır.

Aklın, kişiye seslenişi vicdândır. Kişinin genetik-fizyolojik-morfolojik- olmayan, demekki 'manevi-ruhi içi'ne gönül denir. Aklın, gönüldeki hitâbı demek olan vicdânın kendini 'dışlaştırma gücü'yse, irâdedir. Onun da davranışları biçimlemesiyle eylemler ortaya çıkar. Eylemlerin ortamınaysa, serbestlik diyoruz.

  1. Akıl ilahi buyruk ile talimatları gönülde dillendirir. Aklın, ilahi buyruk ile talimatları gönülde dillendirmesine vicdân demiştik. Akıl, evvelemirde hatırlar. Neyi hatırlar? İnsanın, Allaha içtiği ilkasli andını hatırlar. Bu 'ant', insanın tercihini hep 'iyi'den yana kullanmasını şart koşar. Fakat, salt manevi varlıklardan farklı olarak insanın, bir de, fizik-fizyolojik vechesi vardır ki, ona da beşer demiştik. İşte o beşer taraf, 'ilkasli and'ın geretirdiği akıl-vicdân yolunda seyretmesinde — : Sırâtımüstakim— kişiye pürüzler çıkarır. Aklın isteği doğrultusunda — Hürlük— kişi gönlünde tercihini iyiden yana —: Sâlih niyet— kullanmakla, birlikte, davranışlarını o cihette biçimleyecek gücü —: İrâde— kendinde her vakit bulamayıp kötü eylem yönünde karar alabilir —: Serbestlik. Öyleyse, hürlük ile serbestlik hep örtüşmeyebilirler. İkisi arasındaki uyumu ziyâdesiyle bozan, kişinin karşı karşıya kalabildiği doğal ile toplumsal zorlamalar ile dayatmalardır. Meselâ, hastalanma, nefsi-bedeni itkiler ile ihtiyâçların zuhûrunda, maişeti temin, esir düşme yahut mahkûm olma gibi durumlarda kişi, serbestliğini yitirmekle birlikte, hür kalmağı sürdürür. Onun niyet ile düşünmelerine dışarıdan müdâhale imkânı yoktur da ondan.
  2. Hem maddî hem de manevî vechelerinin bulunması, insanı âlemde en sorunlu varlık durumuna sokmaktadır. Hürlük de, insanın böylesine bölünmüş olan varlığında ortaya çıkmaktadır. Maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirmekle ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetmekle yükümlü nefsini nasıl konumlandıracağı sorunu, kişinin kararına kalır. Karar yetkisiyle donanmış ve bunun sorumluluğunu taşıyan ruhun, kişi tekindeki tezâhürü olan akıl, hürdür. Akıldan aldığı buyruklar ile talîmatlar doğrultusunda nefs, maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirir ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetirmi yoksa onların câzibesine kapılıp boyunduruğunamı girer, sorusu, hürlüğün ana sorunudur. Akıl yoluyla Allah ile nefsin 'ben'i arasındaki söyleşmeye vicdân muhasebesi diyoruz. Akıl doğruyu, hakîkî olanı bildirmekle birlikte, madde ile bedenin kölesi kesilmiş bir nefs bunu nazârıitibâra almayabilir.

Aklı yahut kişinin ruhunu Eflâtun, iki atın çektiği arabanın sürücüsüne benzetir. Atların ikisi de itâatliyse, mesele yok. Ama ters yönlere saparak koşarlarsa, arabacının başı dertte demektir.[9]

  1. Nefs, akıl tarafından yönlendirildiği oranda kişi hürdür. Aklın sesi, yanî vicdânın isteği, demekki irâdesi doğrultusunda beden faaliyetleri yoluyla dış dünyada etkinlik gösteren nefs, serbesttir. Nefs, kişinin beden faaliyetleri üstündeki etkinliğini yitirdiği ölçüde, genetik-fizyolojik faaliyetler, bünyenin işleyişinde ağırlık kazanırlar. Yaşamayı fizik-kimya-genetik-fizyolojik anlamda yürüten faaliyetlere, dirimbilimci/biyolog olmayan kimseler, içgüdü demişlerlerdir. Nefs, dış dünyada yürütmekle yükümlü olduğu etkinliklerde serbestliği yitirdikce, onun bıraktığı boşluğu içgüdüler dolduracaklardır. Aklın hür irâdesi verilmiş kararları uygulamaya aktaran nefsin, bedeni serbestce yönlendirmesiyle eylemler belirir. Nefsin serbestce yönlendirme kudretinden yoksun beden ise, genetik-fizyolojik faaliyetlerin hükmü altında 'devinir'

    1- Birtakım fizik-mekanik yasaların, evrensellik boyutlarına varan geçerlilikleri filosof-bilimadamlarını hep cezbedurmuştur. Benzer bir durumun, beşer ile toplum sahasında dahî oluşturulabileceği zehâbına kapılmışlardır. Nihâyet, maddeci-mekanikci-positivci görüş uyarınca, beşer de ondan oluşan toplum da, maddî değilmi ki; üstelik, makinavârî de işlemiyormu; öyleyse mekaniğin evrensel geçerlilikteki yasaları ne diye beşer ile topluma uygulanmasın? Mekanik bilimine ilişkin nazariyelerden/teorilerden hareketle maddiyâtcı-iktisadiyâtcı yarar mülâhazalarının çarklarından geçirilerek mekanik bilimine ilişkin teorilerden hareketle inşâa olunan mühendislikler yoluyla doğa, dur durak bilmez kazanma ile servet edinme iştiyâkının oyuncağı kılınmıştır. İşte, canlı-olmayan biçiminde kabul edilen doğanın[10] fethinde yararlanılan mühendislik hünerinin, beşere indirgenmiş insanın da denetlenip ele geçirilmesinde kullanılabileceği düşünülmüştür. Böylece canlı-olmayan biçiminde kabul edilen doğa olaylarına yönelik olan çeşidin yanında, bir nevi insan mühendisliği de zuhûr etmiştir. Öncelikle biyolojinin, biyokimya, moleküler genetik, evrim cinsinden, değişik araştırma sahalarından elde edilmiş yöntemler ile hünerler, yanî sosyoloji, psikoloji çeşidinden, beşer ile toplumu açıklayabildikleri iddiasındaki alanlara idhâl olunarak insan sorunu mekanik basitlikle çözülmeğe çalışılmaktadır.​
    2-Haddizâtında beşer, insanlaşmaksızın varoluşunu sürdüremez. İnsan ise, maddeci-mekanikci-positivci türü görüşlerden kalkan ideolojilerin daracık cenderesine sıkıştırılarak açıklanamaz. İnsan-toplum gerçekliği, ideolojik menşeli spekulasyonları nakzeder. Allahın kâinattaki halîfesi[11] olan, varlıkların en üstünü ve şereflisi olmanın yanısıra, en karmaşığı ve sorunlusudur. Akıl-vicdân-âr- hayâ-edep-bilinç-beden varlığı insan, mühendislik bir yana, bilime bile konu kılınamaz. Bilim, olayı süreçliliğinden keserek durdurur, dondurur; genelleyip soyutlar. Hâlbuki insan, tektir, biriciktir, yaşar, yaşadığı ân bir defalıktır; bundan dolayı geri döndürülemez, genellenemez, soyutlanamaz. Onu tekliği, biricikliği, benzersizliği, genellenemezliği ile soyutlanamazlığı çerçevesinde ele alıp tasvîr ve tahlîl edebilen, bir tek, edebiyatcı, bâhusus romancı, hikâyeci ile tiyatro yazarı, ayrıca sinemacıdır.[12]

  1. Toplum, topluluğun uzantısı şeklinde izâh olunur. Topluluğa gelince; onun da, besin bulmak, üremek ile korunmak üzre sürü hâlinde yaşayan hayvanlar gibi, evrimsel-kalıtsal temel üzerinde birarada yaşamak güdüsünden türediği ileri sürülmüştür. Yalnız, 'toplum', her ne denli 'topluluk' esâslıysa da, ondan daha fazla bir olaydır. Zirâ toplum, bir 'kültür bütünü'dür. Bu yönüyle artık yalınkat 'dirimsel-beşerî' olmayıp 'insanî'dir. Öyle oluşuyla dirim-beşer-ötesi hakîkat sınırına gelip dayanmış gerçekliktir. Demekki yalınkat canlı-olmayan, giderek canlı neviinden doğal gerçeklik de değildir artık. Zirâ 'dirim-beşerötesi', 'ruhlu' olmak anlandadır. Sonuçta ruhluluk, kendini 'inançlar şebekesi' biçiminde izhâr etmektedir. Her toplumun kendine mahsûs inançlar şebekesiyse, 'zihniyet'idir. Buysa, toplumun manevî cephesidir. Maddî ile manevî vechelerinin tümü, toplumun kültürüdür.
  2. Kültür, manevî önceliği ve üstünlüğü bulunan bir maşerî (Fr collectif) olaydır. Maddî unsurlar ile vakıalar, toplum-kültür hayatına zemîn teşkîl etmekle birlikte, maneviyât, asıl biçimleyici mercidir. Manevî dokuyla örülmüş olaylar indirgenemez cinstendirler. Bu sebeple her kültür nevişahsına münhasırdır. Benzer kültürler bulunmakla birlikte, birbirlerinin aynısı olanlar yoktur.
  3. İnsan tekine ait ruh, onun da en belirginleşmiş vechesi olan akıl, kişiye mahsûstur. Maddî-bedenî faaliyetlerin yöneticisi-yönlendiricisi nefsten farklıdır. Nefs, beden faaliyetlerinde kendini gösterir. Nefs ile beden yaratıktırlar. Ruh, oysa, Allahın, beşere Kendinden ihsânıdır. Bununla beşer, insana dönüşür. Beşerin tezâhürü bio-physiquedir. Buna karşılık, insanınkisi, socio-cultureldir. Ruhlu-akıllı insan dirimsel evrim verisi olamaz.

Beşerin, Aristoteles'in deyişiyle, maddesi beden, biçimiyse nefstir. Bütünlüğün tabanını beden ile nefs oluştururlarken, çatısını yahut üstyapısını ruh teşkîl eder.

  1. Her insan tekinin ruhu bulunduğundan, bunun da en üst mertebesine akıl dendiğinden birçok kez bahsettik. Ne var ki, insan tekinin bahse konu ruhu bilkuvvedir. Onu ateşleyen, tetikleyen, bireyin içine doğup bağrında yetiştiği toplumunun ruhu, yanî zihniyetidir. Dünyaya gelirken insan tekinin ruhu henüz biçim kazanmamıştır. Zamanla içerisinde yaşayıp yetiştiği toplumun ruhu tarafından biçimlenir. Bununla birlikte, insan tekinin ruhu salt edilgin, toplumunkisiyse etkin değildir. İkisi arasında etkileşim olur. İnsan tekinin ruhu kendine mahsûs yetiler (Fr capacites) ölçüsünde toplumunkisince şekillendirilir. Bundan dolayı da birbirinin tıpatıpı olan iki insan bireyinden söz edemeyiz. Şu da var ki, toplumların bireyleri arasında davranış ile eyleyiş bakımından az yahut çok benzerlikler bulunur. Belli bir toplumun ruhu nice karmaşık, çok renkli ve cepheliyse, kendine vucut veren bireyleri arasında da onca fazla farklılıklar olacaktır. Sonuçta bir kadîm kabîle kültürüne dışarıdan bakıldığında, onda yaşayan bireyler arasında göze bile çarpmayacak kadar az farklar varken, felsefîleşmiş medeniyet ortamındaki kimseler, birbirlerinden dikkati çekecek raddede değişiktirler.

Filhakîka, toplumun ruhu da zamanla biçim kazanır. Toplum ruhunun geniş bir zaman yelpâzesindeki biçimlenişi tarihtir. Bu biçimlenişin sonucunda, bireylerde olduğu üzre, değişik ebâttaki —boy, millet, cemâat, câmia, sınıf, zümre, meslek öbeği gibi— toplumlar dahî, belirgin ve özgün özellikler edinirler. Toplumlar, tarihleri boyunca inşâa olunup özelliklerle donanırlar. Ufukca, geçmişi, kısıtlı, renksiz ve sığ olan bir kültür, barındırdığı özellikleri bakımından ilgi çekici değildir.

Bir toplumu belirleyen maşerî ruhunun yansıttığı renklerin güzelliği ile çeşit zenginliğini en vecîz biçimde şiiri ile musıkîsinde bulabiliriz. Bu bakımdan temâyüz etmiş milletlerden bahsedilebilinir. Böylesi milletlerde maşerî ruhun en göz alıcı özelliği, mystiquelik ile melancoliedir (karasevdâ).

Bireyinkine benzer biçimde, toplumun da geçmişi nice olaylı ve renkliyse, kültürü onca çeşitlilikleri barındırır. Yine bireyde gördüğümüz gibi, kültürün de ufku, bağrında taşıdığı çeşitlilik oranında genişler. Ufku genişlediği ölçüde de, dünyayı anlama yetisi ile gücü artar. Kendini başkalarıyla karşılaştırarak böyle bir kültürün kendine dair bir benlik bilinci oluşur. Benlik bilinci güçlendikce, karşılaştığı yabancı kültürlere direnci artar, kendini savunma imkânı ile kudreti fazlalaşır. Kendini başkalarından seçikce ayırdedebilen benlik duyuşu yahut bilinci, yüksek bir kültür, kurumlaşmış bir toplumdur. Kurumlaşmışlık sâyesinde toplum, belirli bireylerinin keyfîlikleri ile insâflarına bağımlı durmaktan âzâd olur, kurtulur. Bireyler gelir geçer, ama kurumlar bâkî kalırlar.

EK 1

8 ocak 1993te Sumatra adasının kuzeyindeki Açe (Aceh) eyâletinin merkezi Bande Açe'den yedi, sekiz saat sürmüş otobüs yolculuğunun ardından Medan'ın şehirlerarası durağına ulaştık. Sabahın saat dördü. Kısa, çekik gözlü, teni fındık kabuğu rengindeki adam bana yaklaşarak taksi isteyip istemediğimi sordu. Ona "istiyorum; ama şehre gitmeyeceğim" dedim. "Beni Toga gölü kıyısındaki Prapat'a götürecekmisin?" diye sordum. "Yol, dört, bilemedin, beş saat çeker" cevabını verdi. 1980li modellerden bir Honda arabayla saatte ortalama doksan, bilemediniz, yüz km hızla yol alıyoruz. Adam, yörenin Hırıstıyanlaştırılmış Batak yerlilerinden. Kırk küsur yaşlarında. Dedesi altmış şu kadar yıl önce kafatası avcısıymış. Babasıysa, ömrünün önemli kısmını avlanarak geçirmiş. Sürücüme soruyorum, "kellemi kesmeyecekmisin?" Sol eliyle sağ dizime —İndonesyada sürücüler sağdadır— dostca vurarak, "bıçağımı evde unutmuşum; yarın yeniden yolcum olursan, merâklanma, boyunu bir kelle boyu kısaltırım" cevabını verdi.

  1. Benzer çarpıcı bir olayı, Borneo'nun kuzey doğusunda Malezyaya bağlı Sabah eyâletinde yaşadım. Sandakan'dan beni Tavau'ya götüren Japon mamûlu pırıl pırıl minibüsün sürücüsü de kafatası avcısı bir Dayak oymağından geliyormuş. Oymağının öteki çocukları gibi, o da çocukluğunu, bâkir ormanda, annesi ile teyzelerinin yanında toplayıcılığa çıkarak geçirmiş. Şimdilerdeyse, sanayi devrinin harikasını, düz asfalt yolda saatte yüz yirmi km hızla sürmekteydi.
  2. 1993ün haziranında yine Borneo'nun sık sarmaşıkla kaplı yağmur ormanlarının derinliklerinde avret yerleri dışında çıplak gezinip yalnızca toplayıcılıkla geçinen kara tenli insan öbekleriyle karşılaştım.
  3. Türkiyeye dönersek, 1982 yazında bir dostumla çıkıp yürüdüğüm Orta Toroslarda (Aladağlar) yarıgöçerler yaşıyordu. Bunlar, kışı bin, bin iki yüz m yüksekliklerdeki köylerinde (kışlak) geçiriyordu. Baharla birlikte göç başlar. Haziranda, ulaştıkları yaklaşık üç bin metre irtifâdaki yaylalarda keçi sürülerini, atları ile develerini otlaklara salıp kıl çadırlarını çatarlar. Yaylalar bir yana, kışlaklarda bile yol, su, cereyân yoktu. Zaman dilimleri yahut ayârı, saate göre değil de, güneşin doğuşu, yükselişi ile batışı yahut köy camiinden okunan ezân vakitleri uyarınca belirleniyordu.

Yukarıda bahsi geçen Toros gezimizde, bir gün ormanda yürürken yetmişine merdiven dayamış bir adamla karşılaştık. Yolunu yönünü değiştirip bizi evine dâvet etti. Yürürken "komşun açken sen tok kalamazsın..." hadîsi gereğince sırayla, bir, yol arkadaşımın, bir, benim sırt çantamızı taşıdı. Akşam ezânı vaktinde ahşâb evlerin sarp yamaca yapışmış durdukları dağ köyüne ulaştık. Karşılıklı konumlanmış dik inen çamlık iki yamaç, aşağılara doğru uçurumlaşarak vâdinin görünmez derinliklerinde çağlayan hâlinde akan azgın suda birbirine kavuşmuş gibiydi. Yamaca yapışmış gözüken köy evlerinden biri de bizi ağarlayan yaşlı yörüğe aitti. İlkin karanlık izbe bir kahvehâneye girdik. İçerideki on, on beş traşsız, kara şalvarlı, ak mintanlı, esmer, eciş bücüş adam, oturdukları yerden kalkıp bize "hoşgeldiniz" dediler. İçlerinden biri uzun boylu, geniş omuzlu, kızıla çalan sarı saçlı, elâ gözlü, ak pak tenli ve traşlıydı. Kuzey denizlerinden kalkıp yolunu şaşırmış da, bu inin cinin top oynadığı dağ köyüne rastgelivermiş bir Viking kalıntısıydı sanki. Köyün yerlisi olmasına rağmen, tipi öylesine değişikti ki, orada herkes onu Aykırı diye çağırıyordu. Kim bilir, annesi bile, Aykırı'nın asıl adını unutmuş olmalı.

Kahvehâneden çıkıp bizi ağarlayan ihtiyârın evine vardık. Hâne halkı kendisinden, karısı ile her nedense henüz evlenmemiş kızından ibâretti. Başka çocuğu varmıydı, bilmiyoruz. En azından, evde yoktu. Adam yahut yaşlı karısı da bundan bahsetmedi. Hanımı ile kızının kurdukları yer sofrasında akşam yemeğini yerken ev sahibimize "... şu cennet yerde yaşamak ne büyük nimet..., biliyormusun?!" dedim. Ev sâhibimizin cevâbıysa keskin ve kesindi: "Şöyle bir uğradığında, tabîî ki, bura sana cennet görünür; gel, bir de, bana sor, bakalım; benim için buranın, açıkhava mahpushânesinden farkı yok; hele, bir de, kar düşmeğegörsün, aylarca mahsûr kalırız; bakarsın, berdûşun biri, kapıya 'selâmünaleyküm, Tanrı misâfiriyim' der dayanır, aylarca konuk kalır; sana başka diyârlardan bazı şeyler anlatır durur; sen de, dışarıyla böylece bağlantı kurmuş olursun."

"Burada amansız yokluk yoksunluk içinde ömür tüketir dururuz. Ne doğru düzgün çeşme suyumuz, ne yolumuz ne de ışığımız var. Güney doğunun Kürdü olaydık, bütün bunlar bizlere temin edilmiş olurdu. Suçumuz Türkmen olmak. Nasıl olsa bu devletin sâdık kuludur; Osmanlıdan beri savaş çıktımı doğru cepheye gönderiliriz; sesi soluğu çıkmaz, itirâz etmez, başkaldırmaz, koduğumuz yerde otlar diye alnımıza yazmışlar."

  1. Çok değil, beş yıl sonra bahsettiğim yöreye yol gitmiş, su verilmiş, cereyân bağlanmış. Cereyânla birlikte evlere buzdolabı, televizyon ve daha nice şeyler girivermiş. Televizyonla da apayrı dünyaların insan tipleri, varolma şartları, davranma biçimleri, kısacası yaşama tarzları gündelik hayatın parçası hâline gelivermiş.
  2. Sonuç: En kadîm kültür biçimlerinden olan yamyamlıktan tutunuz da, binlerce yıl öncelerine geri giden göçer-konarlığa varıncaya dek alışılagelinmiş yaşama tarzlarından mekanik ile elektronik sanayi devirlerine geçiş, yeryüzünün hatırı sayılır bir kesiminde neredeyse bir günden öbürüne olup bitmiştir. Bu akla havsalaya sığmaz hızlı geçişin, insanın ruhunda, zihninde husûle getirdiği alaborayı ölçmenin biçmenin imkânı ihtimâli varmı acaba? Çağımızın sorunsallığını, bir de, o inanılmaz hızlı geçişi yaşayan insanların açısından değerlendirmeliyiz.

EK 2

Yak İç Asya (Himalaya - Karakurum)
Lama Güney Amerika

  1. EVCİL HAYVANLAR

Eskiçağ Ege medeniyetinin kimi yörelerinde yunusun dahi evcilleştirildiğinden bahseden belgeler bulunmakla birlikte, söz konusu bilginin sahihliği su götürür.

İnsanlar, hiç olmazsa, yirmi küsur bin yıldır hayvanlarla iç içe yaşayagelmişlerdir. Daha önceleri böyle şeyler oluyormuydu, bilmiyoruz. Zirâ belge yok. Ama oldum olası et yiyor olmalıydılar. Kendilerimi avlanıyordu yoksa etcil avcı hayvanların bıraktıkları leş artıklarınımı tüketiyorlardı, bu da, yine meçhûlümüzdür.

  1. Sıcak ve rahat ortamlardan sert ve zorlu şartların hüküm sürdüğü yörelere varıncaya dek yayılan kadim adamdan yiyecek, giyecek ile barınak kalıntılarına rastgelmek bayağı zordur. Birincisi, sıcak ve rutubetli ortamlarda yiyecek kalıntıları saklı kalmaz, çürürler; ikincisi de, adamakıllı giyeceğe ve kalıcı malzemelerden sağlam konut inşâa etmeğe ihtiyâç yoktur. Bütün bunlarla, doğanın, insanı zorladığı soğuk ve hasım yörelerde karşılaşılır. O çeşit rahatsız ve tehlikeli yaşama çevrelerinde ancak, doğa, insanı icâda mecbûr kılar. İmdi oralarda çevreye bırakılanlar donarak saklı kalmışlardır. Böylece günümüzde kalıntılar hâlâ ortaya çıkarılabiliniyorlar. Bitki örtüsü, artık toplayıcılıkla geçinmeğe el vermez, leşcilik de beslenmeğe yetmez olunca, avlanmaktan gayrı çıkar yol kalmamıştır. Bu evrede, insan, ava çıkarken iç Asyanın uçsuz bucaksız bozkırları ile ormanlarında kurtlarla yarışıp kavga etmiş, bilâhare iki taraf bir çeşit yaşamortaklığına girmiştir. Söz konusu yaşamortaklığı (Y^Fr symbiose), müteâkıp beşer - hayvan işbirliğinin en eskisi, esâslısı ve kalıcısı olmuştur. Beşerle yaşamortaklığı cihetine gitmiş kimi kurt sürülerinden daha sonraları it cinsleri türemiştir. İt, ehli olmanın da ötesine geçerek, atta olduğu üzre, evcilleşmiştir. Ehlileştirmeyle birlikte Sekizinci binden itibâren çobanlık etmeğe koyulan insanın yoldaşı, ittir. Sürüyü çobanın yanısıra, o, güder; ayrıca, her ikisinin koruyuculuğunu üstlenir. Dağda, bayırda, açık arâzide geceleyen çoban, köpeğine sarılarak soğuktan sakınabilir.

Birtakım hayvan türlerini etlerini, sütleri ile süt türevlerini, kürkleri ile postlarını, araç çekme ile toprak sürme güçlerini kullanmak maksadıyla 'esir' alarak ehlîleştirdiği gibi, insan, yine Onuncu binden bu yana beslenmek amacıyla iki binden fazla bitkiden de yararlanmıştır. Bunların tohumlarının genetiğini değiştirmiş, mevsimine göre ekmiştir. Jack Harlan, "The Living Fields" ("Yaşayan Tarlalar") başlıklı kitabında yeryüzündeki kuru yiyeceklerin yüzde altmış birinin, buğday, arpa, yulaf, mısır ile pirinç gibi, zahireden elde edildiğini yazıyor.

EK 3

Önemli ölçüde, bilimsel olmayan bir deyiştir. Göz kararına dayalı bir ihtimâl ifâdesidir. İhtimâl ifâdesinin sağlam nicel tabana basan çeşidi yahut uzantısıysa, istatistik ifâdedir.

Hayatın türlü karmaşık kesitleri ile merhâlelerinde şartlar, ihtimâl ifâdesinden gayrısına da imkân tanımazlar. Önemli ölçüdekinin bilimsel mukâbili, ölçüp biçme verisi rakam değerleridir (Fr valeurs numeriques). Böylesi değerlere ulaşabilmek içinse, ölçmeye tâbî tutulan olayın baside indirgenmesi lazım gelir. Yaşamanın, basitleştirilmesi, oysa, tabiatını bozar; o olayı 'öldürür'. Bundan dolayı, yaşama olaylarının, ölçülüp biçilerek belirlenmeleri, yüksek bir felsefîleşmiş-bilimselmişlik seviyesine erişmiş toplumlarda dahî sık rastlanan durumlardan değildir.

EK 4

İnanç düzenleri ve onlardan türeyen kuramların, toplumların alınyazılarını tayîn ettikleri keyfiyetine tarih boyunca tanık olunagelinmiştir. Fazlaca öteye beriye gitmeğe hacet yok; burada kendi ailemin tarihinden alınma bir olay az önceki önermeye delîl teşkîl edebilir.

Tarihimizde 96 harbi diye geçen 1877-78 Türk - Rus savaşı aleyhimize tecelî etmesinin ardısıra, Deliorman ile Rodoplar başta gelmek üzre, Rumelide, öncelikle Bulgar çeteciler, genellikle Müslüman, özellikle de Türk köylerini basarak sâkinlerini yerlerinden yurtlarından söküp atmak amacıyla her yola başvurmuşlardır. Fakat köylüler, yerlerini yurtlarını cansiperce savununca, baskınlar ile saldırılar, beklenen sonuçları üretememişlerdir. Nihâyet, dâhî bir papaz öne çıkarak Müslümanların yumuşak karnını dehşetengîz şekilde teşhis edip hedefi on ikiden vuracak tasarısını yürürlüğe koydurmuştur.

Bugünkü Bulgaristanın güneyindeki Kırcaali şehri yakınlarındaki Dura köyünün sâkinleri, her gün olduğu gibi, o meşum sabah da tanyeri ağarırken ağıllarda, ahırlarda, bağçede, bostanda, tarlada yahut merada işe koyulmak üzre, ayaktadırlar. Her kapısını açıp dışarı çıkan, çarpılıvermiş. Ortalık domuz sürülerinin işğâli altındadır. Kimisi yemliklerden yemlenirken ötekiler yalaktan içmekte olup birçoğu da bağçelere, bostanlara, tarlalar ile meralara yayılmış durumdadır. Davar, sığır, at, eşek, katır, kısacası bilcümle hayvan yedirilemez, içirilemez durumda kalmış; bağçeler, bostanlar, tarlalar ile meralar battal bırakılmış. Her yer ve şey, artık mekrûh kabul edilir olmuş. Bu iğrençlik algısıyla köyün sâkinleri, yaşamak imkânını yitirirler. Papazın vazettiği maksatsa, hâsıl olmuştur.

O sıralarda sekiz yaşında çocuk olan büyükbabamın da aralarında bulunduğu köyün sâkinleri nesillerden beri yaşadıkları evlerini yurtlarını, işledikleri topraklarını, içip kullandıkları sularını, çiftlerini çubuklarını, varlarını yoklarını geride bırakarak peyderpey yollara düşmüşler. Babasının cebine koyduğu birkaç altın sikkeyle büyükbabam, öksüz, kimsiz kimsesiz çocuk olarak pâyıtaht Dârüssaadete 1882 yazının sonlarında ulaşmış. Orada ilkin Süleymaniye medresesinde fıkıh, daha sonra da Dârülfunûnda hukuk öğrenimini görmüş.

Papazın şeytânî dehâsının ürünü tasarı, Dura köyünün yanısıra, Bulgaristanda, belki de bütün Rumelide, kim bilir daha nice Türk ile Müslüman yerleşim birimine uygulanmıştır.

EK 5

Yeni uydurulmuş sözlerden biri olan 'doğa', Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin doğa anlayışına tam tamına uygundur. Değer yargısını hâvî bir anlam içeriğinden yoksundur. Nitekim, Latincede nascordan (doğmak) türe/til/miş natura (doğum, doğma ve nihâyet, doğa) taklîd edilerek 'doğmak'tan 'doğa' meydâna getirilmiştir. Bununla da dilimizde yerleşik 'tabiat' sözü safdışı kılınmak istenmiştir. Tabiat, İslâmî sözdağarımıza âid olup manâsını o cihetten kazanmıştır. TaBa'A (st), 'mühür bastı', '(kitap, para) bastı', 'damgaladı' demektir. Buna göre, tabiat, 'Yaradanın kalıpladığı, kalıbını çıkardığı'; 'yaratılışın izini taşıyan' anlamlarına gelir.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.

Ş. Teoman Duralı


[1] Bkz EK 1e.

[2] Bkz. EK 2ye.

[3] Bkz: "The Times Atlas of World History", 38.s.

[4] Bkz: EK 3e

[5] Bkz EK 4e

[6] Takvim jj): 'Sûret', 'biçim', 'kalıp', 'tabiat', 'mizâc', 'bünye', 'bakışım' (symmetrie).

[7] Bkz: Rûm/ 30 (30)

[8] Kalbleri mühürlü olanlar hâriç —bkz: Bakara/ 2 (7). Kur'ânda 'kalbi mühürlü olma'nın, ruhhekim- liğindeki karşılığı ruhhastasıdır (Fr psychopathe).

[9] Bkz: Eflâtun: "Faidros", 246.satır.

[10] Bkz: EK 5e

[11] Bkz: Bakara/2 (30).

[12] Haddizâtında sinema dahî, edebiyatın bir kolu olarak kabul edilmelidir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.